Türk’ün Türkçeyle İmtihanı
(Türk’ün Tarihi Türkçeyle İmtihanla Geçmiştir)
Birkaç yıl öncesine kadar akademik hayatta zevk alarak yaptığım işlerin başında araştırmacıların elinden yeni çıkmış makalelere hakemlik yapmak geliyordu. Kontrollerden geçip editörün onayını aldıktan sonra tarafınıza gönderilen bir yazıyı dikkatli bir şekilde gözden geçirdiğinizde, muhtemel ki farklı ve entelektüel bir tecessüsün, o güne kadar kafa yormadığınız bir konuda ele aldığı bir metinle karşılaşıyor, okuduğunuz yazıdan size geçen bilgi, dikkat, bakış açısı ve tecrübelerle zenginleşiyordunuz. Hatta, gözünüzden kaçmış nice kaynakları/bağlamları fark ediyor dağarcığınızı besliyordunuz. Ufak tefek kusurları/eksikleri varsa tespit ediyor, siz de karınca kararınca katkı sağlıyordunuz bu bilimsel coşkuya.
Artık öyle mi? Pek nadir düşer oldu elimize böylesine nitelikli yazılar.
Bilim etiğiyle ve hakkaniyet duygusuyla bağdaşmayan çokça yaşanmışlıklarım nedeniyle hassas ve adaletli davranmaya çalışırım bu tür makaleleri okurken ve bunlar hakkında hüküm verirken. Eskişehir’den İstanbul’a geldikten bir süre sonra, bir vakfın düzenlediği, katılmam için çağrılarda bulunduğu, ısrarlar sonucunda hatır için katılmaya karar verdiğim, tecrübelerimden yola çıkarak hazırladığım bir özetle başvurduğum çalıştaydan ret cevabı almasaydım burada yazdıklarımı daha da açacak, uzun uzun anlatacaktım içimde biriktirdiklerimi.
Amacım konuyu kişiselleştirmek değil, akademik camiadaki bir yaşanmışlığa ve akabinde bir tutarsızlığa kısaca değindikten sonra, yazılarda gittikçe kendisini belli etmeye başlayan Türkçe problemine, yetersizliğine geçmek isterim.
İlginçtir ki son zamanlarda akademik çevreler Türkçe üzerinden de ikiye bölündü. Her gün yeni yenileri ortaya çıkıyor ama en bilinen ve popüler olanı “Türk edebiyatı” mı “Türkçe edebiyat” mı tartışması. Bu sorular ideolojik olarak nerede durduğunuzu ölçen parametreye dönüştü. “Biri diğerinin niçin alternatifi olsun ki, ikisi de dostum!” dediğinizde yüzler asılıyor, sinirler geriliyor.
O hâlde sözü uzatmadan fikrimi beyan edeyim, benim için önce “Türkçe” gelir. Her anlamda Türkçeyle barışık olmayan birinin diğer nitelikleri beni ilgilendirmez. Benim anlayışımda “Türk”, hem konuşurken hem yazarken hem düşünürken hem sitem ederken hem de severken her yönüyle Türkçenin hakkını veren insana denir. Bu da dili içselleştirmekle mümkündür. Dili içselleştirmek akıl, mantık, gönül, duygu ve zihniyet yoluyla onunla haşır neşir olmaktan geçer. Zaman, emek, itidal ve süreklilik ister. Dilin rüyasını görmek, maverasını talep etmeyi gerektirir. Türkçeyi hayatının merkezine koymayan bir dil ve edebiyat araştırmacısı bunu gerçekleştiremez. Daha açık söyleyeyim, ekmeğini bu işten kazananlar için Türkçe araç değildir, araçsallaştırılamaz. Veya başka bir deyişle: Milletler dilleri doğurmaz, diller milletleri inşa eder. Dilsizlik yok eder, tarihten siler.
Amacım yeni polemiklere kapı aralamak değil.
İtiraf edeyim, artık hakemlikler de bazı bilimsel aktiviteler de içinde emek, incelik, birikim ve zekâ barındırmayan yazılar da kazılar da sızılar da hatta uzmanlar da eskisi kadar ilgimi çekmiyor. Hele gençlerin ilgisini hiç çekmiyor.
(Böylesine vasat bir ortamda kimi insanlar, yüzünden okuyamadıkları tarihsel metinlerin uzmanları olarak boy gösterebiliyor. Ne desem bilemiyorum.)
Bu durumun tek sorumlusu ben olamam.
Kırk yıldır aynı konuların aynı üslupla aynı bakış açısıyla, üzerine en küçük bir bilgi kırıntısı eklenmeden tekrar tekrar yayımlanmasından, konuşulmasından, hatta bağırılmasından kaynaklanıyor olmasın bu durum?
Hatta geçmişte yapılanların bile gerisine düşmekten?
Eleştiriden, özgünlükten uzak, teorik arka plandan yoksun, literatürün hakkını vermeyen, karşılaştırmalara girmeyen, sadece konuya, temaya ve duyguya yaslanan kendi yazdıklarımı da okuyamıyorum artık.
Kendimin, kendini yenileyemeyen tarafına da mesafe koydum.
İnsanın kendine bile tahammülü kalmıyor bir yaştan, bir noktadan sonra.
Ece Ayhan yaşasaydı “Az yazın, az konuşun, kimsenin umurunda değil abiler.” derdi.
“Geleceğin de umurunda olmayacaksınız.” diye de eklerdi.
Bu aktüel Türkçe bahsiyle ilgili olarak özellikle genç akademisyenlerle kısa bir hasbihalde bulunmak isterim.
(Derdim vardır inilerim.)
Bilimsel yazılara biraz ara verin, denemeler yazın, çocukluğunuzu, çocukluğunuzdaki hayallerinizi anlatın mesela. Hem de dilin bütün zamanlarını kullanarak, sıfatları, zarfları şımartarak, edatları köpürterek…
Erken uyandığınız bir sabah güneşin doğuşunu, havanın aydınlanışını, uykunuzun kaçtığı bir gece yıldızların ürperişini, gökyüzünün yaşadığı değişimi anlatın.
Sevdiğiniz şiirleri, türküleri, şarkıları, manileri yazın. Bunlar içinde en beğendiğiniz dizelere kazmayı vurun. Bu dizelerden ne anladığınızı izah edin. Evet, yazarak anlatın. Dilin kolektif bilinçdışına yazarak inilir çünkü. Yazarak düşünün. Yazarak yol alın. Zira, okuduklarınızdan ne anladığınızı öylesine merak ediyorum ki… Hatta neleri beğendiğinizi de. Sizden öğrenecek çok şeyim var.
Hastaneye yol düşürün mesela, hastanedeki telaşı, tedirginliği anlatın. Bekleyişi anlatın. İnsanın ve zamanın öbür tarafına geçin. Empati kurun. İnsan ki empati yapabilen tek varlık. Ve sonra yazın.
Bir çocuğun dünyaya gelişine kapı aralayın. Adım adım büyümesini dile dökün. Ayağa kalkmasını, yürümesini, koşmasını…
Bir köy düğününe gidin, gelinin ve gelinin annesinin derisinin altına girin. Onların dilinden çözümlemeler yapın. Çekilen halayların ruhuna inin. Dile kına yakın, bir asır çıkmasın Türkmen balalarının gönlünden.
Doğayı gözlemleyin, dağları, ırmakları, ağaçları, çiçekleri, kuşları seyredin. Baharla gidin yazla gelin; kışla gidin güzle gelin. Doğanın dilini çözün böylece, dili olun.
“Erik dalı gevrektir” ile “pencereden kar geliyor”u karşılaştırın. Hem de acele etmeden yapın bunu, öz suyu gibi toprağa inerek yaprağa çıkarak, gönlün tüm perdelerini açarak.
Daha açık yazayım, dili her yönden kuşatacak denemeler yapın. Bir dost gibi sarılın ona. Defalarca yazın, silin, yırtın, yeniden yazın. Hemen beğenmeyin, hatta hiç beğenmeyin. Cümleler, benzetmeler, metaforlar kanınıza karışana kadar deneyin.
Bu ve buna benzer çalışmaları/denemeleri/alıştırmaları yapmadan bilimsel yazı yazanların yazılarını okuyamıyorum, hakemlik yaparken de normal zamanlarda da. İçim şişiyor.
İnsanlar tanımadıkları, bilinçli bir şekilde kullanmadıkları bir dille niçin yazarlar, niye yazarlar? Hatta akıcı bir dille ve herkesin anlayabileceği bir sadelikle yazılan makaleler niçin küçük görülür ve hep karmaşık, anlaşılması güç yazılar el üstünde tutulur? Ağzınızda da kâğıt üzerinde de güzel dursun kelimeler. Okuyanlar keyif alsınlar onların ahenginden.
(Bir makalem için yazının hakemi şöyle bir soru sormuştu: “Yazar kendisini Tanpınar mı zannediyor?” İçimi okumuştu, hakemlik de yazanın içini okumak değil mi zaten?)
Dilin özüne inememeyi, ki bu da çok okumakla ve denemekle olur, Türkçeye saygısızlık olarak görüyorum.
Anlatım bozukluklarından geçtim, anlamın da buharlaştığı ne yazılar bilirim ben, hem de sonrası olmayan koca koca unvanlı (yoksa ünvan mı demeli?) araştırmacılardan.
İnceliğini kaybetmiş ruhsuz kalıplarla konuşup yazdığımızı düşünüyorum, dille (Türkçeyle) aramızda uçurumlar var. Dostu olmadığımız bir dille makaleler yazdığımızı, kitaplarca gevezelik ettiğimizi de.
Biraz dinlenin, sonra usul usul Karay, Atay, Atılgan, Safa, Aytmatov, Ayverdi, Ersoy, Erol, Fikret, Beyatlı, Hâşim, Dıranas, Uyar, Gürpınar, Tanpınar, Tahir, Karasu, Karakoç, Atsız, Ökten, Topçu, Abasıyanık, Yavuz, Pamuk, Gürbilek, Savaş, Kalkan, Edgü… okuyun.
Türkçe kaçmıyor abiler.
“Türk” ile “Türkçe” kavramını dövüştürerek taraftar toplamaktan vazgeçin. Bunlar etle kemik/tırnak gibidir, Türk’ü Türkçe giydirir.
Türkçe köprüsünden geçmeden ulaştığınız yerlerde vatan bulamazsınız.
(“Türkçenin çekilmediği yerler vatandır.” demiş üstat, ya çekildiği yerler?)
Madem ki Türk’ün Türkçeyle imtihanı dedik, cevabını siz okurlara bıraktığımız sorularla yazımızı bitirelim.
* Türkçenin hafızası olan sözlükler hazırladık mı, bilimsel tasnif ve sentezlerden hareketle kurallarını derleyip toparladık mı her seviyeye göre? Antolojiler, ansiklopediler, edebiyat tarihleri yazıldı mı tek bir eseri bile dışarıda bırakmayan?
* Yazma eserler, gazeteler, dergiler okundu mu, tarandı mı?
* Biyografiler, monografiler tamamlandı mı?
* Yapılan ve yapılmakta olan bütün çalışmaların yüklendiği, konunun uzmanlarının bunları görebildiği bilgi bankaları kuruldu mu?
* Her bilim dalının tam ve eksiksiz terim ve kavram sözlükleri oluşturuldu mu?
* Türkçeyle tıp, hukuk, ekonomi, eğitim bilimleri, felsefe, sosyoloji, psikoloji eğitimi yapılabiliyor mu? Yoksa bu alanların kendilerine mahsus Türkçeyle pek ilgisi olmayan dilleri mi var? Bütün bunları dert edinecek münevverler, üst ve alt kurumlar var mı?
* Türkçe içte ve dışta bilim ve sanat dili muamelesi görüyor mu?
* İmla kılavuzları ne durumda? Dilin kuralları konusunda birlik/beraberlik var mı ve mantıklı güncellemeler yapılıyor mu?
* Gelelim edebiyata ve dile. Türk dilinin ve edebiyatının dünyanın bütün dillerine çevrilebilecek terim ve kavram sözlüğü var mı? Varsa bunların bilimsel seviyesi ne durumda?
* Türkçenin hem kendi çocuklarımıza hem yabancılara öğretimi bilimsel bir kisveye büründü mü, yoksa hâlâ benim gibi bu işin meraklılarının elinde mi bu alanlar?
* Türkçe eserlerin dünya dillerine çevrilmesi/tanıtılması gibi bir derdimiz var mı? Çok dilli ama önce Türkçeyi iyi/eksiksiz bilen uzmanlardan bahsediyorum. Çevirmenlerden, editörlerden, eleştirmenlerden bahsediyorum. Var mı bunlar?
* Türkçe çocuk kitapları ne durumda?
* Türkçeyle yazılan makalelerin, bildirilerin, raporların, kitapların Türkçe yetkinlikleri ne durumda? Dünya standartlarının, hatta geçmişte yazılanların üstünde mi altında mı?
* En önemlisi Türkçe yeni sanatçılar doğuruyor mu? Dili besleyen ve geleceğe taşıyacak olan şairler, romancılar, öykücüler, denemeciler ne durumda? Türkçe âşıkları, sevdalıları var mı? Hamaset yapmaktan değil ortaya nitelikli (bilimsel) eserler koymaktan bahsediyorum.
* “Türkçe”siz “Türk edebiyatı” olur mu?
* Ve birbirimizin yazdıklarını okuyor, söylediklerini dinliyor muyuz? Eleştiriye, öğrenmeye açık mıyız?