Dinî bayramlar dolayısıyla kutlamaların sekülerleştiğini, dolayısıyla bu bayramların ruhaniyetinin ortadan kalktığını biliyoruz: Hep söylenir olmuştur: Bayramlar eskisi gibi kutlanmamaktadır: Ailelerin bir araya gelmek yerine, aile bireylerinin ayrı ayrı farklı mekanlara tatile gidiyor olmaları; aile büyüklerini ziyaret edip el öpme âdetinin, özellikle genç insanların çoğunca arkaik ve geçmişte kalmış bir ritüel olarak kabul edilmesi… bütün bunların ve benzeri ritüellerin, artık gündelik hayatımıza taşınmıyor olmaları; ya da eğer taşınıyorlar ise, bunun sadece âdet yerini bulsun diye yapılan, ruhaniyetinden arındırılmış, dolayısıyla da muhtevâsız birer formaliteye ircâ edilmiş olması… Ne oldu da bu bayramlar, dinî olmaktan çıkıp sekülerleşti? Gelenekler, örf ve âdetler niçin ya bütünüyle göz ardı edilen ya da niçin sadece birer formaliteden ibaret, muhtevâsız ve ruhaniyetsiz, içi boş bir kalıba dönüştü?
Mesele, aslında genel anlamda geleneksel- olan ne varsa hepsinin bir şekilciliğe, bir formaliteye dönüşmüş olmasıdır. Bundan elbette dinî bayramlar ve onlara ilişkin ritüeller de payını alacaktı;-aldı da! Ama hiç şüphesiz, bayramların giderek âdet yerini bulsun diye kutlanıyor olmasının, modernliğin genelde, geleneksel-olan’ı muhtevâsından koparıp formaliteye ircâ etmesine bağlı olarak ,özelde mahalle düzeninin modern şehir hayatından çekiliyor olmasının da belirleyici bir konumu olduğu göz ardı edilemez.
Mahalle düzeni, o mahallede oturanların birbirleriyle sıcak, yakın, somut ve yüzyüze ilişkiler kurabildikleri yerleşim mekânlarıydı. Bu ilişkilerin sıcak, yakın ve ‘somut’ bir örüntü ağı inşâ ediyor olması, mahallenin başat [hâkim, dominant] söyleminin, akrabalık ilişkileri terminolojisi ile kurulmuş olmasıdır. Komşunun ‘Emine teyze’, mahalle bakkalının ‘ Ahmet amca’, mahalle bekçisinin ‘ Şükrü dayı’, karakol polisinin ‘Kemal abi’ olması, mahallelilik bağlarının akrabalık ilişkileri söyleminin içinden dilegetirildiğini gösterir.
Bu konuya ilişkin antropolojik argümanlar da vardır: Claude Lévi-Strauss, Encounter Dergisi’nde (Temmuz, 1979) Jean-Marie Benoist ile yaptığı söyleşide (Bu söyleşide, Lévi-Strauss’un ‘Mit ve Anlam’ adıyla Türkçede yayımlanan kitabında da yer almaktadır), ‘ bireyler arası ilişkilerin daha somut temellere oturduğu’ toplumlarda, ‘hâlâ ayırt edilebilir olan alt düzeyler’ olduğunu bildiriyor ve bu alt düzeyleri, ‘Sahihlik Düzeyleri’ [‘Niveaux d’Authenticité’] olarak kavramsallaştırıyordu. Lévi-Strauss, bu kavramı, ‘etnolojinin amacını, onu genel toplumbilimsel nitelikteki araştırmalardan ayırabilmek amacıyla yeniden tanımlamaya çalıştığı sırada kullandığı bir kavram’ olarak belirledikten sonra ‘[sorunların] özellikle ve yalnız soyut düzlemde değil, ama Pierre, Paul ve Jacques gibi [somut bireyler] düzeyinde, onların özgüllükleri, çıkarları, önyargıları vb. somut ilişkiler içinde çözümlendiği, dolayısıyla da kolektif yaşamın, gerçekliğin sahih algılanmasına ve onun hakikatine dayandığı köy ya da mahalle yaşamı düzeyinde’ ele alındığına işaret ediyor ve şöyle diyordu: ‘Beni üzen, komünal yaşam düzeyinden artakalarak bugün hâlâ varlıklarını sürdürenlerin [ki, ben bunu çağdaş toplumumuzun en verimli yanı olarak görüyorum] öteki düzeylerde varolmamaları…’
Ruhaniyet, işte bu mahalle yaşamının [Lévi-Strauss ‘komünal yaşam düzeyi’ diyor] getirdiği ‘sahihlik düzeyi’nin ürettiği ve yeniden ürettiği bir durumdur. Bir ritüelin ruhaniyet muhtevâsını, ancak somut, yakın ve sıcak ilişkiler inşâ edebilir. Zira ruhaniyet de, tıpkı insanlar arasındaki akrabalık ilişkileri gibi, Allah’la yakınlık ilişkisi kurmaktır. Bu yakınlığın en müstesnâ örneklerinden biri, merhum Ziya Osman Saba’nın şu dört dizesidir: ‘Rabbim, şuracıkta sen bari gözlerimi yum!/ Sen bana en son kalan, ben senin en son kulun;/ Bu akşam, artık seni anmayan İstanbul’un/ Bomboş bir camiinde uyumak istiyorum.’ Rabb’ine, ‘Sen’ diye hitap edebilme yakınlığı! Sadece o mu? Hayır! Bir ruhaniyetin kayboluşunun acısı da var bu dizelerde…
Ruhaniyet, ancak insani ilişkilerin somut, yakın ve sıcak ilişkiler olarak başat konumda olduğu mahalle gibi, ‘sahihlik düzeyleri’ inşâ eden mekânlarda gerçekleşebilir. Modernlik, mahalleyi yok ederek apartmanlı mekânları yaşama alanı olarak belirlediğinde, somut insanî ilişkiler, yerini, soyut ve formel ilişkilere bırakmış, geleneksel-olan ne varsa, onu da insanî muhtevâdan soyutlayarak şekle ve formaliteye dönüştürmüştür.
Türkiye’nin toplum hayatında gelenek, maalesef, sadece bir şekilden ibârettir artık…Yahya Kemal’in o müstesnâ rubaisinde söylediği gibi. ‘imânın şevk olduğu zamanlar geçti’…
Her şeye rağmen, Bayramınız kutlu olsun.