Şerif Aydemir Ağabey -2

Yaşamak Geçti Başımdan Şerif Aydemir Ağabey’in son kitabı, kısa kısa yazılardan meydana gelmiş. Yazı başlıkları bile ayrı güzel. Bazılarını yazayım;
Dost dosta kapı aralar, Güzel söz ömrü uzatır, Söz dediğin iki kalbin arası, Ne hoştur insanın bir gül açması, İnsan bu- ne varını yer bitirir, ne sözünü der bitirir, İnsan sevince yaşamaya başlıyormuş, Sultana muhtaç olmayan dünyanın sultanıdır, İnsan sorumluluktur….
Ne güzel şeyler var kitapta.
“Dost dosta kapı aralar, yol açar, Hakk’a götürür”müş. Ahmet Güner Sayar söylemiş bir sohbetinde.
Mart sonunda kar yağmış Akseki’ye. Çiçek açan badem dallarının üstü parmak kalınlığında kar olmuş. Osman Yüksel Serdengeçti gece kalkmış çiçekler üşümesin diye dallardaki karları silkelemiş ama kendisi zatürre olmuş.
Eskader’i kurmuşlar, Mustafa Kutlu “niye kurdunuz?” diye sorunca “Selâmı çoğaltmak için” diye cevaplamış Şerif Ağabey.
Adana’da İnce Cumali filminin galası yapılıyor. İki bin kişilik yazlık sinemada oyuncular tek tek sahneye çağrılıyor. Sıra Erol Taş’a gelince bahçede taş kalmıyor sahneye atılamadık. Şişeler, sandalyeler havada uçuşuyor. Erol Taş o gür avazıyla haykırıyor: “Atın atın! Siz bana taş atmıyorsunuz, ekmek atıyorsunuz.”
Çömlekçi Yaşar ile sohbet yapmışlar “Ustanız sizi ziyarete gelir miydi?” diye de sormuşlar. Şöyle cevap vermiş;
“Gelirdi elbet.’ Aferin bu işi çok iyi yürütüyorsun, benim yerimi boş komadın’ diye keyiflenirdi. Yukarıda bir üzüm bağı vardı, oraya gelip giderken uğrardı hep. Testi vermiştim soğuk su içsin diye. Su içeceği vakit ‘Yaşar’ımı verin bana’ dermiş, ‘Testiyi verin’ demezmiş. Benim için ne doyulmaz saadetti, bu söz hayatımı doldurmuştu. Hâlâ unutamıyorum.”
Babası Elazığ’dan bir sapan almış Şerif Ağabey’e. O da sessizce kuşları beklerken annesi gelmiş yanına. “Kuşlara taş atmanı istemiyorum” demiş. “Kuşları korkutursan, yaralarsan çok üzülürüm” diye de ilave etmiş. Şaşırmış Şerif Ağabey “Niye?” diye sorunca cevap vermiş annesi; “Çünkü ben kuşların da annesiyim.”
Yazıların hepsi birbirinden güzel.
Dünyanın en güzel şiiri bir arkadaşı beklemekmiş.
Sormuş sonra Şerif Ağabey;
“Ey dost! Biraz kendini yokla, en son hangi arkadaşını özledin ve yollarına baktın?”
Sadettin Kaplan’dan da bahsetmiş Şerif Ağabey. Onu okuyalım;
“19 Kasım 2015 Perşembe günü saat 11 sularında Eskader’in kapısını aralayıp içeri süzüldüğünde hızı kesilmiş, bütün heybeti ve şirinliği budanmıştı adeta. Selâm verdi, bir sandalyeye ilişti. Yüzü safran gibi, mahzun ve melül.. Gözleri bulutlanmış, ha yağdı ha yağacak. Göğsünde yaralı bir serçe çırpınıyor. Benim ürkek bakışlarımı avucuma aldı; usul usul, yutkuna yutkuna titreyen dudaklarından şu dizeler akıp geldi:
Bakma öyle uzaklara kahırla,
Mektubumun cevabını tez gönder.
Son cümleyi dudağınla mühürle,
Selâmını kirpiğinle yaz gönder.
Gül dalında bitirdiğin gönlümü,
Gam çölünde yitirdiğin gönlümü,
Gidiyorken götürdüğün gönlümü,
Ak kağıtta imza diye ez gönder.
O gün geldiği gibi bir hayalet sessizliğinde odadan dışarı kayıp gitti. Daha hiç görüşmedik. Duyduk ki 11 Haziran 2016 Cumartesi günü “göç” ilmuhaberini alıp Hakk’a yürümüş.”
Sadettin Kaplan Ağabey hastalığının arttığı dönemde yanındakilere şöyle tembih etmiş; “Beni defnettikten sonra vefat ettiğimi duyurun. İnsanların işi gücü var. Telâşa yapıp buraya kadar gelmesinler.”
Biz de daha sonra duymuştuk zaten.
Şerif Ağabey Ruhuma Saplanan Şehir’de bir hikâye yazmıştı. 
Eskişehir de geçiyordu içinde, özeti şöyle idi;
Ruhuma Saplanan Şehirden Köye Dönüş
“Geleli sekiz ay oldu ama alışamadım şu koca şehre.
Son on yılımı Bafra, Alaşehir ve Urfa’da tamamlayıp, emekliliği hak kazanınca İstanbul’a tayinim çıktı.
Bugün bankadan bir saat erken çıkmayı düşünüyorum. Eve misafir gelecek, Mısır Çarşısına çıkmayı düşünüyorum.
Çıkmadan bir “iş olsun” kontrolü yapayım istiyorum.
Fatoş’un tiz ve notasız sesi bütün uğultuyu bastırıyor. Karşısında duran köylü giyinişli bir adam ve on- on beş yaşlarında çocuk hemen dikkatimi çekiyor. Fatoş mutlaka tartışıyor, engel çıkarıyor olmalı… Müşterileri önüme siper edinerek bankoya yaklaşıyorum. Konuşmaları net duyabiliyorum artık.
-Ne olur hanım kızım, ta Eskişehir’den geldik. İki gündüz sürünüyoruz. Yarın da hafta sonu, daha kalamam buralarda.
-Bana ne? Bana şimdi geliyorsun, zaten birazdan vezne kapanacak.
-Hanım kızım dedim ya, para çekecek değilim. Borcum ödendiğine dair bir kâğıt verirseniz icraya götüreceğim. Traktörümü bağladılar, ne olur işimi gör, sav beni başından.
-Traktörüne haciz koydururken düşünseydin! Ben ne yapayım? Bu saatte evrakını bulamam.
-İşte makbuzlar elimde, elbet numarası yazılıdır. Vallahi ne otele, ne de lokantaya verecek param kalmadı, otobüs biletine ancak çıkışır.
Çocuk deminden beri ağlamaklı sesle yalvaran babasına yapışmış, çekik gözlerinden süzülen mahzun bakışlarını konuşmalara göre kâh babasının üstünde, kâh Fatoş’un üstünde gezdiriyor ama gitgide, esmer çehresine koyu kızıllıklar doluyor.
O anda, çok eskilerden kalma bir hisle, şiddetli bir dürtüyle yoklandığımı hissediyorum. Ürperişimi, bir iç sarsıntısıyla sendelediğimi herkes görüyor, ya da bana öyle geliyor. Aniden Fatoş’un önünde dikilip öyle bir bakış gönderiyorum ki, hemence zavallılaşıyor, benzi sapsarı kesiliyor.
-Bu kardeşin evrakını monitörden çıkar, borcun ödendiğine dair icraya hitaben yazısını yaz bana getir, acele bekliyorum.
-Baş üstüne Müdür Bey!
Kırk yıllık dostummuş gibi Eskişehir’linin koluna girip çocuğunu da önüme katarak şaşkın bakışlara aldırmadan odama iniyoruz birlikte. Adama sigara ikram ederken odacıyı çağırıp iki gazoz söylüyorum.
Muavin bey kapıya dikiliyor.
-Müdürüm bugün erken gidecektiniz?
-Hayır gitmiyorum!
-Siz bilirsiniz.
Çocuk gazozunu hızlı hızlı yudumlarken çekik gözlerini benden ayırmıyor. Kısa kesilmiş saçlarına, küçücük burnu, esmer teni nasıl da uyumlu düşüyor. Ne masum, ne mübarek bir yüzü var. Babasının şaşkınlığı ise henüz geçmiş değil, buram buram terliyor, dudakları kıpırdadıkça bana en halisane duaları gönderdiğini anlıyorum.
Evrak gelinceye kadar hiç konuşmuyoruz… Yazıyı imzalayıp zarfa yerleştiriyorum. Belli etmemeye çalışarak zarfın içine de bir yüzlük indiriyorum. Adamın yorgun ve sulu gözleri üstümden ayrılmıyor…Gözleri daha da sulanarak yuvasında bilye gibi oynuyor. Boşaldı boşalacak…Elimle sus işareti veriyorum.
-Beğim.
-Sus dedik sana!
-Ayağın taşa değmesin, beyler paşalar evinde konaklasın..
-Hadi ama, otobüsü kaçırırsınız sonra.
-Bey, Allah seni iki cihanda aziz eylesin.
Çocuğu yanaklarından öpüp, ikisini de yola salıyorum. Daha odama girmeden Eskişehir’li koşup geliyor, koridorda yakalıyor beni.
-Bey bunu neden yaptın?
Duygularla örülü dünyama çimdik atıyor sanki…Kendimi sağlama almazsam, korkuyorum bende çözülüveririm. Ama o cevap bekliyor. Merakı dağılmadan, düğümü açılmadan gitmeyecek gibi.
-İki sebeple yaptım Eskişehir’li kardeş, iki sebeple. Biri o alnında bütün güzelliğin ve masumluğun fihristi okunan o çocuk için. İstedim ki daha şimdiden insanlara güveni sarsılmasın. Babası, atası gözünde küçülmesin, nazenin yüreği burkulmasın, şehir ruhuna saplanmasın.
– İkincisi senin için yaptım. Seni, çocukluğumda Sezai Doktor’un ayaklarına kapanan babama benzettim. Minnet ateşinde pişmiş, çileleri örsünde döğmüş bir yiğidi oğlunun yanında yalvartıp ağlatacak kadar vicdansız, imansız değilim ben…
Eskişehir’li tutulacak gibi değil, Eskişehir’li kaçıyor. Kaçarken katıla katıla ağladığını, ağladıkça içinin serinlediğini, gönlünün gökkuşağı kadar renklendiğini biliyorum artık.
Eskişehir’li kaçıp kurtuldu, ya ben?
Odacı her zaman olduğu gibi günlük postayı masamın üztüne bırakıyor isteksizce…Babamın mektubu…
Babamın imlâsız ama tumturaklı yazısını, o yazıya sinen kokusunu özlemişim. Alelacele zarfı açıyorum selâm, kelâmdan sonra:
“Evlâdım, sevgili oğlum.
Bu sene köye bir haller oldu oğul. Her taraf yemyeşil, her yan cıvıl cıvıl… Kurudu bildiğimiz bademlerin çağladan dalları yere uzadı. Elmalar kurtsuz, mişmişler etli oldu. Keklikler köyün içine kadar indi. İnsanlar mı munisleşti, yoksa onlar mı evcilleşti?
Bu yaz benim de dizlerime derman geldi sanki. Değneğe dayana dayana Has Bahçe’ye indim. Yediveren’in altında duramadım. O kadar dut verdi ki, gökten şıra akıyor sandım. Gurbetçiler kazanlarla pekmez pişirdiler, iki yanından da sürgün verdi.
İlle de Karadağ’ı görmelisin. Doruğuna bakmaya doyamazsın, dersin ki hallacın önünde uçuşan pamuk yığını. Gençler tabak tabak karlar taşıdılar, pekmeze katmak için. Gidip gelenlerden dinledim. Diyorlar ki: Ya ovadaki köyler çukurlaştı, ya da Karaca yüceldi, sivrileşti. Tepesinden baktın mı ta Munzur’un ardı seçiliyor.
Bu hasret yetti oğul! Gel…Gel de Karadağ’ın ak alnını seyret, eteğinde at oynat.. iyiyim dediğime aldanma sen, ölümden evvelki geçici esenliğe benziyor benim halim. Gel de sağırlaşan kulağıma bir Harput Türküsü söyle. Dirliksiz başımı dizine yaslayayım, Allah diyeyim.” 
Şerif Ağabey’e bir mektup yazdım bu hikayeden sonra. Mektubun içine de hikayede bahsettiği, Eskişehir’li babaya verdiği yüz lirayı koydum. Bir de köyümüzde dokunan peşkir. Mektup da şu;
“Şerif Ağabey,
Bizim köyde kimi kimsesi yok, maddi durumu iyi olmayan bir ablamıza ilçenin kaymakamı ve bir kaç yetkili geliyor. “Abla, siz yaşlı aylığını hak etmişsiniz, o yüzden geldik, evrakları isteyeceğiz ve size aylık bağlayacağız.” deyince ablamız “Olmaz, benim ırahmetlik buvam nöfusa bi yaş böyük yazdırmış, ta u aylığı ben hak etmedim, haram olur.” demiş.
Bu peşkir o ablalarımızın çeyiz sandığından.
“Filemenkçi Ali” derlerdi, şehirden bu kişiden alırlarmış ipleri peşkir dokumak için. Sonra da tezgâh başına geçip ilmek ilmek dokurlardı, nakış nakış işlerlerdi. “Al almayı daldan al” derler di belki. “İçine üç elma koy, birini dişle yolla” diye ses duyarlardı uzaklardan.
Dervişin biri elinde tesbih çeke çeke gidiyormuş. Yolda bir kıza rastlamış sormuş;
-Nereye gidiyorsun?
-Sevdiğime elma götürüyorum.
-Kaç tane?
– A aa… İnsan hiç sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı?
Derviş tesbihi koparmış.
Alma yanı,
Al olur alma yanı,
Nasıl gabre koyarlar
Muradın almayanı?
Sonra bu dokunan peşkirler çaya indirilir, çay kenarında öbür âleme yolcu ettiğimiz kişilere de kullanılan ak taşlı kara kazanlarda kaynatılır, göğeren meşelerin üzerine serilir. Tekrar kaynatılır, kille, tokaçla dövülür, tekrar serilir. Dövülme aklanma içindir. Bir taş atarız çaya düşer. Bir ay doğar ilk akşamdan geceden, sevdiğimizin gözleri aya düşer. Çayda çıra yanar göğümüzü aydınlatır. Bazen baştan başa ayvalı bağ olan derelerimiz buz tutar ama hep çayın bir de öte yüzü vardır.
“Gam zedeler,
Gam vurur gam zedeler,
Sinemi hakkak delemez,
Delerse gamze deler.”
der, şeher yoluna çıkarız belki. Uzaklardan gelene “ne feryat edersin divane bülbül” deriz ama yine de sinemizde bir yerler tutuşmuştur. Yeşil yaprak arasında kırmızı gül goncasıdır sevdiğimiz. Yüksek minarede yanan kandiller hep yolumuzu ışıtır.
Yetik Ozan diyor ya;
“El emeği, alın teri, göz nuru,
Bu kilimde üç çilenin yünü var.
Boşa değil şu kibiri, gururu,
Yedi iklim dört köşede ünü var.”
Yine devam etmiş;
“Her teli bir pınar olup akmada,
Her düğüm yâr gözü gibi bakmada,
Biçimler elele halay çekmede,
Sanki ortasında köy düğünü var.”
Sonra bu peşkirlerin düğümleri bağlanır. Bağlayanın içinden neler geçer, Dağküplü Köyü’nün çayı, Sakarya’ya neleri götürür bilinmez.
Damlaların gayesi ummana kavuşmakmış. Umman bulut olur yine damla damla hangi hasret yangınına el uzatır meçhûl.
Bu peşkirler dualı ibriklerin su döktüğü elleri kurutur bir müddet sonra.
Çeyiz sandıkları gelin- güvey çiçeklerinin kokularını saklar aynı zamanda. Bu peşkirlere Anadolu’nun binlerce yıllık ruhu sinmiştir.
Ağabey,
Ruhunuza saplanan yere bu peşkiri bastırırsanız faydası olur.
Zarfın içindeki para da hani bir babaya vermiştiniz Eskişehir’li…
Babalar çilekeş, babalar güzel.
Rahmetli babam dünyadaki kavgaları görünce “Dünya halbuki çok geniş, herkese yetecek kadar yer var ” demişti. Bunu bir şiirde kullanmıştım, dağlara söyleyerek;
Dünya geniş, hiç kimseye dar değil,
Bana gitmek, sana kalmak zor değil,
Doruğunu vatan tutan kar değil,
Damla damla ben eririm dağlar ey…
Say ki o Eskişehir’li kaçıp kurtulamadı.
Kim bilir?
Ellerinizden öperek…
Yanan ağlar,
Yâr diye yanan ağlar,
İki baş bir yastıkta,
Erken uyanan ağlar.”
Yazar
Mehmet Ali KALKAN

Eskişehir'de doğdu. Eskişehir Gazi İlkokulunu, Tunalı Ortaokulunu, Motor Sanat Enstitüsünü ve Çukurova Üniversitesi Mühendislik Bilimleri Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümünü bitirdi (1980). Bir müddet Eskişehir Belediyesinde ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen