Şehâdetinin sene-i devriyesinde “Şehîd-i Âlâ ve Gâzi-i Nâmdar” Enver Paşa’yı rahmetle anıyor ve aziz hâtırasını hürmetle yâd ediyoruz…
Askerî ve siyâsî kariyeri hakkında -politik mülâhazalarla- çelişkili yorumlar yapılan, Osmanlı’nın son dönem târihî şahsiyetleri içinde çok önemli bir yere sahip olan ve ne kadar küçültülmeye çalışılsa da, pek çok meziyetiyle öne çıkan Enver Paşa hakkındaki “rivâyetler muhtelif” olsa da, onun; îmanının kâvîliği, teslimiyet ve tevekkülünün ulviyeti, ahlâkının yüceliği, şahsiyetinin mazbutluğu, cesaretinin sınırsızlığı, teşkilatçılık gücünün fevkalâdeliği, millî mefkûresinin büyüklüğü, hem Osmanlı, hem İslam, hem de Türk Dünyası sevdâsının ve vatanperverliğinin hudutsuzluğu konusunda -muhâlifleri dâhil- herkesin ittifak ettiği gibi, Enver Paşa’nın komutanlığını, liderliğini ve ideâlistliğini hiç kimsenin tartışma konusu yapmadığı yakın dönem Türk tarihinin çok önemli sîmâsı ve sıra dışı tarihî bir şahsiyettir.
Enver Paşa; kimilerine göre Osmanlı’yı Harb-i Umûmî’ye sokarak Develet-i Aliyye’yi yıkan bir hâin, kimilerine göre Sultan II. Abdülhamid Han’a düşman olan bir eşkıyâ, kimilerine göre Sarıkamış’ta “90.000” askerimizin donmasına sebep olan bir mâcerâperest, kimilerine göre Tûran hayâlleri kuran bir komitacı, kimilerine göre de Alman işbirlikçisi bir İttihatçıdır. O; Türkçülere göre İslâmcı, İslâmcılara göre Türkçü, Hilâfet yanlılarına göre İnkılâpçı, İnkılâpçılara göre Hilâfetçidir…
Abdülhamid İdâresi’ne karşı yürütülen muhalefetin sivil ve askerî merkezini oluşturan İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin idârecileri arasında yer alan, çok genç yaşta mâcerâdan mâcerâya atılan, yaşarken destanlaşan, ancak ikbâl basamaklarını ikişer-üçer çıkaması sebebiyle ve devlet tecrübesinin eksik olmasından dolayı bâzı hatâlar da yapan, farklı sebeplerle hakkında ön yargılar ve haksız hükümlerde bulunulan, yanlış tanınan ve tanıtılan; aslında inandığı değerler uğrunda her türlü fedakârlığa katlanan Enver Paşa; Abdülhamid Han’ın “Ne biz sizleri, ne de sizler beni tanımamışız; yazık olmuş”[1] diye esef ettiği ve “Kahraman bir asker, mert ve ideâlist bir adam”[2] dediği zekî, cesur, disiplinli, civanmert ve kahraman bir asker ve kâmil bir mü’mindir.
Enver Paşa; bütün vatanperverliği ve samîmiyetine rağmen; son dönem bütün Osmanlı aydınları gibi Sultan Abdülhâmid Han muhâlifliği ve istibdat (?!) karşıtlığı fikr-i sâbitesine dûçâr olduğu için; “Devletin her derdine devâ olacak ilacı; yeni anayasa, hürriyet ve meşrûtî idâre olarak görmüş”, devrin pek çok insanı gibi “Bir çürük ipliğe hülyalar dizmiş”[3] olan ve Ulu Hâkan’ı tahttan indirerek târihî bir hatâ yapan aydınlar arasında yer almıştır.
Enver Paşa’nın askerî rütbe basamaklarını teker teker çıkmadan ve komuta tecrübelerini belirli kademelerde yaşamadan hızla yükselmesi ve çok genç yaşta en üst mevkîe gelmesi ister istemez bâzı siyâsî hatâlar yapmasına da yol açmıştır. Enver Paşa’nın; efsânevî kişiliğine, çok kuvvetli askerî şahsiyetine, ordu içindeki îtibârına ve yüksek ahlâkî meziyetlerine rağmen uygulamalı olarak askerî birlikler kademelerindeki deneyimlerinin ve dünya siyâsetini okumadaki vukufiyetinin yeterli olmaması ile kendine olan aşırı güven duygusu elbette ki onun için bir nakîse oluşturmuştur. Ömrü çetin mücâdeleler içinde geçen ve hayatı bir vatanperverlik destanı olarak arz-ı endâm eden Enver Paşa; vatan, millet ve İslâm için hayatını sebîl etmiş, ancak bütün samîmiyetine rağmen genç yaşının verdiği bir takım tecrübesizliklerle de hemhâl olmuştur.
Enver Paşa, I. Dünya Savaşı öncesindeki konjonktürde; Devlet-i Aliyye’nin “Harb-i Umûmî”ye girmekten ya da “Hasta Adam”ın terekesinin Îtilâf Devletleri’nce paylaşılmasına rıza göstermekten başka bir çâresinin bulunmamasına rağmen, Osmanlı’nın Birinci Cihan Harbi’ne sokulmasının, yani “Sonun Başlangıcı”nın müsebbibi olarak gösterilmesi, dâhil olduğu Cemiyet’i organize eden güçlerin ayak oyunlarını görecek siyâsî tecrübeye sâhip olmaması ve tâlihinin yâver gitmemesi gibi bir takım eksiklik ve hatâlardan da âzâde kal/a/mamıştır. Enver Paşa; idârî mekânizmaları içten içe çürümüş, bozulmuş, çöküp gitmeye ve dağılmaya yüz tutmuş olan bir devleti yeni ufuklara taşımak, “yatalak paşalar”ın idâre ettiği bir orduyu yeni baştan organize etmek ve hiç olmazsa Anadolu Beylerbeyliğini kurtarmak için büyük bir ideâl, azim, îman ve inançla hareket etmiş, ancak bizlere “Çanakkale Zaferi” armağan etmesine ve Millî Mücâdele’nin komuta kademesini ortaya çıkarmasına rağmen tarihin akışını değiştirememiştir.
Bütün bunları dile getirdikten sonra, bıçağın keskin sırtı olan bu mevzûdaki bir kanaatimizi de ifâde etmek isteriz: Enver Paşa’nın; kusurları, noksanları, yanılgıları ve mensûbu olduğu cemiyetin yanlışlıkları tenkit edilebilir, edilmelidir; ancak târihe mâlolan, ömrünü milletine adayan, çok yüce ahlâkî değerlere, mümtaz şahsî meziyetlere ve üstün askerî özelliklere sahip olan bu ideâlist ve kahraman insan, aslı-astarı olmayan ithamlarla aslâ tahkîr edilmemelidir.
Enver Paşa; Devlet-i Aliyye’yi kurtarmak için insanüstü mücâdeleler veren ve “sönen kibritin son alevi” diye tesmiye olunan, inandıkları değerler uğruna hayatlarını göz kırpmadan fedâ eden “Son Osmanlı Nesli”nin simge isimlerinden birisidir. Hayâlleri kadar fedâkârlıkları da gerçekleri aşan o “Son Osmanlı Nesli” ki, “Bir Hilâl uğruna” hayatlarını sebîl eden ve yeni Türk devletinin kıyâmını; Çanakkale’deki, Kût’ül-Ammâre’deki, Medîne-i Münevvere’deki, Kafkasya’daki, Uluğ Türkistan’daki, Sakarya’daki mezarlarından büyük bir mutlulukla seyreden ateş parçası insanlardır.
O “Son Osmanlı Nesli” ki; aslâ küçük düşünmeyen, her biri Osmanlı Cihan Devleti’nin bir uzak diyârında fedâ-i cân eden, hayâlleri sadece Türk Milleti’ni değil, bütün İslâm Âlemi’ni kucaklayan, “Cebel-i Hira’nın Evlatları”nı “Olimpos’un veletleri”ne karşı savunan mücâhitlerdir. Onlar ki, samîmiyetleri, ideâlleri, vatan sevgileri ve fedâkârlıklarının büyüklükleri yanında; siyasî tecrübelerinin olmaması, dünya ahvâlini hakkıyla bil/e/memeleri, hâdiselerin arka yüzünü tam olarak gör/e/memeleri sebebiyle -Sultan Abdülhamid Han’ı devirmek gibi- çok büyük hatâlar da yaptılar ve Devlet-i Aliyye’nin kollarında can verdiğini gördükleri gibi, yeni bir Türk Devleti’nin doğduğuna da şâhitlik ettiler… Onlar ki, Yemen çöllerinde yandılar, Sarıkamış’ta dondular, her türlü imkânsızlığa rağmen, îmanlarından aldıkları güçle yedi düvelle dokuz cephede vuruştular ve Millî Mücâdele’nin şafağının sökmesi için gurûb ettiler… Onlar ki, inançlarını, kahramanlıklarını ve vakarlarını hiçbir zaman kaybetmediler ve biz torunlarına çok büyük vatanseverlik destanları armağan ettiler… Yüzbinlerce şehit veren, “hayatlarını avuçlarındaki bir kor yığını gibi taşıyarak yaşayan” o “güzel insanlar, güzel atlara binip” Hakk’a yürüdüler ve Kâinâtın Solmayan Gülü’nün ağuşuna vuslat için bir güzel diyâra gittiler…
İşte “Son Osmanlı Nesli”nin numûne-i imtisâllerinden olan, Osmanlı’nın en buhranlı döneminde çok acı hâtıralar yaşayan; fakat buna rağmen büyük rüyâlar gören ve bunları gerçekleştirmek için insanüstü gayretler gösteren inanç âbidelerinden birisi de Enver Paşa’dır. Nevzat Kösoğlu’nun; “Cumhuriyet döneminde birçok insan, farklı sâik ve sebeplerle Enver Paşa hakkında yanlış ve haksız peşin hükümlere sâhip olmuştur. Bunların bir kısmı Cumhuriyet öncesi siyâsî çekişmelerin sonraki zamanlara yansımasıdır”[4] dediği, “Türk tarihinin belki de en ağır ve zor bir çeyrek yüz yılın sorumluluğunu omuzlayan, hayatlarını avuçlarındaki bir kor yığını gibi taşıyarak yaşayan” “Osmanlı son neslinin simgesi”[5] diye nitelediği İsmâil Enver Bey; gerçekten de çok ideâlist, çok yiğit, çok gayretli, çok vatanperver, mangal gibi bir yüreğe, “dünyayı sırtında taşıyabileceğini düşünen”[6] gözükara bir kişiliğe ve çok büyük hayâllere sahip olan -ancak o toz-duman ortamında tecrübesizlikleri sebebiyle bâzı yanlışlıklar da yapan- çöküş devrimizin en kahraman komutanlarındandır.
* * *
Enver Paşa Kimdir? sorusuna daha detaylı bir cevap vermek için onun biyografisine kısa bir göz atalım:
Enver Paşa’nın yedinci göbekten dedesi olan Abdullah Efendi, Müslüman olmuş bir Gagavuz Türkü olup, ecdâdı Kırım’dan Kastamonu’nun Abana yöresine göç etmiştir. Nâfîa Nezâreti fen memurluğu yapan, daha sonra Surre Emîri olan ve sivil paşalık rütbesine yükselen Ahmet Bey ve Ayşe Dilara Hanım’ın oğlu olan İsmail Enver, 23 Kasım 1881’de İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Ailenin 6 çocuğundan en büyüğüdür.
İsmail Enver; 1894’te Manastır Askeri Rüştiyesi’nden, 1897’de İstanbul’daki Soğukçeşme Askeri İdadisi’nden mezun oldu. Manastır Askerî İdâdîsi’ni bitirip Harp Okulu’na girdi. “O sıralarda yüksekokullarda yaygın olan II. Abdülhamid aleyhtarlığı propagandalarının etkisi altında kaldı.”[7] Harp okulunu 1899’da derece ile bitirdiği için kurmay sınıfına ayrıldı. Ocak 1903’de Erkân-ı Harp eğitimini ikinci olarak tamamladı ve kurmay yüzbaşı olarak Manastır’daki 13. Seyyar Topçu Alayı’nın 1. Bölüğü’ne tâyin edildi.
Manastır ve Üsküp’te çeşitli askeri görevlerde bulunduktan sonra Mart 1906’da kolağası (önyüzbaşı) olan Enver Bey, Bulgar, Rum ve Arnavut çetelerine karşı mücadele etmeye başladı. Bulgar çetelerine karşı yürüttüğü faaliyetler sırasındaki yaşadığı olaylar ve Balkan kavimleri arasında Türk düşmanlığının kök salması, Enver Bey’in yüreğinde kıyâm eden milliyetçilik düşüncesinin kuvveden fiile geçmesine ve bir ömür sürecek fikrî çizgisini belirlemesine vesîle oldu. Manastır ve çevresindeki çetelere karşı girişilen askerî harekâtta çok büyük başarılara imza attı. Bu kahramanlıkları sebebiyle dördüncü ve üçüncü Mecidî, dördüncü Osmânî nişanları ve altın liyâkat madalyalarıyla ödüllendirildi. Balkan dağlarındaki bu yıpratıcı mücâdeleler sırasında Enver Bey’in yıldızı parlamaya başladı ve hızla yükselerek 30 Ağustos 1906’da binbaşılığa terfi ettirildi. 1908 yılına kadar devam ettiği bu görev sırasında Bulgar çetelerine karşı verdiği mücâdelelerdeki kahramanlıklarıyla efsâneleşti.
“Bu dönemin bütün aydınları ve genç subaylar devletin zaaflarını başta Padişah Abdülhamid Han olmak üzere Saray çevresindeki kişilere bağlıyor ve bu çerçevede yapılacak değişikliklerle kurtulabileceklerini sanıyorlardı.”[8]O dönemin şartlarını dikkate almayan cümle Osmanlı münevverleri gibi, kulağa hoş gelen “meşrûtiyet” ve “hürriyet” terânelerinin peşine takılarak Abülhamid Han’ın “müstebit” (!) yönetimine karşı çıkmak, Meşrûtiyet’i getirmek, Kânûn-i Esâsî’ye yeniden hayâtiyet kazandırmak Enver Bey’in de ideâlleri arasındaydı. Aslında Sultan II. Abdülhamid Han; “Belki hiçbir zaman ‘müstebit’ değil, fakat atalarının haşmetini yeniden ihyâ edecek ‘otoriter’ bir yönetici olmayı tasarlayan ve tatbik eden”[9] bir hükümdardı. Ancak o dönemin şartlarında Abdülhamid Han’ın yaptığı icraatlar, ıslahat, siyâsî tatbikat ve uyguladığı dâhiyâne politikalar ne yazık ki tam olarak anlaşılamadı. O dönemdeki bütün Osmanlı münevverleri gibi Enver Bey de vatanı ve devleti düştüğü zilletten kurtarmak için harekete geçtiğini söyleyen, ancak arka plânda Avrupalı istihbarat örgütlerinin, Hristiyan mahfillerin, Yahudi ve Masonların sevk ve idâresinin müessir olduğu bir oyunda yer aldı ve siyâsî propagandaların tesirinde kaldı.
Eylül 1906’da Binbaşı Enver Bey de -o devirdeki istibdattan ve kötü gidişattan müşteki olan bütün Osmanlı aydınlarının ve subaylarının dâhil olduğu- “Cemiyet-i Mukaddese” diye de anılan Selânik’teki “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti”negirdi. Bir askerî öğrencinin 1907 yılında yazdığı mektupta belirttiği üzre; “Maksadımız tekâmüle merbut olmak değil, onu silah ile, ölüm ile, kan ile ta’cil etmektir.. ..Yâre-i vatanın devâsı silah ve baruttur..”[10] stratejisi etrafında şekillenen ve ilk ismi “İttihâd-ı Osmânî” olan, daha sonra “İttihat ve Terakkî Cemiyeti” adını alan bu teşekkül, daha doğrusu askerler, aydınlar ve her türlü siyâsî düşünceye mensup birbirine benzemez kişilerden oluşan “Cemiyet’in de ötesinde askerî bir dikta yönetimi”nin[11] üç önemli isminden birisi oldu…
İttihat ve Terakkî’nin başlattığı ihtilâl hareketleri içinde yer alan Binbaşı Enver Bey, bu Cemiyet’in askeri kanadının en önemli isimlerinden birisi oldu. 9 Haziran 1908’de Estonya’nın Reval kentinde İngiltere Kralı ile Rus Çarı bir yatta buluşarak Osmanlı Devleti’nin paylaşım plânını yaparlar. Reval görüşmelerinin yapıldığı günlerde, ileride Meşrûtiyet’in îlan edilmesiyle birlikte “Kahraman-ı hürriyet” diye vasfedilecek olan Binbaşı Enver Bey askerî üniformasından soyundu, çevresine topladığı yönetime muhâlif Osmanlılarla birlikte 24 Haziran 1908 akşamı dağa çıktı ve ihtilâlde öncü rolü oynadı. Bu arada birçok Osmanlı subayı Meşrûtiyet’in îlan edilmesi için harekete geçti ve İttihat Terakkî Cemiyeti’nin de organizasyonuyla bir halk ayaklanması organize edildi.
Gelişen olayların sükûnet bulmaması üzerine, Sultan Abdülhamid sert mücâdeleler içine girmeyi göze almadı, suyun akıntısına karşı çıkamadı ve Ulu Hâkan; “Yaşlandım ve yoruldum. Suyun akıntısına gideceğim. Meşrûtiyeti her derde devâ sanıyorlar. Denesinler ve görsünler…”[12] diyerek 23 Temmuz 1908 günü II. Meşrûtiyeti îlan etti ve tâtil edilmiş olan Meclis-i Mebusan’ı toplantıya çağırdı.
O dönemdeki münevverlerin pek çoğu; vatan sevgisiyle hareket ediyor, Saray istibdâdının hürriyetlere mânî olduğunu söylüyor, yönetimden doğan hoşnutsuzlukları gündeme getiriyor, rejim ve kanun değiştirmekle sıkıntıların son bulacağını sanıyor ve iyi niyetlerle Meşrûtiyet’i istiyordu… Dünya güç dengeleri, uluslararası siyâset ve gelişen şartlar idrâk edilmeden, pek çok Osmanlı münevveri; “Her derdin devâsının Kânûn-i Esâsî olduğunu” zannediyordu… Meşrûtiyet îlan edilince bir sihirli değnek gibi her türlü iç mesele hâlledilecek, Osmanlı’dan ayrılmak isteyen azınlıklar bu arzularından vaz geçecek, devletin ve milletin her türlü sıkıntısı ortadan kalkacaktı… İttihatçıların, bu “hayâl-i şâirânelerinin” nelere mâlolduğu çok kısa süre içinde görülecek, ancak Ulu Hâkan Abdülhamid Han’ın dediği gibi, “bahâsı da çok ağır olacaktı.”
23 Ağustos 1908’de Rumeli Vilâyeti Müfettişliği refâkatine verilen Binbaşı Enver Bey, 5 Mart 1909’da Berlin Askerî Ataşesi olarak görevlendirildi. 3. Ordu’dan getirilip Taşkışla’ya yerleştirilen üç Avcı Taburu’nun ayaklanması üzerine 13 Nisan 1909 (31 Mart 1325) günü tarihe “31 Mart Vak’ası” olarak geçen olaylar üzerine yurda dönen Enver Bey, isyanı bastırmak üzere Selanik’ten İstanbul’a giden ve komutanlığını Mahmud Şevket Paşa’nın üstlendiği “Hareket Ordusu”na katıldı. 23 Nisan’da Hareket Ordusu İstanbul’a doğru ilerlemeye başlayınca, Padişah Abdülhamid Han İslâm Ordusu’nun birbiriyle vuruşmasına râzı olmadığı için, bâzı birliklerin direnme ihtimâline karşı; “Askerlerimiz sakın kurşun atmasınlar, eğer kurşun atacaklarsa ilk önce beni vursunlar!” diye ferman buyurdu. Enver Bey, isyan bastırıldıktan sonra tekrar Berlin’deki vazifesine geri döndü. Ve maalesef 27 Nisan 1909 günü Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı, çok büyük ve târihî bir hatâ yaparak Sultan Abdülhamid Han’ı tahttan indirme kararı aldı.
11 Mayıs 1911 tarihinde Berlin’den İstanbul’a dönen Enver Bey, 15 Mayıs 1911’de Padişah Abdülmecid’in torunu, Sultan Mehmed Reşad’ın yeğeni ve Şehzâde Süleyman Efendi’nin kızı olan Nâciye Sultan’la nişanlandı. 22 Ekim 1911’de Trablusgarp’ta İtalyanlara karşı bir gerilla savaşı yapmak için Bingazi’ye hareket etti. Trablusgarp’ta, Kurmay Binbaşı Enver Bey’in bizzat organize ettiği, bâzı subaylarla birlikte Kuşçubaşı Eşref ve Kara Kemâl Beylerin de içinde bulunduğu bir avuç gönüllü kahraman yerli halkı madden ve mânen teçhiz edip, İtalyanlara karşı teşkilatlandırdı ve bir gerilla savaşı başlattı. “Padişah Hazretleri’nin Dâmâdı, Bingazi Ordusu Komutanı Kurmay Binbaşı Enver” imzâsıyla yerli halkı İtalyanlara karşı direnişe çağıran bir bildiri yayınladı ve fevkalâde teşkilatçılığı sâyesinde kısa sürede binlerce kişilik milis ordusu kurarak müthiş bir direniş harekâtı başlattı. Enver Bey’in tâlimatıyla Kuşçubaşı Eşref ve Teşkilât-ı Mahsûsa üyeleri, yerli kabîleler arasındaki yüzyıllardır süren çekişmeleri ortadan kaldırdı, yerli halkı bir araya getirdi, büyük bir birlik ve beraberlik sağladı. Kurmay Binbaşı Enver Bey, yerli halk tarafından “Enver Paşa” olarak anıldı[13], çok sevildi ve “Bir İslâm Kahramanı” olarak görüldü. İtalyan ordusu, Arap-Türk kuvvetleri karşısında ilerleme kaydedemedi ve Kurmay Binbaşı Enver Bey’in organize ettiği bu direnişi yıkamadı. Fakat Rumeli’den gelmeye başlayan top sesleri Balkan Savaşı’nı haber verince, Enver Bey komutasındaki milisler ve Osmanlı askerleri İtalyanlar karşısında başarılı olmalarına rağmen, Devlet-i Aliyye; Makedonya ve Batı Trakya’da çıkan savaşa etkili bir biçimde müdâhil olabilmek için Libya cephesini kapatmak mecburiyetinde kaldı. Bingazi sahillerinden içeri dahi giremeyen İtalyanlarla Uşi Anlaşması yapıldı. Binbaşı Enver Bey, Balkan Savaşı’nın başlaması üzerine diğer Türk subaylarla birlikte İstanbul’a çağrıldığı için bölgeyi terk etti. İtalyan kuvvetlerine karşı verdiği başarılı mücadele nedeniyle 24 Ocak 1912’de kaymakamlığa (yarbaylığa) terfi ettirildi.
Balkan Savaşı’na katılmak üzere diğer gönüllü subaylarla birlikte Bingazi’den ayrılan Yarbay Enver Bey, düşman kuvvetlerinin Çatalca’da durdurulmasında önemli rol oynadı. I. Balkan Savaşı yenilgi ile sonuçlanmıştı. Mehmed Kâmil Paşa hükümeti, kendilerine Londra Konferansı’nda önerilen Midye-Enez sınırını kabule yanaşıyordu. İttihatçıların kendi aralarında yaptığı ve Enver Bey’in de katıldığı toplantıdan zor kullanarak hükümeti devirme kararı çıktı. 23 Ocak 1913 günü Enver Bey’in öncü rolü oynadığı Bâb-ı Âli Baskını gerçekleşti. Baskın sırasında Harbiye Nâzırı Nâzım Paşa, Yâkup Cemil tarafından öldürüldü; Enver Bey, Mehmed Kâmil Paşa’ya istifâsını imzâlattı ve Padişah’ı ziyâret ederek Mahmud Şevket Paşa’nın sadrazam olmasını sağladı. Böylece İttihat ve Terakkî Cemiyeti askeri darbe ile iktidarı ele geçirmiş oldu. Bâb-ı Âli Baskını’ndan sonra, Enver Bey, Bulgar ordusunun eline geçmiş olan Edirne’yi 22 Temmuz 1913’te Bulgarlardan geri aldı. Bu gelişme üzerine saygınlığı artan Enver Bey, “Edirne Fâtihi” diye anılmaya başlandı ve 15 Aralık 1913 tarihinde rütbesi miralaylığa (albaylığa) yükseltildi. 2 Ocak 1914’te mirliva (tuğgeneral) yapıldı ve istifa ettirilen Harbiye Nâzırı Ahmed İzzet Paşa’nın yerine Harbiye Nâzırı oldu. 3 Ağustos 1914 tarihinde de Başkomutan Vekilliğine getirildi.
Enver Paşa, Harbiye Nâzırı olduktan sonra askerî birliklerde önemli düzenlemeler yaptı. Başarısız paşa ve subayı ordudan tasfiye etti, bunların yerine genç ve dinamik zâbitleri önemli görevlere getirdi. Bu dönemde; orduda Fransız modeli yerine Alman sistemi uygulandı. Bunu temin için birçok Alman subay Türk ordusunda danışman olarak görev yaptı. Askerler arasında okuryazar sayısının arttırılmasına çalışıldı. Bu amaçla “Hurûf-u Munfasıla” denen aralıklı harflerle yazılan ve “Hatt-ı Cedîd”, “Ordu Elifbâsı” ya da “Enveriye Yazısı” diye de adlandırılan bir alfabe uygulamaya konuldu.
Enver Paşa; üç yıldır nişanlı olduğu Şehzâde Süleyman Efendi’nin kızı Emine Nâciye Sultan ile 5 Mart 1914 günü Balta Limanı’ndaki Dâmat Ferit Paşa Konağı’nda yapılan düğünle evlendi ve “Dâmâd-ı Şehriyârî” oldu.
Enver Paşa; 1 Eylül 1915’te de İkinci Ferik (tümgeneral) rütbesine yükseltildi. Osmanlı Hükümeti ve Enver Paşa; Rusya, İngiltere ve Fransa’ya pek çok diplomatik girişimde bulunup, onlarla birlikte hareket etme tekliflerini müteaddit defa bu devletlere iletmelerine rağmen, Îtilaf Devletlerinin bizi aşağılayarak geri çevirmeleri üzerine, bin bir güçlükle ve son çâre olarak 2 Ağustos 1914’te Almanlarla ittifak anlaşması imzâladı. “Genel kanaatin aksine, ittifak anlaşması talebi Almanlardan gelmediği gibi, bu alanda ittifaka yanaşmakta uzun süre direnen de Alman İmparatoru olmuştur. Dolayısıyla Enver Paşa’nın Osmanlı Devleti’ni bir oldu-bitti sonucunda Almanlarla bir ittifak anlaşması imzalamaya zorladığı tezi doğru değildir.”[14]
25 Kasım 1915 tarihinde Enver Paşa’ya Bahriye Nâzır vekilliği görevi de verildi. Böylece Enver Paşa; Çanakkale Muharebeleri sırasında hem Harbiye Nâzırlığı, hem Başkomutan Vekilliği hem de Bahriye Nâzırı Vekili görevlerini uhdesinde bulundurmuş oldu. “Birinci Dünya Savaşı’na girilmesinden sonra Enver Paşa Harbiye Nâzırı ve Başkomutan Vekili olarak askerî harekâtın yönetimini de ele aldı. Ancak kendisinin tamamen bir Alman kuklası olup onların isteklerini yerine getirmeye çalıştığı şeklindeki görüşler doğru değildir. Bizzat Alman belgeleri, Enver Paşa’nın çeşitli hususlarda Alman askerî yetkilileriyle çatıştığını göstermektedir. ”[15]
Enver Paşa, 22 Ekim 1917’de Birinci Ferik (bu rütbe ordudaki son rütbe olup, korgeneral ve orgeneral karşılığıdır) oldu. Mahmud Şevket Paşa’nın suikast sonucu öldürülmesinden sonra kurulan Said Halim Paşa kabinesinde ve onun görevden çekilmesi üzerine 1917’de kurulan Talât Paşa kabinesinde de devam ettiği Harbiye Nâzırlığı görevini, 14 Ekim 1918’e kadar sürdürdü.
1921 yılının Ekim ayında Türkistan Türkleri’ni sömürgeci İngilizlere karşı birleştirme ve bir Tûran devleti kurma niyetiyle Teşkilât-ı Mahsusa’nın eski liderlerinden Kuşçubaşı Hacı Sami ve diğer ittihatçılarla birlikte Batum’dan Buhara’ya gitti. Tûran Kağanlığı’nı kurmak için çalışmalar yaptı. Ruslara karşı savaşan Basmacıları örgütledi ve Basmacı İsyanı’nın başlamasına destek verdi; fakat sonucu değiştirmesi mümkün olmadı. 1922 Şubat’ında komutasında topladığı Basmacı birlikleri ile Duşanbe’yi ele geçirdi ve oradaki Sovyet garnizonunu tutsak aldı. Ardından Horasan üzerine yürüyerek Kızıl Ordu birliklerinin Buhara ve Horasan’dan çekilmelerini istedi. 28 Haziran 1922’deki Kafiran Savaşı’nı kaybettikten sonra dağlara çekilmek zorunda kaldı. Enver Paşa; 4 Ağustos 1922’de, -Kurban Bayramı sırasında- Buhâra-yı Şerîf’in Belh-i Cevan vilâyeti sınırları içinde yer alan -şimdiki Tacikistan’ın Başkenti Duşanbe’nin yaklaşık 200 km doğusundaki Belçivan kentine bağlı Obtar köyünün yakınlarında bulunan- Çeğen Tepesi’nde, köyü saran Hagop Melkumov komutasındaki çok kalabalık ve ağır silahlara sâhip Kızıl Ordu askerleriyle çarpışırken, bir avuç adamıyla birlikte kahramanca mücâdele etti. Son nefesini verinceye kadar “elinde kılıç aslanlar gibi savaştı” ve 41 yaşında şehâdet şerbetini içti.[16]
* * *
“Şehîd-i Muhterem Enver Paşa Hazretleri, pek mukaddes ve âlî bir maksat peşinde, Buhâra-yı Şerîf’in Belh-i Cevan vilâyetinin Çegan nam mahallinde mîlâdî 4 Ağustos 1922 ve kamerî 11 Zilhicce 1340 senelerinin Kurban Bayramı’nın ikinci Cuma günü, gündüz öğle vaktine karib bir zamanda hûn-i pâkini mahall-i mezkür toprakları üstüne akıta akıta kahramanâne ve merdâne bir surette rütbe-i şehâdete nâil olmuştur.”[17] diye ölüm tutanağı tutulan Enver Paşa, Buhâra ulemasının; “Şehîd-i Âlâ ve Gâzî-i Nâmdar”[18] sıfatıyla vasfettiği, “Buhâra’daki evliyânın en büyüğü Enver padişâhımız” diye fetvâ verdiği ve Çeğen’deki mezarının Türkistan halkının ziyâret ve hürmetiyle kutsiyet kesbettiği kişidir.[19]
Türkistan Türkleri’nin tâbiriyle; “İttihad-ı İslâm Ordusu Baş Komutanı” ve “Emir-i Leşker-i İslam-ı Buhara Enver Paşa Hazretleri” Çeğen köyünde binlerce kişinin hüsn-i şehâdetiyle toprağa verildi. Ve Fars şâir Belîğ’in; “El İyd-i Ekber eyledi, biz mâtem eyledik!” dizesi bu tarihten sonra Türkistan’da dilden dile bir darb-ı mesel hâlinde dolaşmaya başladı. Ünlü tarihçi Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan Enver Paşa’nın cenâzesini şu cümlelerle anlattı: “Asgarî otuz bin kişi toplanmıştı; Belçivan boşalmış gibiydi, herkes Çeğen’e gelmişti. Ahali ağlıyor, hâfızların tekbir sesleri, yüksek sesle Kur’ân-ı Kerîm tilâveti, halkın feryatlarına karışıyordu. Ben bu kadar ölü gördüm; hiçbirisi Enver Paşa’nın ebedî uykusu gibi müsterih ve huzurlu değildi. Sanırdınız ki, neredeyse gözlerini açacak ve size gülümseyecek…”[20]
Ve Türkistan’ın meşhur şâiri Çolpan ve Dilâver Cebeci Enver Paşa’nın şehâdeti üzerine şu şiirleri kaleme almıştır:
“Feryadım boğsun dünyanın bütün varlığını;
Ümidim son ipini de koparıp atsın!
Gazaptan titreyen genç yiğidin,
Dolmuş mermiler sinesine taş gibi,
Dağlarda özgürlük diye gezen bir geyiğin
Matemler inmiş kara gözlerine,
Deryalar, dalgalar titreten bir yiğit,
Yediği darbelerin kahrından yıkılıp kalmış,
Kurtuluş yıldızı sanki hiçliğe karışmış
Senin son canını da düşmanlar almış.
Marmara boyları, Edirne yolu…
Çatalca ovası, Boğaz geçidi,
Karpat dağları, Trablus çölleri,
Güzel Selanik’in şirin bahçeleri.
Şehitlerin yüzüne damlayan nurlar,
Bizi kan ağlattı bu kara haber.
Berlin sokakları yiğidin birini,
Dopdolu koynuna alıp sardı,
Tiflis’in havaları da bir kurtarıcı yiğidi,
Kara kanlara boyayıp toprağa saldı.
Tarihin rengini kanlarla karartıp dolduran,
En son ümidinizi de kana boyadı o Belcivan,
Ah nasıl uğursuz zamanlar gelmiş,
Feryadım dünyanın varlığını boğup öldürsün,
Kapkara bahtına şeytanlar gülsün!”
ÇEĞEN TEPESİ.
“Bir ceviz ağacı, bir duru pınar,
Ve gökte gümüş bilmeceler…
Vurur kutlu toprağın bağrında iki yürek,
Koşan bir atın soluğudur,
Çeğen Tepesi’nde geceler…
Çeğen Tepesi’nde geceler,
Uzun, yorgun ve yeniktir…
Her bayram sabahı uyurken kuşlar,
Emer hürriyetin parmaklarını bir yılan.
Kızların parmakları inceciktir…
Kızların parmakları inceciktir,
Kızar gider o güzelim saçları;
Daha söylenmemiş türkülere…
Gözlerine koyu gölgeler indirmiş,
Buhara’nın ağaçları…
Buhara’nın ağaçları,
Ve göğe dua ağdıran bacalar…
Nerdesin ey dokuz şavklı yıldızım!
Sabrın sınırlarına dayandı,
Çeğen Tepesi’nde geceler…
* * *
“Yenilgi kabul etmeyen bir neslin bayraktarı” olan Enver Paşa hakkında, onun yanında üç yıl çalışan Yüzbaşı İsmet (İnönü) şu ilgi çekici tespitleri yapmıştır: “Enver Paşa ihtilâlden önce ahlâk, cesâret ve kahramanlık mîsâli olarak tanınmıştır. Enver’e en çetin kıt’a hizmetleri tam ve îtimatla emniyet edilmiştir. Enver Paşa, şahsî meziyetleriyle iyi bir asker, iyi bir subay olarak cemiyetin kusur olarak bildiği unsurlardan, insanın tasavvur edemeyeceği kadar nasibi olmayan bir tiptir. Askerî vasıfları bakımından vatansever, çalışkan ve korku nedir bilmez müstesnâ kahraman olarak askerliğin aradığı ölçülerin en yukarı seviyesinde yer almıştır.”[21] Yâni Enver Paşa; ömrü boyunca temiz, örnek ve mütedeyyin bir kişi olarak yaşamıştır. A. Recep Baysun’un belirttiği gibi “Yalnız cesâret ve kahramanlığıyla değil, özel yaşayışıyla da herkesin hayranlığını kazanmıştır.” Enver Paşa; “Hiçbir şart altında inancını kaybetmeyen, îmanından aldığı güçle hayatta hiçbir zorluk tanımayan, ümitsizlik nedir bilmeyen, yıkılmayan, dünyayı sırtında taşıyabileceğini düşünen bir insandır.”[22]
Eşi Nâciye Sultan’ın Trablusgarp’tan “Dön artık!..” diye haykıran yalvarışları karşısında, vatan için her türlü fedâkârlığın yapılması gerektiğini dile getirdiği 27 Temmuz 1911 tarihli cevâbî mektubunda Enver Bey’in yazdığı şu cümle onun ne denli mütevekkil bir insan olduğunu göstermektedir: “Allah’a boyun eğmek gerekir… Tevekkül, bütün kuvvetimizi harcadıktan sonra da bir silahtır.”[23]
Yakın çalışma arkadaşlarından Halil Menteşe de Enver Paşa hakkında şu değerlendirmeleri yapmıştır: “Enver, hırs-ı câh ile mâlul değildi. Enver; saf, aynı zamanda yüksek bir ülküyle dolu bir rûhun sâhibi, ülküsü uğrunda hayatını dâima küçümsemiş bir kahramandır. Memlekette bayrak elinden düşünce Buhara’da yeniden Türk bayrağına sarılmış ve oradaki Türkleri kurtarmak için Bolşeviklerle aslanlar gibi dövüşürken eşsiz bir kahraman görkemiyle ölmüştür.”[24]
İngiliz yazar Peter Hopkirk Enver Paşa hakkında şunları ifâde etmiştir: “Birinci Dünya Savaşı çıktığında 32 yaşında generalliğe yükseltilen ve Harbiye Nâzırı olan yakışıklı Enver; bir panter kadar çevik ve hareketli bir kılıç ustası, aynı zamanda bulunduğu sofrada etrafını etkileyen, Fransızca ve Almancayı çok iyi konuşan cömert, gerçek centilmen, cesur, girişimci, çabuk karar veren şövalye ruhlu parlak bir kişilik sahibiydi.”[25]
Enver Paşa’yı her zaman kendisinden bir adım önde gören ve onunla daîma rekâbet içinde olan Mustafa Kemâl Paşa da Enver Paşa hakkında şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Enver, bir güneş gibi doğmuş ve bir gurûb ihtişâmıyla batmıştır. Bunun ortasını târihe bırakalım.”[26]
Emekli General Ali Fuat Erden hâtıralarını yazarken, Enver Paşa’nın mânevî dünyasındaki zenginliği gözler önüne seren şu cümleleri kaleme almıştır: “Enver Paşa’nın îman ve îtikâdına, savaş sırasında Medîne’yi ziyâretinde yakından şâhit olmuştum. Medîne İstasyonu’nda inince, doğru Peygamberin Merkadi’ne, Ravza-i Mutahhara’ya yaya olarak gitti. İstasyondan oraya kadar epey mesâfe vardı. Cemâl Paşa, Faysal Bey (geleceğin Irak kralı), şerifler, seyyidler, Medîne eşrâfı, sivil ve askerî erkân, Enver Paşa’nın etrafında ve gerisinde yürüyorlardı. Bütün Medîne halkı karşılıklı olarak saf tutmuştu. Kasîdeler okunuyordu. Caddenin iki tarafında develer kesiliyor; kan, fıskiye gibi fışkırıyordu. Fakat Başkomutan Vekili kendisine yapılan bu töreni görmüyor ve işitmiyor gibiydi. O, Asıl Komutan’ın, Peygamber’in huzuruna gitmekte idi. O’na saygılarını sunmaya, asilin vekile emânet ettiği vazifenin hesâbını arz etmeye gitmekteydi. Enver Paşa; benliğinden geçmiş, ellerini göğsünün üzerinde saygı ve taatle bağlamış, başını öne eğmiş, sessiz sessiz ağlıyordu. Ve bütün bu yürüyüş esnâsında biteviye ağlıyor, gözlerinden yaşlar döküyordu.”[27]
Enver Paşa’nı şehadetinin 98. Yılında kaleme aldığımız bu yazımızı, Dr. Ramazan Balcı’nın, Enver Paşa’nın kişiliği hakkında çeşitli kaynaklardan derlediği, fazla söze hâcet bırakmayacak nitelikteki tespit ve değerlendirmeleriyle kapatalım: “Onu yakından tanıyan herkesin üzerinde birleştiği nokta Enver’in bir insan olarak mükemmel ahlâkî değerlere sâhip olduğudur. Bir gün bile hiddetlendiğini, ağzından çirkin ve kaba bir sözün çıktığını gören olmamıştır. Sevinmek ve öğünmekten nefret eder, kızıp öfkelendiği zamanlarda bile ölçülü konuşmasını bilir. Sır saklamak ve niyetini dışa vurmamak husûsunda olağanüstü bir kudreti vardır. Bir insanın çıkabileceği en yüksek makamlara yükseldiği hâlde samîmiyetini ve alçak gönüllülüğünü kaybetmemiştir. Keskin bir zekâ ve sâlim bir muhakeme, muhatabını iyi tanıma gibi yaşından beklenilmeyen, yaradılıştan edep ve terbiye sâhibidir. İffet ve nâmus timsali, ferâgatin en üst sınırında, hayat ile ölüm arasında fark görmeyecek derecede ideâlist yaşamıştır. Hiçbir engel ve tehlike kabul etmeyen kalbi ona bir an bile korkunun heyecânını tattırmamıştır. Rûhunda o kadar inatçı bir azim ve sebat vardı ki, bunu yenmek mümkün değildi. Hayatında attığı adımların hiçbirini geri çektiği görülmemiştir. Dâima şahsî cesâretin zirvesinde yaşamış, hayatı savaştan ibâret kabul ederek her zaman tehlikenin en önünde bulunmuştur. Makedonya’daki çete savaşlarındaki haklı ününü de bu şekilde en az on kere ölümden dönerek kazanmıştır. Trablusgarp’ta gülleler arasında dolaşır, Başkomutan’dır, yine avcı hattındadır. Nihâyet Belcivan’da ölüme giderken bir avuç atlının en önündedir.”[28]
Ve “Şehîd-i Âlâ ve Gâzî-i Nâmdar” Enver Paşa’ya Yüce Rabbimizden rahmet ve mağfiret, Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’dan şefkat ve şefâat niyaz ediyorum. Rûhu şâd, mekânı Cennet, makâmı âli olsun. Enver Paşa’nın, cümle şühedânın ve bütün geçmişlerimizin ervâhı için; El-Fâtiha…
4 Ağustos 2020
Dr. Mehmet GÜNEŞ
[1] Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, 121
[2] Tahsin Ünal, Türk Siyâsî Tarihi, 456
[3] Rızâ Tevfik Bölükbaşı, Sultan Abduhamid Hân’ın Rûhâniyetinden İstimdat, Sevda Şiirleri –II, 126-128
[4] Nevzat Kösoğlu, Şehit Enver Paşa, 11
[5] Nevzat Kösoğlu, , a.g.e., 17
[6] Nevzat Kösoğlu, a.g.e., 199, 206
[7] TDV İslâm Ansiklopedisi, XI, 261
[8] Nevzat Kösoğlu, Şehit Enver Paşa, 28-29
[9] Ahmet Turan Alkan, İkinci Meşrûtiyet Devrinde Ordu ve Siyâset, 62
[10] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, I, 404
[11] Ahmet Turan Alkan, İkinci Meşrûtiyet Devrinde Ordu ve Siyâset, 189
[12] Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, 15
[13] İsmail Türkoğlu, Sibiryalı Meşhur Seyyah Abdürreşid İbrahim, 77
[14] TDV İslâm Ansiklopedisi, XI, 262
[15] TDV İslâm Ansiklopedisi, XI, 263
[16] Tacikistan başkenti Duşanbe’nin yaklaşık 200 km doğusundaki Belçivan kentine bağlı Obtar köyünde bulunan Enver Paşa’nın mezarı, Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Münif İslamoğlu başkanlığındaki uzmanlar ve ilim adamlarından oluşan 8 kişilik bir heyet tarafından 30 Temmuz 1996’da açıldı. Diş yapısından Enver Paşa’ya ait olduğu anlaşılan cenaze, Tacikistan’daki siyasi karışıklıklar nedeniyle zorlukla başkent Duşanbe’ye getirilebildi. Burada Türk bayrağına sarılı tabuta konularak İstanbul’daki resmi tören için hazırlandı. 3 Ağustos 1996’da İstanbul’a getirilen Enver Paşa’nın naaşı bir gece Gümüşsuyu Askeri Hastanesi’nde tutuldu. Ölüm yıldönümü olan 4 Ağustos 1996 tarihinde, Şişli Camii’nde 8 imamın kıldırdığı cenâze namazının ardından Şişli’deki Abide-i Hürriyet Tepesi’nde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Kültür Bakanlığı’nca ortak olarak hazırlanan, Talat Paşa’nın yanındaki mezara defnedildi.
[17] Nevzat Kösoğlu, Şehit Enver Paşa, 631-632
[18] Nevzat Kösoğlu, a.g.e., 483
[19] Nevzat Kösoğlu, a.g.e., 635
[20] Zeki Velîdi Togan, Bugünkü Türkili Türkistan Tarihi, 453
[21] İsmet İnönü, Hâtıralar, 141
[22] Nevzat Kösoğlu, Şehit Enver Paşa,199, 206
[23] Arı İnan, Enver Paşa’nın Özel Mektupları, 506
[24] Halil Menteşe, Osmanlı Meclis-i Mebusan Reisi Halil Menteşe’nin Anıları, 253
[25] Aydın İdil, Enver Paşa’nın Son Savaşı, 131
[26] Nevzat Kösoğlu, Şehit Enver Paşa, Arka Kapak Yazısı
[27] Ali Fuat Erden, Paris’ten Tih Sahrasına, 21-22
[28] Ramazan Balcı, Tarihin Sarıkamış Duruşması, 131-132