Rıza Akdemir Ağabey ve Bir Şiiri

Rıza Akdemir Ağabey bir mektup ve bir şiir göndermişti yirmi bir yıl önce, 2002 de. Rahmetler dileyerek bu şiiri koyalım bugün.
Rıza Akdemir Ağabey güzel bir insandı.
Muhtelif yerlerde kaymakamlık yapmış , Balıkesir ve Siirt Valiliği görevlerinde bulunmuştu.
Yirmi beş civarında kitabı vardı. Kitaplarından birinin adı Türk Gençliğine Mektuplar idi. Yıllar sonra bana da mektuplar yazmıştı. Bu, o mektuplardan birisi.
Rıza Akdemir Ağabey’in Askerlik Şubesi Başkanı arkadaşı var. Bir gün şubede çalışırken nöbetçi er, uzun zamandır bir amcanın beklediğini ve kendisiyle görüşmek istediğini söylüyor. Hemen içeri almasını söylüyor, şöyle diyor gelen amca;
“Adım Hacı Mustafa, evimiz az ötede, iki ay önce oğlum şehit oldu. 20 yaşında çakı gibiydi.
Vatanını çok severdi. Komşumuz Ali Bey’in kızıyla nişanlıydı.
Davullu zurnalı, al bayraklarla süslü güzel bir nişan töreni yapmıştık.
Askere gitti, hasretle bekledik.
Günler gelip geçti, son mektubunda “Ramazanda ordayım” diye yazmıştı.
Terhisine 17 gün kalmıştı, gözümüz yollarda beklerken bayrağa sarılı tabutu geldi. Kanlı avuçlarında nişanlısı Elif’in birkaç tel saçı vardı. Üzüldük, ne yapalım vadesi bu kadarmış.”
Şöyle devam ediyor sonra;
“Benim evladımın terhis olmasına on yedi günü vardı. Vatana borçlu giden şehit sayılır mı. Belki orada üzüntü çeker. Benim elim ayağım tutuyor, eski toprağım. Müsaadeniz olursa oğlumun eksik kalan askerlik görevini ben yapmak istiyorum.”
Bunu şiirleştirmişti Rıza Akdemir Ağabey. Bugün de mektubunda bahsettiği bu şiiri okuyalım.
 
Şehidin Babası
Bir subay arkadaşım vardı birkaç yıl önce,
Beni arar bulurdu Ankara’ya gelince.
İçi dışı aydınlık sözü demirden sağlam,
Kalbi vatan aşkıyla çarpan yiğit bir adam.
Ankara’ya uğrardı ayrılınca izine,
Bana telefon etti, buluştuk bir gün yine.
Hiç unutmam serin bir akşamıydı Temmuzun,
Bir bahçede oturup dertleştik uzun uzun.
Sohbet konusu birden Güney-Doğu’ya kaydı,
Unutulmaz günlerdi, müthiş bir faciaydı.
Bir tutuşmuş meşale baştanbaşa ufuklar,
Daha beşikte iken öldürülen çocuklar.
İhanet pusu kurmuş her kayanın ardında,
Çakallar kol geziyor aslanların yurdunda.
Tabutları bayrağa sarılı cenazeler,
Bağrı yanan anneler gözü yaşlı tazeler.
Kuşatmış hudutları ihanetin alevi,
Her köy mezarlık gibi, her ev bir ölü evi.
Her adımda bir tuzak, her dönemeçte pusu,
Yüreğimizi yakan ne olacak sorusu.
Bunları düşünürken çatlayacaktı başım,
Bir hatıraya dalmış gibiydi arkadaşım.
Ufukları tarayan bakışları sislendi,
Sigarasını yakıp bana şöyle seslendi.
Bu yaz başımdan geçen bir olay anlatayım,
Biliyorsun Askerlik Şubesinde subayım.
Bu basit bir hatıra ve günlük olay değil,
Gözlerim yaşarmadan anlatmam kolay değil.
Ne zaman hatırlasam ıslanır kirpiklerim,
Beni bir Türk yaratan Tanrı’ya şükrederim.
Bir yaz günü şubede biraz çalışıp durdum,
Raporlar hazırlayıp epey kendimi yordum.
Nöbetçi er kapıyı vurup girdi içeri,
Dedi ”Bir bekleyen var sizi epeyden beri”
“Niye haber vermedin” dedim, “Hemen koş çağır”
Yorgun yaşlı bir adam yaklaştı ağır ağır.
Yer gösterdim oturdu, derin bir nefes aldı,
Hüzünlü bakışları bir süre bende kaldı.
Solgun yanaklarından aktı birkaç damla yaş,
Dua gibi bir sesle konuştu yavaş yavaş.
“Az ötede evimiz, Hacı Mustafa adım,
Bundan iki ay önce şehit oldu evladım.
Oğlum yirmi yaşında çakı gibi bir erdi,
Allah’ı sever gibi vatanını severdi.
Bir görseydiniz onu ne hoş delikanlıydı,
Komşumuz Ali beyin kızıyla nişanlıydı.
Aradan yıllar geçse unutamam o günü,
Meydanda davulların çalındığı düğünü.
Belediye önünde defne yapraklı taklar,
Davul zurna sesleri, oyunlar al bayraklar.
Nişanlılar genç kızlar, gelinler akrabalar,
Gözü yaşlı analar, dalgın duran babalar.
Yaslandığım çınardı, bağlandığım ümitti,
Tren dumanlarına yavrum sarılıp gitti.
Yuvadan ayrılışın kırıklığı sesinde,
Onu son defa gördüm tren penceresinde.
Yokluğuna alışmak inanınız çok zordu,
Arada mektup yazıp “Geleceğim” diyordu.
Su gibi akıp geçti, günler peşi peşine,
Dayandık iki garip hasretin ateşine.
“Ramazanda evdeyim” diye haber salmıştı,
Terhisine oğlumun on yedi gün kalmıştı.
Gözlerimiz yollarda bekledik üzgün üzgün,
Bayraklara sarılı tabutu geldi bir gün.
Evimizi bir deprem vurmuşçasına çöktük,
Eller bayram eyledi, biz kanlı yaşlar döktük.
Elden ne gelir beyim vadesi bu kadarmış,
Kanlı avuçlarında birkaç saç teli kalmış.
Ona verdiği saçlar Elif kızın giderken,
Matemlere boğulduk düğün yaparız derken,
Cesedi mezarlıkta hatırası bizdedir,
Fotoğrafı duvarda yeri kalbimizdedir.
Sonra birden doğruldu ve yükseltti sesini,
Dedi yardımın için rahatsız ettim seni.
Şimdi bir sıkıntım var uykularımı bölen,
Şehit olur mu acep vatana borçlu ölen.
Öbür dünyada oğlum belki üzülür buna,
Onun bir tek gün borcu kalmamalı yurduna.
Bu vatana, millete borcu kalmasın beyim,
On yedi gün eksiği yerine ben edeyim.
Bir tek bu umut kaldı hayata karşı bağım,
Bakma yaşlılığıma bende eski toprağım.
Benimde bayrak tutar, silâh tutar bileyim,
Budur senden son arzum, budur sende dileyim.
Karşımda konuşan bu büyük insana baktım,
Heyecandan hüngür hüngür ağlayacaktım.
Dinçleşmiş, canlanmıştı, bakışı sanki kordu,
Sakalından aşağı damlalar sızıyordu.
Sildi gözyaşlarını çıkarıp mendilini,
Fırlayarak yerimden öptüm iki elini.
Hangi dağ bundan yüksek, hangi yar bundan derin,
Eğiniz başınızı önünde bu pederin.
Vicdanı böyle yüce, imanı böyle metin,
Eğiniz başınızı önünde bu milletin.
Rıza Akdemir.
Yazar
Mehmet Ali KALKAN

Eskişehir'de doğdu. Eskişehir Gazi İlkokulunu, Tunalı Ortaokulunu, Motor Sanat Enstitüsünü ve Çukurova Üniversitesi Mühendislik Bilimleri Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümünü bitirdi (1980). Bir müddet Eskişehir Belediyesinde ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen