Magna Carta’nın adını lisede tarih dersinde duymuştuk, şimdi okullarda adı geçiyor mu bilmiyorum. Hukuk fakültesinde demokrasinin yönetim sistemi olarak gelişmesinde ne kadar önemli bir merhale olduğunu öğrendik.
1215 yılında İngiltere’de “kötü kral ya da yurtsuz” diye anılan Kral John döneminde dünya hukuk tarihinin en önemli belgelerinden biri yayımlandı. Latincesi “Magna Carta Libertatum” Türkçesi “Büyük Özgürlükler Sözleşmesi” kral tarafından imzalanarak yürürlüğe girdi. Yurtsuz John’un baskıları ve özellikle keyfi vergi artırımları halk nezdinde büyük tepkiler doğurmuş, ayaklanmalar başlamıştı. Salınan vergileri ödeyemeyenler sürülüyor, feodal beylerin mallarına el konulabiliyor, direnenler askere alınıyor, kadınlar parayla alınıp satılabiliyordu. Yaşanmakta olan siyasi kriz ve isyanlar bu sözleşmeyle bastırılmış oldu.
Bu sözleşmenin hükümlerinde zamanla bazı değişiklikler yapılsa da hükümdarların yetkilerini keyfi kullanmaları engellendi; onlara “ilahi bir hak” olarak tanınan iktidarları sınırlandırıldı. Kral ile asillerin imzaladıkları sözleşmede “hür olan bir kimse yasal bir şekilde yargılanıp hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürülmeyecek” deniliyor, ayrıca “insanların özgür ve eşit doğdukları, baskıya direnme haklarının bulunduğu, yasada belirlenen hallerin dışında suçlanıp tutuklanmayacakları, suç ve cezaların yasada açıkça yazılacağı” belirtiliyordu.
Magna Carta sonraki dönemlerde çeşitli ülkelerde pek çok fermanı, anayasayı etkiledi; İngiltere’nin 1688 tarihli Haklar Bildirisi, ABD’nin 1766 Bağımsızlık Bildirisi, Fransa’nın 1789 İnsan Hakları Bildirisi ve bizde 2017’ye kadar yürürlükte olan “Parlamenter Sistem”in temeli olan 1876 Kanun-i Esasi’de Magna Carta etkili olmuştur.
Montesquieu, John Jack Russeau, Kant gibi düşünürlerin, filozofların Batı ülkelerinde fikir ve düşünce alanındaki etkileri buralarda entelektüel kaliteyi yükseltti. Bunun yanı sıra sanayileşme, ticarileşme, şehirleşme, iktisadi gelişmeler toplumsal ve sosyal hayatta köklü değişimlere yol açtı; kilisenin, mutlakıyetçi rejimlerin etkilerini kırdı. Bütün bu gelişmeler Batı dünyasında demokrasilerin önünü açtı; kuvvetler ayrılığı, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı, kamusal harcamaların denetimi, şeffaflığı devlet yönetimlerinin ”vazgeçilmezler”i olarak genel kabul gördü. Hitler, Mussolini gibi hastalıklı otokrasiler fazla uzun sürmedi. Batı dünyasının insanlarına güven veren bu hukuki ve demokrasi ortamının doğurduğu ekonomik gelişmişlik, zenginlik ve refah çoktandır Batı’yı cazibe merkezi durumuna getirmiş bulunuyor; öte taraftan geri kalmışlığın, az gelişmişliğin, yoksulluğun altında ezilmekte olan başka bir dünya var. Batı emperyalizminin asırlardır çilesini çeken, dini, mezhebi, etnik çatışmaların altında ezilen Afrika ve çok sayıda Asya ülkesinde insanlar bu cazibe merkezine ulaşabilmek için canlarını ortaya koyuyorlar, her türlü zorluğu göze alıyorlar. Dünya yeniden bütün sosyo-ekonomik dengelerde deprem etkisi oluşturacak “kavimler göçü” ile karşı karşıya.
Batı Avrupa, İskandinavya ve ABD‘de hukuk devleti ve demokrasi yukarılarda verilen kararlar sonucu ortaya çıkmadı; bu hukuk ortamı Magna Carta ile başlayan uzunca bir tarihi süreçte yaşanan olaylardan deneyim kazanılarak adım adım geliştirilen toplumsal bir olgudur. Dolayısıyla Batı toplumları tarafından benimsenen, istenilen, yaşanılan kültürel bir varlık haline gelmiştir. Herhangi bir yerinden zafiyet yaşanması durumunda toplum kesinlikle taviz vermez, tepki gösterir.
Ülkemizde anayasa ve hukuk devleti, demokrasi konusunda Kanun-i Esasi’den bu yana 150 yıllık bir tecrübemiz bulunuyor. Bizde bu konulardaki girişimler Batı’dakinin aksine yukarıdan siyasi iktidarların, asker ve sivil bürokrasinin isteğiyle yapıldı. Hukuk devletinin tamamlayıcı unsuru olan anayasal kurumlara yeterli inisiyatif verilmediğinden etkileri zayıf kaldı. Daha da önemlisi bütün Batı demokrasilerinde yürürlükte olan, hukuk devletinin temeli sayılan “Kuvvetler Ayrılığı” bizde sadece 61 Anayasasında benimsendi ve 2017’ye kadar yürürlükte kaldı. Diğer bütün dönemlerde Kuvvetler Birliği tercih edildi; dolayısıyla yargının bağımsız olmadığı, yürütmenin yani siyasi iktidarın sözünün geçtiği sistem uygulandı. 2017’de yapılan anayasa değişikliğiyle tekrar bu sisteme dönülmüş oldu.
Seçimlerde katılım Avrupa ülkelerinden çok daha yüksek; çünkü halkımızın çoğunluğu iktidarın sandıkta yaptığı tercihe göre belirlenmesini demokrasinin varlığı olarak algılıyor, seçimlerin yapılmasına büyük ilgi gösteriyor. Bu konulardaki tartışmalara, hukuk devleti ve yargının durumuyla ilgili eleştirilere fazla ilgi duymuyor. Ayrıca asırlar boyunca otoriter yönetim ve “ulü’l emre“ itaat alışkanlığının bulunduğu kültürel geleneğin Batı standartlarına uyum sağlaması kolay değil. Bu şartlar altında parlamenter sisteme dönülmesini, kuvvetler ayrılığının ve yargı bağımsızlığının sağlanmasını isteyenlerin çok daha fazla emek ve çaba harcamaları gerekiyor. Bu konulardaki eksikliklerimizi, yargı kararlarını çeşitli vesilelerle eleştiren, AB yetkililerini kronik Türkiye karşıtı ve peşin hükümlü olarak suçlamak yerine objektif durum değerlendirmesi yapmadığımız sürece yaşadığımız yankı odamızda kendi sesimizi duyumsamaya devam ederiz.