Necip Fazıl; (Doğumu: 26 Mayıs 1904 – Ölümü: 25 Mayıs1983)
O; gururla, vakarla ve göğsünü gere gere “Ben Türk’üm!” demiş, “Türk’ün Muhasebesi”ni[1] yaparken Türk milletinin; “İslâmiyetle millî bünyemiz arasındaki mayalaşmanın en olgun âhengine vardığını”[2] anlatmış, Anadolu insanının derûnunda -küllenmiş olsa da- bütün saflığıyla yatan İslâm’ın ihyâ edilmesi gerektiğine gönülden inanmış ve “Ruhumuzla, îmanımızla mensubu olduğumuz aziz Türk milletinin hak ve haysiyet dâvacısı olarak Türk için orta yol, yarım oluş yoktur. Türk, olunca her şey olmağa, olmayınca hiçbir şey olmamağa mahkûmdur. İslâm’ın zaferi, Türk’ün olmasına bağlıdır.”[3] hükmünü o müthiş üslûbu ve nev’î şahsına mahsus cümleleriyle her vesileyle ortaya koymuştur.
O; Türk’ü İslâm’dan uzaklaştırmak isteyen kavmiyetçi / seküler Türkçülere de, İslâm’ı Türk’ten ayırmak isteyen, Türk demeyi bölücülük ve ırkçılık zanneden postmodern / beynelmilelci siyasal İslâmcılara da “kırmızı kart” göstermiş; “İyice bilmek lazımdır ki eğer gaye Türklükse Türk, Müslüman oldukça Türk’ür.”[4]; “Türk milletine gereken yol; en girift, en mahrem,, en iç kavranışıyla İslâmiyet’tir.”[5] demiş ve “İslâm’da milliyetçilik kovulan, terk edilen bir müessese değildir. Kişi kavmini sevmekle levm olunamaz”[6] düstûrunu ve Nebevî hükmünü dile getirmiştir
O; “Biz gerçek Türk varlığının, Türk tarihinin, Türk ruhunun son ihtiyat akçasıyız! Bu akça da sokağa atıldı mı, paydos!”[7] diyerek Türklüğünü, îman şuuruyla biçimlenmiş milliyetçilik anlayışını ve Türk milletine olan îtimâdını çok estetik ve entelektüel bir biçimde ifâde etmiş, “Biz pazarlıksız Müslümanız! Su katılmamış Anadolu Türküyüz!”[8] diye haykırmış ve “Soyumuzla, sopumuzla, derimizle, rûhumuzla, îmanımızla mensubu olduğumuz aziz Türk milletinin hak ve haysiyet dâvacısıyız.” demiştir.
O; “Türk” ve “Türk milleti” kelimelerini dışlayan, yok sayan, reddeden bir tavır içinde olmadığı gibi; tam tersine yazılarında, kitaplarında ve konferanslarında kavmî yaklaşımlardan uzak rûhî bir bakışla değerlendirdiği “Türk milleti” ifâdesini üstüne basa basa dile getirmiştir. O; bazılarının dediği gibi Müslümanlık adına Türklüğü yok saymamış, “Yalnız ve yalnız Türk çocuğunun, Türk gencinin, Türk ihtiyarının, Türk kızının, Türk kadının, Türkün, Türklüğün ve Türk vatanının madde ve ruh hakkını müdafaa eden biz, yılmak, bezmek, dönmek, susmak şöyle dursun, tam şahlanmasının mevsimine arife günü kadar yaklaşmış bulunuyoruz. Sabah yakındır!”[9] derken, tek cümlesinde sekiz kere “Türk” kelimesini zikretmiştir. O’na göre Türk; “Tarihin ezeli karanlığı içinde, pırıl pırıl ışık helezonları çizerek sadece madde zeminini köpürtücü mücerret bir hayatiyet ve hareketiyle fezada bir seyyarenin teşekkül devresine eş bir varlıktır. Türk, gerçek ve billurlaşmış fikir ve ruh dünyasına İslamiyet’ten sonra girmiştir.”[10]
O, Türk’ün tarihî serencamının ilk dönemlerini; “Orta Asya yaylalarından inen zamansız ve mekânsız Bozkurt, Anadolu ırmaklarından birinde su içerken, suda ateş gözlerinin aksini seyrede ede bir söğüt ağacına istihâle etti; toprağa, göğe ve güneşe perçinlendi, yepyeni bir ruh ve iman hamulesiyle gerçek zaman ve mekân âlemine girmiş oldu. ”[11] cümleleriyle ve çok çarpıcı tasvirlerle özetlemiş ve “Türk milleti, bütün tarih boyunca kaderinin devamlı ihtar ve ifşâ edişleriyle meydanda olduğu gibi, ya olunca her şey olmaya yahut olmayınca hiçbir şey olmamaya memur, ulvî ve çetin bir nasibe mazhardır ve bu şanlı nasibin sert hükmünde, Türk milleti için arslanın mâiyetindeki karakulaklardan (tilki, çakal, sırtlan ve saire) biri olmaya mahsus, ikisi ortası bir muvazenecilik yoktur. O, bizzat arslan gibi, ya ormanların hâkimi yahut kafeslerin mahkûmu kalacak; birinci hâlde karakulaklar onun sığıntısı, ikinci hâlde de, o karakulakların maskarası diye yaşayacaktır.”[12] demiştir.
O; Türk ve Türklük kavramlarını ırkî değil rûhî muhteva ile târif etmiş ve milliyetçilik anlayışını da; “ırkî ayniyette değil, ruhî muhtevâ eşliğinde”[13] gördüğü için “Milliyetçilik, asıl ruhtan gelen kokudur ki, maddeyi kezzapvâri eritir.” diyerek; “İslâm inkılabında milliyet görüşü, kendisini sahte milliyetçilerin tersine zarf değil mazruf, kap değil muhtevân, madde değil ruh, mekân değil zaman işi” [14] olarak telâkkî ettiğini altını çizerek vurgulamıştır.
O; milliyetçilikle, kavmiyetçilik arasındaki “kıldan ince kılıçtan keskin” farklılığı çok iyi bildiği için bu konuda düşüncelerini; “Tıpkı şeriata baş kesmekle, onun yasak etmediği sâhalarda hudutsuz bir salâhiyet ve memûriyete kavuşan akıl gibi, İslâm inkılâbının milliyetçiliği de topyekûn insanlık kadrosunda rûhun kaynağını Müslümanlık olarak kabul ettikten sonra, o rûhu taşımaya, renklendirmeye, mizaçlandırmaya karşı liyâkat ifâdesi bakımından bütün kavimler arası yarışmada üstünlük mefkûresinden ibârettir. Böylece İslâm inkılâbında milliyet mefkûresi; ırk, kavim ve soy ifâdesiyle de Peygamberine lâyık olma cehd ve müsabakasının eseridir. İslâm inkılâbında Şeriatle hudutlu akıl, hakîkatte nasıl hudutsuz aklın tâ kendisiyse, yine onunla hudutlu milliyetçilik de, hakîkate hudutsuz milliyetçiliğin tâ kendisidir.”[15] diye ifâde etmiştir.
O; milliyetçiliği, milletin ümmet içindeki hizmet ve fazîlet yarışı olarak görmüş; İslâm’ın haram kıldığı ve yasakladığı ırkçılığı / kavmiyetçiliği şiddetle reddetmiş, “hâlis bir Türk”[16] olarak bütün mukaddesâtıyla Türklüğe müdrik olduğunu şiirlerinde, yazılarında ve konuşmalarında özellikle dile getirmiş, milliyetçiliğin madde değil ruh plânında aranması gerektiğini mükerreren ifâde etmiş ve İslâm rûhunun şekillendirdiği dinî muhtevalı bir millet ve milliyetçilik anlayışının savunucusu olmuştur.
O; böyle inandığı ve düşündüğü için gençlere; “Vatanı bir uçtan öbür uca saf Türk unsurundan ibaret kılacak ve bütün bu noktalar arasında senfonik bir mimarî ahengi kuracaksınız!”[17] hitâbıyla seslenmiş; “Namusun değersiz hale getirildiği bir hengâmede ‘Müslümanım ve Türküm!’ diyen ve hedefi bu ulvî gayede toplayan bir gençliğe resmî ve hususî bir katliam yapılmakta ve yaptırılmaktadır.”[18] demiş, “Gerçek Türk’ün ruh köküne bağlı yeni bir gençlik”[19] yetişmesi için çıra gibi yanmış, beyinlere ve gönüllere ışık tutmuş, gençliğin kâmil mânâda “Müslüman Türk” kimliğine sâhip olması için son nefesine kadar mücâdele etmiştir.
O; millî şuurun ve milliyetin ne demek olduğunu, Müslüman Türk kimliğini ve Türk milletine duyduğu muhabbeti ; “Türk’de bozulan ancak Türk’de düzelebilir. Türk’de düzelince de her yerde düzelir ve her yeri düzeltir.”[20] diyerek çok veciz bir biçimde dile getirmiş, “Dışı pırıl pırıl Türk, içi alev alev İslâm; içi dışına hâkim, dışı içine köle”[21] diye târif ettiği gençliğin Anadolu’da yeniden ayağa kalkması ve medeniyet tasavvuru olan bir hareketin yeniden kendi “ruh köküne” sahip çıkması gerektiğine bütün kalbiyle îman ettiği için; “Yiğit, düştüğü yerden kalkar”, “Yitik, kaybedildiği yerde aranır” anlayışını çok veciz cümlelerle ifâde etmiştir.
O; İslâm dünyasının ümidinin Türk milleti olduğunu ifâde etmiş ve “İslâmiyetin hâmisinin Türkler olduğunu ve dirilişin Türklerle başlayacağını”[22] defaatle dile getirmiş; İslâm ümmetinin ayağa kalkmasının Türklerin yeniden kendi ruh kökleri üzerine kıyâma durmasıyla mümkün olduğunu söylemiş ve Türk’ün kim olduğunu; “Abbasiler devrinde gölgelenen ve paslanan İslam, nihayet Orta Asya çöllerinden kasırga gibi esici, yeni insan ve kâinattan habersiz fakat saffetli ve lekesiz bir ırkın eline geçti. İsmi “Türk” olan bu ırk, ilk defa ruhunu İslam teknesinde yoğurdu, düşünebilme haysiyetine İslam’da kavuştu. Kahramanlıkla aşk ve imanı bir araya getirince de 16. asra kadar dünyanın en büyük imparatorluğunu, İmperium Romanum’a taş çıkartan imparatorluğunu kurdu. Üç kıtadan ibaret medeniyet dünyasının kilit noktasına çöktü ve Seyfü’l-İslâm oldu.”[23] cümleleriyle anlatmış ve bir şiirinde;
“Asırlık Garp plânı,
Türk rûhunda kargaşa!
Tek maksat bu yollardan,
Türk’ü getirmek tuşa.
Ermeni, Kürt, komünist
Bak şu sarmaş-dolaşa!
Ayaklı kötürümler,
Haydi, kalkın marş-marşa!
Budur Türk’ün bağrından
Yükselen duâ, Arş’a!”[24]
diyerek duygu ve düşüncelerini Maraşlı bir Oğuz Türkü olarak çok coşkulu bir biçimde terennüm etmiştir.
O; İslâm Birliği ideâlini savunurken, Müslüman ülkeler ve milletler içinde bu işe liderlik yapabilecek özelliklerin, tarihî tecrübe ve fıtrî hususiyet îtibâriyle sadece Türk milletinde bulunduğuna inandığı için şu görüşünü mükereren dile getirmiştir: “Dünya çapında İslâm kalkışı davasını Türkiye dışındaki ülkelerden beklemek hayâldir. Bu ülkelerden hemen hepsi, eski teşbihimizle, kâidesi îman, zirvesi küfür, olan birer ehram… Kâide, yâni halk Müslüman, zirve, yâni güdücüler kadrosu İslâm’a zıt… Malûm Batılılık ve Batıcılık ocağının işporta aydınları… Uzun zaman Türk hegemonyası altında kalmış olan bu ülkeler insan sayıları ve devlet genişlikleri ne olursa olsun, tarihî bir imtiyazın kazandığı hüküm olarak, İlâhî takdir ile Türk’ü model tanıma mevkiinde kalmışlardır. Emevî ve Abbasiler boyunca büyük İslâmi Arap İmparatorluğundan sonra, Müslüman toplumlardan hiçbiri, sadece Türk müstesna, devlet kurabilme tâkatine ulaşamamıştır. ‘Devlet-i ebed müddet’ tabiriyle çerçevelenen bu tâkat ise Türk’te, 17. Asra kadar sürmüş ve ondan sonra kendisini hazin bir müdafaaya çekmiştir.”[25] Ve O; “Ey Türk ruhumun atomu! Çatla ve idealinin baş harflerini göklere yaz!”[26] diyerek İslâm’ın hâmisinin Türkler olduğunu ve dirilişin Türklerle başlayacağını vecd hâlinde haykırmıştır.
O; “İşte bizim milliyetçiliğimiz; İslâm’a bağlı Türk rûhunun, bu mutlak kadro içinde Türk duygu ve düşünce hususiyetlerinin milliyetçiliği!.. Ve işte cihan ölçüsünde milliyetçilik…”[27] demiş ve bu konudaki görüşlerini de şöyle ifâde etmiştir: “Allah ve Resûlünü en çok sevdiği yahut en çok seveceği yahut da en çok sevmeye memur edeceği için Türk’ü sevmek, onun şahsî ve kavmî ruh hazinesini bu aşk zemininin üzerine serpiştirmek ve bütün zaman ve mekân boyunca bu rûhu geliştirmek, kalıplaştırmak, billûrlaştırmak ve maddeye nakşetmekten ibâret olan üstün milliyetçilik, ruhî muhteva dışı ırk ve kavim sebebine değil, ruhî muhteva içi ırk ve kavim neticesine bağlı o mefkûredir ki, usul ve sistemini de her millete veren, böylece darlık ve hasislik çemberini kıran, dünya çapında bir yenilik belirten ve hudut içinde hudutsuzluğa ulaşan büyük oluşun en gerçek yapıcısıdır.”[28]
O, kendisini; “Biz, evvelâ ve ana gaye olarak ciğerlerine kadar Müslüman, sonra dibine kadar Türk ve sonra sapına kadar erkek insanlarız.”[29] diye târif eylemiş, “Türklüğüyle iftihar etmiş”[30], “Ölümsüz kahraman Türk”ü[31] “Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet” diye vasfetmiş ve;
“Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.
Nur yoklu izinden git, KILAVUZ’un!
Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun!”[32]
dizeleriyle devam eden “Büyük Doğu Marşı”nda milliyetçilik ve Türklük mefhumunun ne demek olduğunu Necip Fâzıl şiir dilinin murassâ mısrâlarıyla ve nesirlerinde kaleme aldığı şâheser cümlelerle Türk milliyetçisi olduğunu bütün cihâna îlan etmiştir.
Necip Fâzıl; “Nutuklarımı Türkçe söylüyorum, yarın öldüğüm zaman da affımı Türkçe isteyeceğim…”[33] ifâdesiyle “Türkçe” sevdâsını dile getirmiştir. O; Türkçenin zarâfet ve nezâfetini “bülbül”le eş tutup; “Gecesi sümbül kokan, Türkçesi bülbül kokan İstanbul, İstanbul”[34] demiş ve Türkçeye olan muhabbetini de “Anne kokan bir Türkçem…”[35] ifâdesiyle anlatmıştır. Necip Fâzıl; lîsânımızdaki “Türkçeleşmiş Türkçe”[36] kelimeleri îdam etmeye çalışan, çok zengin ve çok güzel bir dil olan Türkçemizi medeniyet kültürümüzden, Kur’ânî Türkçeden ve Türk Dünyası’ndaki müşterek kelime ve kavramlardan uzaklaştırıp, basit, ifâde gücü zayıf ve metafizik mefhumlardan âzâde bir kabile diline çevirmek için “Öz Türkçecilik” (!) ve “dili arılaştırma” (?) adı altında yapılan akıl, ilim, mantık dışı metotlar, jakoben uygulamalar ve art niyetli kelime katliamları karşısındaki öfkesini “Hâlimiz” başlık uzun manzûmesinde dizelere dökmüş ve bu şiirin son bölümünde de Türk’e münhasır duygularını şu mısrâlarla dile getirmiştir:
“Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim…
Ya bunlar Türkçe değil, yâhut ben Türk değilim.
Oysa hâlis Türk benim, bunlar işgalcilerim;
Allah, Türk’e acısın, yalnız bunu dilerim.”[37]
Dr. Mehmet GÜNEŞ
(Devam edecek)
Dipnotlar
[1] Necip Fâzıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 61
[2] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., 66
[3] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., 64
[4] Necip Fâzıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, 312
[5] Necip Fâzıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 84
[6] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., 311
[7] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., 27
[8] Necip Fâzıl Kısakürek, Künye, 9
[9] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., 73
[10] Necip Fâzıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 65
[11] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., 63-64
[12] Necip Fâzıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 213
[13] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., 207
[14] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., 211
[15] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., 212
[16] Necip Fâzıl Kısakürek, Hiciv ve Öfke, Hâlimiz, 45-46
[17] Necip Fâzıl Kısakürek, Çerçeve, 206
[18] Necip Fâzıl Kısakürek, Hâdiselerin Muhasebesi 1, 59
[19] Necip Fâzıl Kısakürek, Esselâm, Vasiyet, 138-141
[20] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., 421
[21] Necip Fâzıl Kısakürek, Rapor 3, 88
[22] Necip Fâzıl Kısakürek, Çerçeve-3, 27
[23] Necip Fâzıl Kısakürek, Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar, 240; Rapor 10, 40
[24] Necip Fâzıl Kısakürek, Öfke ve Hiciv, 72-75
[25] Necip Fâzıl Kısakürek, Hâdiselerin Muhasebesi – I, 47
[26] Necip Fâzıl Kısakürek, Çerçeve 3, 27
[27] Necip Fâzıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 357
[28] Necip Fâzıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 213
[29] Necip Fâzıl Kısakürek, Memleket Gazetesi’nde Hakkımızdaki Yazıyı Yazan Kaleme Alana, Büyük Doğu, Kasım 1947
[30] Türk Edebiyatı Dergisi, Necip Fâzıl’la Evinde Yapılan Sohbet, sayı 117 (Temmuz 1983), sayfa 25
[31] Necip Fâzıl Kısakürek, Kanlı Sarık, 27
[32] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Marşı, 396
[33] Türk Edebiyatı Dergisi, Necip Fâzıl ve Meselelerimiz, sayı 117 (Temmuz 1983), sayfa 75-80
[34] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Canım İstanbul, 165
[35] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Hâtıra, 373
[36] Ziya Gökalp, Yeni Hayat – Şiirler, Lisan, 38
[37]Necip Fâzıl Kısakürek, Öfke ve Hiciv, Hâlimiz, 45