Karanlık bir odada başlayan sürgün hayatına Sultan Abdülhamid’in alışması kolay olmayacaktır. Çakmağını ateşlediğinde etrafına bakınıyor ve nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. En nihâyetinde; otuz üç sene sonra, sürekli olarak aklından çıkmayan suikastlardan birinde can vermemişti ama sürgüne gönderilmişti. Üstelik fesadın kaynağı olarak gördüğü Selânik’e. Aklına sahip olması ve tüm bu durumu iyi tahlil etmesi gerekiyordu. Onun sürgün hayatı karanlık bir odada yine zihnine bin bir türlü karabasanların hücum ettiği fikri münakaşalarla başlamıştı. Duyduğu piyano sesi ile biraz rahatlar gibi oldu. Ve piyano sesine eşlik eden Ayşe Sultan’ın sesi Alatini Köşkü’nün boş salonunda yankılanmaya başladı. Bu akşam yaşadıklarını ve daha sonradan yaşayacaklarını önceden söylemiş olsalar inanamaz, kötü bir rüya gördüğünü sanırdı. Tahminler ve jurnaller üzerine kurulu bir hayat; sürgünler, sıkı yönetim, istibdat yönetimi… gibi sebeplerle kendisinin adı Vehmi Hümayuna çıkmamış mıydı?
Sadece Sultan Abdülhamid’in odasında yan yana bitiştirilmiş iki koltuk bulunmaktaydı. Ailesi ise dışarıdaki salonda kuru parkelerin üzerinde oturuyordu. Biraz sonra yemek gelecekti ve ne ilginçtir ki yemek sadece dondurmadan oluşmakta ve dondurmayı yemek için de bir kaşık ya da çatal bulunmamaktaydı. Ali Fethi Bey’le tanışmaları da yine bu korkunç gecede oldu. Ali Fethi Bey şimdilik ondan ve ailesinden sorumlu olan komutandı. İttihatçı bir asker olmasına rağmen diğer askerlerin bakışlarındaki nefret ve kinden uzak, olabildiğince emirleri uygulayan bir asker ile eski padişah arasındaki ilişkinin nasıl olması gerekiyorsa o şekilde hareket ediyor ve en azından sabık padişaha saygıda bir kusur işlemiyordu. O akşam ve ertesi günlerde köşke alışmak için gayret sarfetti, bomboş köşke kendisinin ve karılarının, çocuklarının alışmaları çok zor ve zaman alacak olan işlerdi. Beş hanımı, kızları ve oğullarıyla buraya tıkılması, en azından şimdilik yaşıyor olmaları ama bir türlü öldürülme korkusunu aşamama gibi sebeplerle düşünüyordu. Artık tahta kardeşi Reşat geçmişti geçmesine ama bakalım her bir kötülüğün kaynağı olarak görülen Sultan Hamid olmayınca koskoca İmparatorluğun hâli ne olacaktı?
Kaplanın sırtında adlı kitapta daha çok Abdülhamid’in düşüncelerinden ve geçmişte yaşadıklarından bahsedilmektedir. Sultan Hamid otuz üç sene boyunca iktidarda kaldığı sürece savaş taraftarı olmamış, ülkeler arasındaki problemlerin müzakere yoluyla çözülebileceğine inanmıştı. Mehmet Akif’in bile; ki Akif geleneğe bağlı bir şairdir, II. Abdülhamid’den nefret etmesi ve tüm kötülüklerin müsebbibi olarak onu görmesi acaba ne kadar doğrudur? O tahtan indiği için artık Osmanlı İmparatorluğu Batıya ayak uydurabilecek, uygarlaşacak, çağın bilgi ve teknolojisi ile ayağa kalkacak, ekonomi düzelecek, halk arasında okuma-yazma oranı yükselecek, yoksulluk aşılacak, kaybedilen topraklar geri alınacak mıydı? Sahiden tüm çöküşün asıl sorumlusu II. Abdülhamit’in kendisi miydi? O kadar kötü bir adam mıydı? Bütün o aşağılayıcı, küçük düşürücü sıfatların hepsini hak ediyor muydu? Çok değil yakın bir tarihte bu soruların cevapları alınacaktı. Birkaç gün sonra köşke yeni olmasa da hane halkını sevindiren yataklar ve birtakım eşyalar geldi, odalara yerleştirildi. Artık gelen yemeklerin yanında çatalı, bıçağı da eksik olmuyordu. II. Abdülhamid sarayından çıkmamaya ve İmparatorluğunu sarayından idare etmeye o kadar alışkındı ki neredeyse köşkte yaşamak ona zor gelmeyecekti. Yalnız muhteşem saray bahçesini, bahçesindeki bin bir çeşit hayvanını, çiçeklerini, ağaçlarını hatırlıyor ve şimdi panjurlarının dahi açılmasına izin verilmeyen bir köşkte karanlık düşünce dehlizlerinde dolaşıyordu. Kardeşinin zaten bir av hayvanı olarak görülen ve her bir tarafından bir parça et koparılmaya çalışılan koskoca bir İmparatorluğu yönetmesini aklı kesmiyor, onu tahtan indiren ateşli gençlerin de büyük hatalar yapıp ülkeyi bir kaos ortamına sokacaklarını düşünüyordu. Dışarıdan haber alamıyordu, gazete ya da kitap verilmediği için ve Ali Fethi Bey’in de sadece sorulan sorulara kısa ve net cevap vermesiyle hiçbir olaydan ya da durumdan haberdar değildi. Günleri burada, Alatini Köşkü’nde çürütülen eski bir padişahtan başkası değildi artık o.
Ali Fethi Bey’den bazı isteklerde bulunmuştu, bu istek listesi çok kısa olmasına rağmen gerçekleşebilmesi için üstlere danışılması ve izin alınması gerekirdi. Sabık Sultan; papağanını, kadınların elbiselerini, kolonya, kedisi, marangozluk âletlerinin mümkünse getirilmesini istiyordu. Komutan listeyi aldı, her zamanki tavrını takındı, gayet saygılı bir şekilde listenin izin alınmak üzere üstlerine bildirileceğini söyleyerek Abdülhamid’in yanından ayrılmıştı. Komutan da ne yapacağını bilemiyordu; zamanında nefret ettikleri bu eski Sultan’a merhamet hissediyor, Allah korusun İstanbul’dan gelecek bir infaz emriyle nasıl bir azap çekeceğini düşünüp duruyordu. Doğrusu o ki karşısında duran bu yaşlı adam onda nefret uyandırmıyordu artık, giderek vicdanında büyüyen bir rahatsızlıktan başka bir duygu hissetmiyordu.
Sultan Abdülhamid’in ve ev halkının sağlık durumları ile ilgilensin diye bir doktor ismi belirlenmişti. İşte o doktor da devrindeki pek çok yaşayan insan gibi Abdülhamid’den nefret eden ve neredeyse onu öldürmek isteyecek kadar düşman olan biriydi. Zaman zaman arkadaşlarıyla buluştuğu Olimpos Meyhanesi’nde Rum kızlarının şarkılarını dinlerken nefret dolu sözcüklerle andıkları eski padişah Selanik’teydi ve yine bu eski padişahın doktoru olmayla vazifelendirilmişti. Emre itaatsizlik etmesi kesinlikle mümkün olamayacağından demek ki kaderde bu gaddar hükümdarla tanışmak da varmış diyerek boyun eğmekten başka bir şey elinden gelmezdi.
***
Selanik’te yaşanan Bulgar kızı Helen’in hikâyesini hatırlıyordu; bu kız davası sonucu büyüyen olaylara aklı takılıyor, tahta çıkması uzak bir ihtimal olan Abdülhamid; amcası Abdülaziz’in şüpheli ölümü ardından tahta çıkan biraderi de aklını oynatınca kendini birden tahta oturmuş vaziyette buluyordu. Tahta oturmasına yardım etmiş olan Mithat Paşa da daha sonraki dönemlerde kurtulması gereken engellerden biri olacaktı ama ihtiyatlı padişah yeri geldiğinde harekete geçmeyi sever, tıpkı bir satranç oyunu gibi yapacağı hamleleri ölçer, biçer ve sonuçlarını tahlil ederdi. Meşrutiyet ilân edeceği ve meclisin kurulmasına izin vereceği teminatıyla şimdilik tahtı elde etmişti ama kısa bir süre içinde meydana gelen olaylar ona meclisle birlikte hareket edemeyeceği fikrine hükmettirdi. Meclisi kapatması, Mithat ve Mahmut Celaleddin Paşaları ise sürgüne göndermesi padişahlığı döneminde neler yapabileceğiyle ilgili ilk sinyalleri veriyordu. Abdülhamit dışarıdan gelen yayınları yasaklatarak, ülke içindeki yazım hayatına sansür uygulatarak, aydınları sıkı denetim altında tutarak, diplomasi oyunlarıyla, düşmanı birbirine kırdırarak koskoca İmparatorluğun ömrünü uzatma gayesi güdüyor ve bu nedenle kurduğu hafiye teşkilatı ile kurunun yanında yaşı da yakıyor; sürgünler sürgünleri takip ediyor ve tabiri caizse bırakın insanları, uçan kuşların bile nefret ettiği bir padişah oluveriyordu.
***
Alatini Köşkü’ne gelip gitmeye başlayan doktor, Abdülhamid’den nefret ediyordu etmesine ama bazen onun hastalıklar karşısında takındığı tavırları, doktorun tedavi yöntemlerini kabul etmeyip kendi bildiği yöntemleri kullanmaya kalkması ve hatta doktora kendi istediği birkaç ilacı sipariş etmesi onu eğlendirmiyor da değildi. Abdülhamid hiçbir doktora güvenmediğini sıklıkla söylüyor, hatta bir keresinde bir doktorun hanımına morfin vererek zavallının ölümüne neden olduğunu anlatıp duruyordu. Doktor da tıpkı kumandan gibi bu yaşlı adama karşı nasıl davranacağını bilemiyordu. İçinde hâlâ ona karşı nefret hissettiğinden emindi ama bir zamanlar padişah olan Sultan Abdülhamid’in uzun açıklamaları, bazen duygusallıkla karışık eskilerden bahsetmesi, bazen de kendini savunuyor olması aklını karıştırıyor ve ACABA sorusunu sormasına neden oluyordu. Yine de Abdülhamid’e karşı hissettiği nefret duygusunda bir nebze olsun azalma yok muydu? Sürekli hazımsızlıktan şikâyet ederdi, hemoroitten dertliydi… bazen düşüncelerini söyleme biçimleri doktorun onu farklı görmesine neden oluyordu. Gerçekten kimdi bu Abdülhamid? Onların tanıdığı ve hatta Batının yakıştırdığı Kızıl Sultan, eli kanlı sultan mıydı? Yoksa Abdülhamid’in onların görmeyi istemedikleri yönleri de mi vardı?
***
Doktor Atıf Bey’in Abdülhamid’le başka bir derdi daha vardı gerçi. O da bir gönül meselesi idiydi ki doktorun çok üzülmesine ve ızdırap çekmesine neden oluyordu bu durum. Yine de doktor, Sultan Hamid’in ve ailesinin rahatsızlıklarıyla olabildiğince yakından ilgileniyor ve görevini tam olarak eksiksiz yerine getiriyordu. Abdülhamid’in kızlarının ve oğlunun İstanbul’a geri dönmeleri için istedikleri izin alınmış bir yıl gibi bir süre sonunda üç karısı ve üç kızı ve büyük oğlu İstanbul’a gitmek üzere yola çıkmıştı. Bundan sonra Abdülhamid köşkte küçük oğlunun annesi Naciye Hanım, Ayşe Sultan’ın annesi Müşfika Hanım ve küçük oğlu Abid Efendi ve birkaç oda hizmetlisi ile kalacaktı. Bahçedeki askerler sayılmazsa hane halkı epey eksilmişti. Doktor Atıf Bey saraylıların içlerinde en çok Müşfika Hanım’ı beğeniyor ve beğenmekle kalmayıp ona hayranlık hissediyordu. Sultan Abdülhamid’in onun gözünde hiçbir saygınlığını yitirmemesi doktoru hayrete düşüyordu. Buradaki hapis hayatı, hatta bahçeye dahi çıkamamaları, pencere önlerinden uzakta geçirdikleri hayatta o hâlâ babası yaşındaki bu vücudu kahverengi beneklerle dolmuş, uzun kemikli elleri olan ihtiyar kocasını çok seviyor ve iltifatlar ediyor, ona şefkatini veriyordu. Gerçekten de Abdülhamid içinde Müşfika Hanım’ın yeri ayrıydı; ona nasıl sadık olduğunu bilir ve yalnız onun elinden ilaç içmeyi kabul ederdi. Doktor Atıf Bey ve Abdülhamid arasında yapılan gizli anlaşma sonucu Abdülhamid gönüllü olarak hatıralarını doktora anlatır. Doktor zaten ilk karşılaştığı günden itibaren Sultan Abdülhamid’le aralarında geçen konuşmaları ve gözlemlerini kaleme almaktadır. Bazen anlatılanlar karşısında çok heyecanlanıyor ve yakın bir tarihe birinci dereceden tanık olan bir imparator ile konuştuğuna inanamıyordu. Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi, Peygamberin halifesi, üç denizin hâkimi Sultan karşısında duruyor ve ona anılarını anlatıyordu. Anılarını anlatırken elinde tespihi köşesine çekilmiş torunlarına masal anlatan bir dedeyi anımsatıyordu. Gerçekten kimdi bu Abdülhamid? Denildiği gibi gaddar bir hükümdar olmasa gerekti. Bazen Abdülhamid’e hak verecek gibi oluyor, sonra hemen kendine mukayyet oluyor ve adamın bir siyaset ustası olduğunu aklına getiriyordu. Yakın tarihle ilgili anlatılan Fransa gezisi en çok hoşuna giden anılardandı. Üstelik bu anılar içinde bir de İmparatoriçe Ojeni ve amcası Abdülaziz’in hikâyesi de yer almaktaydı.
***
Yunan ordularının Selanik’in kapısına yaklaşmalarıyla Sultan Abdülhamid’in İstanbul’a getirilmesi emri çıkmıştı. Maazallah Selanik düşman eline geçerse düşmanın uğrayacağı ilk yerlerden biriydi Alatini köşkü. Fakat kendisine bildirilen emre uymak istemeyen Abdülhamid, komutanlardan bir tüfek istiyor ve gitmeyeceği konusunda diretiyordu. Bir anda dehasını konuşturmaya başlayan Sultan Abdülhamid sadece diyordu: Yunan ordusunu Sırp ve Bulgar ordusu gelene kadar oyalayın. Herkes biliyordu ki Abdülhamid haklıdır. Yunan ordusu oyalanacak ve sonradan gelen Sırp ve Bulgar ordularıyla Selanik’e hangi devletin sahip olacağı konusunda anlaşmazlık çıkacak ve kendi içlerinde kavgaya tutuşacaklardı. Herkes uygulanması gereken bu taktiğin doğru olduğunu biliyordu ama böyle bir emir gelmiyordu işte. Hükümette ittihatçılar ve itilafçılar arasındaki münakaşalar büyüyordu. Askerler arasında anlaşmazlıklar vardı, orduda bir disiplin söz konusu değildi. Abdülhamid yok olduğunda çözüme kavuşur diye düşünülen sorunlar artarak büyüyor, işlenen cinayetlerin ardı arkası kesilmiyordu. Bazıları yaklaşan tehlikenin farkında değildi, bazıları ise sadece kendi menfaatlerini düşünüyordu. O yüzden de Abdülhamid ve ailesi bir Alman gemisine bindirilerek İstanbul’a gitmek üzere Selanik’ten ayrıldı. İki buçuk yıl boyunca sürgünde kaldığı bu şehirden nihayet İstanbul’a doğru yola çıkabilmişti. Yalnız onu İstanbul’da bir sürpriz daha karşılayacaktı. Çırağan Sarayı’na götürülmeyi bekleyen Abdülhamid hüzünlü ve kederli bir güzel olan Kafkasyalı annesinin öldüğü Yıldız Sarayı’na götürülüyordu.
Kaplanın Sırtında Yazar Zülfü Livaneli
Kitapla ilgili yazıyı hazırlayan Burcu Bolakan