Günümüzde Din Algısı

İçinde yaşadığımız ve kafalarımızı karıştıran önemli konularımızdan bir tanesi de din, dinî hayat ve dindar insanlar hakkında çok ileri geri konuşulmasıdır. Burada din, dindar insanlar ve dinî hayat derken ebette Dinimiz İslamiyet’i kastediyoruz. Ne yazık ki ülkemizde her dine ve her görüşe karşı saygılı olan aydın kesimimiz kendi dinimiz olan İslamiyet olunca bu konunun herkes mutlaka konuşmayı ve mutlaka birtakım ahkâmlar kesme konusunda kendilerini yetkili sayıyorlar. Fetvalar veriyorlar.

Bir dönem camilerimize kiliselerde olduğu gibi sıralar koyalım, hatta ayakkabı ile girilsin diyenler çıktığı gibi, daha sonraki zamanlarda ise ne manaya geldiği muhataplarınca pek anlaşılmamış olmasına rağmen kendileri bilinçli ve şuurlu olarak “din vicdan işidir”, “dinin yeri insanın vicdanı ve mabettir” demişlerdi.

Bilindiği üzere Cumhuriyet idaresi yeni bir yapılanmaya gitmiş ve 1924’te Diyanet İşleri Başkanlığı’nı teşkil emişti. Bunun yanı sıra cami ve mescitlerle birlikte tekke ve zaviyelerin yönetimini de bu kuruma bağlamıştı. O gün için çok da doğru bir iş yapılmıştı. Fakat düzenleme devam etmiş ve 1925’te çıkarılan 677 sayılı kanunla ülke sınırları içindeki tekkeler kapatıldı, tarikatlar yasaklandı. Böylece Cumhuriyet idaresi dinî hayatı bu şekilde düzenlemekle problemi çözeyim derken daha sonra ortaya çıkacak olan daha büyük ve daha kalıcı problemlere zemin hazırlanmış oldu.

1925’te çıkan bu kanundan sonra tarikatlar bir bir yer altına çekildi; Ta ki 1950’lere kadar. Dini dışlayamazdınız. Ne kadar da bastırsanız, baskılasanız o mutlaka hayatiyetini sürdürdü. 1917 Komünist Ekim devrimi Sovyet Rusya’da bulunan tüm milletler için dini yasaklamıştı. Bu yasaklama 100 seneyi bulmadan yıkılmasının ardından tekrar yeryüzüne çıkmıştı. Rusya’da ne kadar da yasaklansa Tarikatlar şeklinde yeraltına çekilen İslâmiyet hayatiyetini sürdürmüştü.

Ülkemizde de 1950’lerden itibaren yavaş yavaş dernek veya vakıf statüsünde yasal bir görüntüye bürünerek yeniden örgütlenmeye başladılar; böylece -bir manada- “kayıt dışı olarak belirtilen din” kurumları olarak gelişmesini sürdürdü. Dini hayat boşluk kabul etmiyordu, yetkili ya da yetkisiz ellerde yne o boşluk dolduruluyordu. Nihayet bu oluşumlar, ülkemizde devlet okulları ile resmi din öğretimiyle birlikte ve yan yana genel öğretimin de yönlendirilmesinde etkili olma noktasına kadar geldi.

Ülkenin içinde bulunduğu mevcut şartlar veya siyasi mülahazalar nedeniyle neredeyse hiç konuşulmayan ve üzerinde durulmayan ve tartışmaya da açılmayan bu durumun ileride nasıl sonuçlar doğuracağını şimdiden bilme imkânımız yoktur. Fakat bazı tarikat ya da cemaatlerin giderek güçlendiği veya güçlendirildiği yolunda serzenişler olmuş olmasına rağmen acı bir tecrübe ile yaşadığımız Fetö kalkışması ve tecrübesine de bakarak az çok geleceği kestirmek mümkün ise de bu konuda da pek de güçlü bir ses türlü nedenlerle çıkamıyor.

Fakat burada üzerinde durulması gereken konu şu; ülkemizde “kayıt içi din” olarak nitelendirebileceğimiz olgu ile ilgili resmi din öğretimimiz yeterli mi? Problemsiz mi? Diyanetin hizmetleri, İmam-Hatipler okullarının yeterliliği ve İlâhiyat Fakültelerinin durumu, dinimizin gerektirdiği, toplumumuzun ihtiyaç duyduğu şekilde iyi bir şekilde mi işliyor? İmam-Hatip orta ve lise kısımlarının meslek dersleri ile diğer okulların din dersleri öğretmenliği ihtiyacını yanı sıra Diyanet’in muhtelif kademelerdeki din görevlisi ihtiyacını Yüksek İslâm Enstitüleri, İlâhiyat Fakülteleri yeterince karşılayabiliyor mu?

Ne var ki, bazı ilim ehli tarafından ileri sürülüp dile getirildiği gibi bin yıl önceki Selçuklu Nizamiye medreselerinde uygulanan program ne ise bu fakültelerde uygulanan da aşağı yukarı odur. Vaktiyle bu medreselerde okutulan tefsir, hadis, kelâm ve fıkıh dersleri bugün de “Temel İslâm Bilimleri” adı altında, çağımızın değişen şartları ve ihtiyaçlarıyla ilişkisi kurulmadan tamamen eski anlayışla okutulmaktadır.

Hemen burada belirtmek gerekir ki hayatın durağan olduğu o eski çağlarda bu program ihtiyacı karşılıyordu. Zaten o programlar, dersler ve konular da o günün şart ve ihtiyaçlarına göre hazırlanmıştı. Fakat dünyanın giderek artan bir hızla değişmeye, dönüşmeye başladığı aşağı yukarı üç asır öncesinden itibaren bu program şablonu, dünyadaki değişimin getirdiği yeni ihtiyaçlara cevap vermemeye ve ayak uyduramamaya başladı. Geldiğimiz noktada ise özellikle hukuk, ekonomi, siyaset gibi hayatın pratik alanlarına (muâmelat) ilişkin bütün düzenlemeleri üzerine alan geleneksel fıkıhta –ibadetlere ilişkin olanlar dışındaki- bilgiler giderek çağdaş hayatın somut taleplerinden koptu. Hatta bu programlar artık din üzerinden sorunlar üretiyor. Hocaların anlattığı eski “dinî” (aslında dünyevi) bilgiler ve yorumlar yenidünyanın olguları ile uyuşmuyordu. Böylece bu fakültelerin resmî ders program ve müfredatları bu çağda yaşayan ama bin yıl önceki Müslüman gibi düşünen öğretmenler ve din görevlileri yetiştiriyor.

Hâlbuki – biz elbette bu dinin mensuplarıyız ve onu gözümüz gibi korumalıyız- ama biz aynı zamanda bu çağın insanıyız. Bugün Müslüman toplumlar, ulemanın bu ikisi arasında uyum sağlayamamasından kaynaklanan pek çok sıkıntı yaşıyor. Fakat sorun dinde değil, eski akılda; özellikle de hâlâ ekonomisiyle, hukukuyla, siyasetiyle toplumsal hayatımızı yönetmek isteyen fıkıh anlayışımızdadır. Bu fıkhın ürettiği eski akıl artık yenidünyayı yönetmeye yetmiyor. Şu hâlde dinimizi, yenidünyanın, yeni ihtiyaçların gerektirdiği yeni bir akılla okumalıyız.

***

Günümüzde dinini yaşamak isteyen dindar insan eski fıkıh kuralları ile yeni gerçeklikler arasında sıkışmış bulunuyor. Bu durum üç Müslüman tipi üretti:

Bir grup eskiyi tümden reddediyor, sekülerleşiyor.  Günümüzde olduğu gibi. Kendilerini Müslüman addedip İslamiyet’in her şeyini tereddütle karşılayanlar mevcut.

İkinci bir grup eski din anlayışını sıkı sıkıya korumaya çalışırken çağından kopuyor; yeni olan her şeyle, yenilikçi, düşünen herkesle ve doğal olarak dünya ile kavga ediyor.

Bugünün Müslüman çoğunluğunu oluşturan diğer bir grup ise pratikte iki hatta üç otorite, üç farklı meşruiyet alanı üretmiş bulunuyor:

1. Devletin laik düzeni (laik hukuk, laik siyaset, seküler ekonomi vs.),

2. Mezhep fetvası,

3. Tarikat fetvası. Bir meselesinde hangisi işine yarıyorsa fetvasını oradan alıyor. Doğal olarak bu da dindarlar hakkında bir ahlak, dürüstlük ve güvenilirlik problemi üretiyor.

Günümüz Müslümanlarının bu üç seçeneğe mahkûm etmeyen bir din yorumunu acilen müzakere edilmelidir. Bunun için de ilgili uzmanların ve pedagogların İlâhiyat Fakültelerindeki eğitim öğretimin felsefesi, amacı, program ve müfredatı gibi meselelerini hem dinin asli kaynaklarına hem de günümüzün değişen şartlarına ve ihtiyaçlarına uygunluğu bakımından tartışılıp güncellemeleri gerekiyor.

Not: Bu yazının hazırlanmasında Prof. Dr. Mustafa ÇAĞRICI Hoca’nın bir yazısından faydalanılmıştır.

Yazar
Kenan EROĞLU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen