Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu Türk tarihi konusunda otorite olan bir bilim adamımızdır. Onun görüş ve düşünceleri bizim gibi milli değerlerimize önem veren insanlar için elbette çok çok önemlidir.
Kafesoğlu hocamızın görüşleri bizler için yolumuzu aydınlatan kutup yıldızı gibidir. Bu yüzden Kafesoğlu hocanın tarihimiz konusunda, tarihimize bakışımız konusunda gerçekleri bize gösteriyor olması da bizim için ayrı bir kazançtır.
Türkiye’de nerede ve ne zaman uygulamaya sokulduğu pek de bilinmeyen. “tarihte kurduğumuz 16 imparatorluk” gibi. Osmanlı tarihinin “kuruluş-yükseliş-duraklama, gerileme ve çöküş” gibi. Yine tarihin çağlara bölünmesi ve Türk tarihine de bunun uygulanması, günümüzde kullanılan çağ taksimi, Hıristiyanlığı resmî din olarak kabul eden Roma İmparatoru Konstantinos’a yani 337 yılına kadar Eskiçağ, İstanbul’un Türkler tarafından fethinin tarihi olan 1453’e kadar Ortaçağ, sonrası ise Yeniçağ şeklindedir. Ve bu bölünmenin de bizim tarih kitaplarında aynen geçmesi gibi konular üzerinde durulması gereken bir konudur. Biz bu yazımızda İbrahim Kafesoğlu hocanın Çağ taksimi konusunda neler düşündüğünü aktarmaya çalışacağız.
Kafesoğlu’na göre konu batı ve batılıların tarihlerinin seyrini yansıtması bakımından da ilginçtir. “Böyle bir tasnife ihtiyaç duyan Batılı ilim adamları pek haklı olarak kendi tarihlerindeki sosyal gelişmelerde bariz çizgiler halinde tespit ettikleri değişmeleri esas almışlardır. Batı tarihi de idare tarzı, din, hukuk, sosyal durum ve kültür gibi toplumun 5 ana cephesi bakımından İlk, Orta, Yeni ve Son çağlar arasında büyük ayrılıklar bulunduğu kesindir. Ancak çağ taksiminin ihtiva ettiği gerçeklik payını başka ülkeler ve diğer milletler için de geçerli saymak imkânsızdır. Çünkü Avrupa dışında kalan kavim milletlerin tarihi gelişmelerini aynı çerçeve içinde mütalâa etmek Asya ve Afrika milletlerinin mazilerini böyle bir kalıba sokmak mümkün değildir”.
Batı her konuda olduğu gibi yaptığı çeşitli tasnif ve ölçütleri tüm dünyanın gerçeği imiş gibi ileri sürmesi ve bizim gibi batılılaşma sevdasına kapılanlarca da kabullenilmesi yeni bir durum değildir.
“Batı örneğine uyarak üniversitelerimizde ve okullarımızda çağ taksimi sisteminde yürüdüğümüz hâlde, kendi tarihimizin çağlarını tesbit etmiş değiliz. Meselâ 4 bin yıllık mâzi biçtiğimiz Türk tarihinin Eskiçağı nasıl başlar ve hangi tarihlerde sona erer, bilmiyoruz. Çağ taksimini doğrudan doğruya Batı’dan aldığımız için, bizde Eskiçağ’ın öğretim ve araştırma konularını, tıpkı Avrupa’daki gibi kısmen Sümer, Akad, Asur, Babil, Urartu vb. tarihleri, fakat büyük ekseriyetle Grek- Roma tarih ve kültürleri teşkil eder. Avrupalı kendi tarihi gelişiminde adları geçen kavimlerle münasebeti meçhul bulunan Türk tarihine yer vermemekte ne kadar haklı ise, üniversitelerimizdeki Türk tarih mensuplarının Eskiçağ Türklüğünü dikkate almamaları ve milletimizin bugüne kadarki oluşunun ilk sosyal ve kültürel belirtilerinin önemini gözden kaçırmaları o derece yanlış bir harekettir. Ayrıca Batılı milletlere yön vermiş olan Antik çağ medeniyetinin Türk çocuklarına tafsilâtlı bir şekilde öğretilmesi yolu ile Türk toplumunda meydana getirdiği millî kültür duygularını zayıflatıcı tesiri üzerinde de önemli durmak gerekir.”
Cemil Meriç; “Haçlıların en son büyük zaferi bizim tarih kitaplarıdır” derken çok önemli bir gerçeği ifade etmektedir.
Nedendir bilinmez pek çok hükümet gelmesine ve bir o kadar Milli Eğitim Bakanı’nı gelmiş olmasına rağmen ders kitaplarımız ne yazık ki bu batı tasniflerinden kurtulamamıştır. Aslında biz kendi tasnifimizi kendi tarihimize göre yapmalıyız.
Kafesoğlu’na devam edelim:
“Türk tarihinin Eskiçağ’ı tesbit edilemediği gibi, Orta çağ’ı da açıkça tayin edilememiştir. Türk tarihinde Ortaçağ’ın sınırları da mâlûm değildir derken, İslâmiyet’le ilgili bir tasnifi hatırlatmamız icab eder. Bilindiği gibi, bizde Türk tarihini Türklerin İslâmiyet’i kabulden önceki ve İslâm olduktan sonraki devirleri diye ikiye ayırmak âdet hâline gelmiştir. İslâmiyet’in zuhuru Orta Doğu’da Ortaçağ’ın başlangıcı itibar edilirse, Türklerin İslâmiyet’e girişleri aynı zamanda Türk Ortaçağının başlangıcı demek olabilir. Esasen, yine Türk milletinin kendi içtimaî bünyesindeki köklü değişikliklerden ziyâde, bir dine intisab etmek gibi dış faktörlere dayanan bu tasnifin ilham ettiği görüşten dolayıdır ki, İslâm –Türk kavim ve devletleri tarihi Ortaçağ çerçevesine sokulmuştur. Fakat burada tarihî realiteden çok dini hâkimiyeti açıktır. İslâmiyet dışında kalanları müşrik sayan ve onlar için fazlaca tarihî ve medenî rol tanımayan İslâmî anlayış Türklerin birinci devrini araştırmaya değmiyecek kadar kıymetsiz saymıştır. Bu sebeple, bu tasnife bağlananlar İslâm öncesi Türk tarihini basit bir göçebe aşiret hayatından ibaret sanarak incelemeğe lüzum görmemişlerdir. Hâlbuki bu tasnif de, tıpkı Batılı tasnif gibi yanlıştır. İslâmiyet’in kabûlünü esas tutan bu taksim, ayrıca, Karluklar ve Oğuzlar dışında kalan birçok Türk kütlelerini ihmal etmenin zaafını taşır. Çünkü X. Asırda bir kısım Türkler İslâmiyet’e girerken, diğerleri yer yer Gök-Tanrı inancında veya Hıristiyan, Musevî, Budist ve Maniheist olarak yaşamışlardır. Böylece ilk bakışta isabetli gibi görünen son tasnifin de Türk tarihine tam uymadığı meydana çıkmaktadır.”
“Batı tarihi tasnifinin kopyasından ibaret olan bu bölünme Türk tarihinin gerçekleriyle alâkalı değildir. Çünkü bu taksimde yalnız Osmanlı İmparatorluğu dikkate alınmış, fakat Orta Asya, Hindistan ve Rusya’daki milyonlarca Türk düşünülmemiştir.”
Batılı tarihçiler ve tasnifleri yapanlar aslında büyük Türk tarihini, Türkün hâkimiyet sahalarını bazen görmezden gelmişler bazen de Hint yarımadası tarafına yönelen tüm guruplara Türk adını vermek yerine “Moğol” diye adlandırmışlardır. Burada bir iyi niyetten çok kasıt aranmalıdır.
“Çağ taksiminin Türk tarihinin özelliği dolayısıyla lüzumsuz değil aynı zamanda zararlı olduğuna da işaret etmek isteriz. Çünkü bu taksim özellikle İlk ve Eski çağlar bakımından birkaç doğu kavmi ile Grek Roma tarihini esas aldığı için Türk tarihi ve kültürünün temellerinin atıldığı İslam Öncesi Türk Tarihini karanlıkta bırakmaktadır. Türk tarihinin en büyük hususiyetlerini coğrafî yaygınlık hatta dağınıklık teşkil eder. Başka milletlerin tarihi muayyen ve değişmez bir bölge içinde oluşurken, Türk tarihi aynı asırlar içinde çeşitli iklimlerde gelişmeler göstermiştir. Bundan dolayı tarihte bir Türk yurdu ve bir Türk devleti değil, fakat aynı zaman içinde Türk yurtları ve Türk devletleri mevcut olmuştur, işte bu müstesna durum Türk tarihinin çağlar esasında araştırılması ve öğretilmesini fevkalâde zorlaştırmaktadır. Türk boyları muhtelif yurtlarında başka başka coğrafi şartlar, türlü iktisadi ve kültürel imkânlar dolayısıyla birbirlerinden farklı gelişmeler kaydetmişlerdir. Bunları çağ taksiminin belirli sınırları içerisinde ele almak kabil değildir. Buna mukabil, her Türk boyu için belirli mekân içinde inkişaf kabul ederek çağları, onlara, ayrı ayrı tatbik cihetine gitmek, meselâ Orta Asya Türklüğü için başka, Hindistan, Rusya, Balkanlar, Avrupa, İran Mısır Türkleri için başka başka, Osmanlı İmparatorluğu için de başka çağ sınırları tesbitine çalışmak da doğru olmaz. Bu, her ülkedeki Türk boyunu ayrı millet saymak mânasına gelir ki, hakikatlere ve ilme aykırıdır. Çünkü çeşitli ülkelerde görülen Türkler aynı milletin kollar hâlinde devamından ibarettir.”
Kafesoğlu’nun bu konu ile ilgili bazı teklifleri ve çözümleri vardır: konulara göre yapılmış bir tasniftir. Mesela, “Türk Teşkilat Tarihi”, “Türk Kültür Tarihi Meseleleri”, “Türk Hukuk Tarihi” gibi. Böylece disiplinlerarası bir seviyeye ulaşmış olur ve araştırmacıların bilgi paylaşımını arttırır.
Öyle anlaşılıyor ki Tarihçilerimize büyük işler düşmektedir. Tarihimize ve geçmişimize Batı gözüyle bakmaktan da en kısa zamanda kurtulmalıyız.
Not: Bu yazının hazırlanmasında ve yapılan alıntılarda. Değerli Yazar Hayati Tek’in, 21 Ağustos 2020 tarihli internet sayfasından faydalanılmıştır.
Kenan EROĞLU