İran’da Avşarlılar Hânedanının İlk Hükümdarı
(1736-1747).
Hazırlayan Mehmet MEMİŞ
Muharrem 1100’de (Kasım 1688) Horasan’ın Destgird köyünde doğdu. Asıl adı Nedr (Nezr) Kulı’dır. Kuzey Horasan’ın Ebîverd sınır bölgesinde yaşayan Afşar Türkmenleri’nin Kırklu obasına mensup olup babasının adı İmam Kulı’dır. Çocuk yaşta babasını kaybetti. Ebîverd bölgesi valisi Baba Ali Bey’in maiyetinde bulundu ve onun iki kızı ile evlendi. 1723’te Baba Ali Bey’in vefatından sonra onun yerini aldı. Ardından İran’ın Afganlı Galzaylar (Gılzaylar) tarafından işgali üzerine Meşhed ve civarının bağımsız hâkimi olan Melik Mahmûd-ı Sîstânî’ye katıldı. Ancak ona karşı gerçekleştirilmek istenen bir suikasta adı karışınca bir grup arkadaşıyla birlikte kaçmak zorunda kaldı. Meşhed bölgesinde sahip olduğu yüksek meziyetlerle kendini kabul ettirip Horasan’ın meşhur emîrlerinden biri oldu (1725). Bu sırada Safevî tahtı için mücadele veren Abbas Mirza’nın (II. Tahmasb) talebi üzerine muhafız kuvvetleri kumandanlığına getirildi ve maiyetindeki 2000 kişiyle onun hizmetine girerek Tahmasb Kulı Han unvanıyla anılmaya başlandı. Meşhed’in zaptında önemli rol oynadı. İsfahan ve Şîraz’ı Galzaylar’dan geri aldı (1729). Ardından İstanbul’daki Patrona Halil İsyanı’nı fırsat bilerek harekete geçip Hemedan ve Tebriz dahil Irâk-ı Acem ve Azerbaycan’da Osmanlılar’ın elinde bulunan yerleri yeniden Safevîler’e kazandırdı.
Bir müddet sonra doğuya yönelerek Abdâlîler’den Herat’ı aldı. Bu arada Osmanlılar’ın karşı harekâtı neticesinde Hemedan ve Kirmanşah’ı ele geçiren Şark Seraskeri Ahmed Paşa’nın II. Tahmasb’ı yenilgiye uğratması, Hekimoğlu Ali Paşa’nın Urmiye ve Tebriz’e girmesiyle iki taraf arasında antlaşma yapılmıştı (10 Ocak 1732). Tebriz, Hemedan ve Kirmanşah’ı Safevîler’e; Gence, Tiflis, Revan, Şirvan ve Dağıstan’ı Osmanlılar’a bırakan bu antlaşma, Osmanlı Hükümdarı I. Mahmud’u memnun etmediği gibi İsfahan’a dönen Nâdir tarafından da kabul görmedi. Nâdir antlaşmayı bozdu, II. Tahmasb’ı tahttan indirip yerine onun henüz birkaç aylık olan oğlu III. Abbas’ı geçirdi. Kendisini de “vekîlü’d-devle” ve “nâibü’s-saltana” ilân ederek yönetime hâkim oldu (Eylül 1732). Ardından emrindeki kuvvetleri üçe ayırdı, başında bulunduğu orduyla Erbil’e gitti, oradan da Bağdat’a yürüyüp şehri kuşattı (Ocak 1733). Ancak yardıma gelen Erzurum Valisi Topal Osman Paşa kumandasındaki Osmanlı askerleri karşısında dayanamayıp yaralı olarak Hemedan’a döndü (20 Temmuz 1733). Aynı yılın aralık ayında yeniden Irak seferine çıktı, Kerkük’ün kuzeyinde Akderbend mevkiinde Osmanlı kuvvetlerini yenerek Bağdat’ı kuşattı. Fakat İran’da kendisine karşı başlatılan bir girişimi haber alınca muhasarayı kaldırıp geri döndü. Zira bu sırada İran’ın güneydoğusunda Mahmud Han isyan etmişti. Nâdir Ramazan Şubat 1734’de isyanı bastırıp Şîraz’ı ele geçirdi. Oradan İsfahan’a gitti ve Osmanlılar’a karşı Ruslar’la bir ittifak yaptı. Mart 1735’de Ruslar’ın desteğiyle Gence’yi kuşattıysa da ele geçiremedi ve Kars’a yürüdü. Burada bir günlük mücadelenin ardından Arpaçayı’nı geçerek Kars’ın güneydoğusuna çekildi. Kendisini takip eden Abdullah Paşa kuvvetlerini mağlûp ettikten sonra 9 Temmuz 1735’de Gence’yi, 12 Ağustos’da Tiflis’i ve 3 Ekim’de Revan’ı zaptetti. Böylece İran’ı Osmanlı ve Rus baskısından kurtarmış oldu. Bu seferlerin ardından Mugan sahrâsında ordu kumandanları, devlet adamları, ulemâ ve eşrafın katıldığı bir kurultay tertip ederek artık İran’ın istikrara kavuştuğu gerekçesiyle Horasan’a dönmek arzusunu belirtti. Sayıları 20.000’i bulan katılımcılar kendisinden İran’ı bırakmamasını istediler. Bunun üzerine Safevîler’le Osmanlılar arasında savaşlara ve dolayısıyla kan dökülmesine sebep olan aşırı Şiî anlayışının terkedilip mutedil Ca‘ferî mezhebinin benimsenmesi şartıyla bu isteği kabul etti ve Nâdir Şah unvanıyla hükümdarlık makamına getirildi (8 Mart 1736). Böylece Safevîler hânedanı son bulmuş oluyordu. Nâdir Şah’ın müslümanlar arasında mezhep farklılığından doğan düşmanlığa nihayet vermek ve İran’ı İslâm ülkeleri arasında yalnızlıktan kurtarmak için başlattığı bu hareket İran’da onun Sünnîlik’le itham edilmesine yol açtı.
Osmanlılar’la yapılan barış görüşmelerinde bu durum bildirilerek diğer şartların yanında Osmanlılar’ın Ca‘ferî mezhebini beşinci hak mezhep olarak kabul etmeleri, Mekke’de Ca‘ferîler adına bir rükün açılması ve İranlı Hacılar için emîr-i hac tayininin kabulü istendi. Aylar süren müzakerelerden sonra Osmanlı tarafı İranlı Hacılar için emîr-i hac tayinini kabul etti (24 Eylül 1736). Ca‘ferîliğin beşinci mezhep olarak tasdik edilmesi talebi ise şer‘î ve siyasî mahzurlar gerekçe gösterilip reddedildi; fakat sadece İran’a ait bir mezhep şeklinde tanınmasında bir sakınca görülmedi. Nâdir Şah’ın Şiî-Sünnî yakınlaşması için girişimleri devam etmiş, Osmanlı ve İran ulemâsı arasında 1746 ’da Necef’te müzakereler yapılmış, bir mutabakat metni imzalanarak İranlılar’ın Hz. Peygamber’in ashabına kötü atıfta bulunmaması, Osmanlılar’ın da İran Şiî inancını İslâm dairesinde görmeleri hususunda anlaşma sağlanmıştır. 1746 tarihli anlaşma metninde İranlılar’ın dört halifeyi hayır ve dua ile anacakları ibaresi de yer almıştır.
Nâdir Şah Zilkade Mart 1738’de Kandehar’ı ele geçirdi ve eski şehrin yakınlarında kendi adıyla anılan (Nâdirâbâd) yeni bir şehir kurdu. Burada Galzay ve Abdâlîler’in katılımı üzerine güçlenen ordusu ile aynı yıl içinde Gazne, Kâbil, Celâlâbâd ve Peşâver’e hâkim oldu. Oğlu Rızâ Han’ı İran hükümdarı sıfatıyla Meşhed’e gönderdi, kendisi de büyük bir ordu ile Evrengzîb’in 1707’de vefatından sonra iç karışıklıklarla zaafa düşen Hindistan’a yöneldi. Şubat 1739’da Lahor’a, bir ay sonra Delhi’ye hâkim oldu. Bâbürlü hazinesine el koydu ve ünlü Taht-ı Tâvûs ile “kûh-i nûr” elması dahil olmak üzere hazineyi yanına alıp Aralık 1739’da Kâbil’e döndü (Nâdir Şah, Taht-ı Tâvûs’u daha sonra I. Mahmud’a hediye olarak göndermiş olup günümüzde Topkapı Sarayı Hazine Dairesi’nde bulunmaktadır; elmas ise halen İngiliz kraliyet ailesindedir). Ardından Hindistan’da yeniden karışıklıklar baş gösterince Sind’e giderek hâkimiyetini sağlamlaştırdı.
Hindistan’da kalmak istemeyen Nâdir Şah, Bâbürlüler’le yaptığı antlaşma ile İndus nehrinin batısında kalan yerleri topraklarına kattı. Hindistan’ı üç eyalete taksim edip 4 Mayıs 1740’da Nâdirâbâd’a döndü. Bu arada oğlu Rızâ Han Türkistan seferine çıkmıştı. Nâdir Şah da o tarafa yöneldi, Buhara ve Hîve hanlarını mağlûp ederek Meşhed’e döndü. Aynı yıl içinde Dağıstan ve Gürcistan seferine çıktı, on sekiz ay kadar bölgede kaldıktan sonra 1743’de Osmanlılar’a karşı yeni bir sefer başlatıp 400.000 kadar olduğu rivayet edilen ordusuyla Kerkük’e girdi. Ancak aynı başarıyı Musul’da gösteremedi. 27 Eylül 1743’de başlattığı kuşatmayı bir hafta sonra kaldırmak mecburiyetinde kaldı. Bağdat Valisi Ahmed Paşa ile vardığı mutabakat neticesinde bölgedeki mukaddes mekânları ziyaret etti. Bu sırada bazı Safevî hânedan mensuplarının tahtı ele geçirmek için çalışmalar yaptığını haber alınca İran’a döndü ve istikrarı sağladı. Bu arada Basra körfezinde güçlü bir donanma oluşturarak Bahreyn ve Uman’a hâkim oldu.
Musul kuşatmasının ardından Osmanlılar’a karşı yeni bir sefer başlattı. Bunun sebebi, Safevîler’den I. Hüseyin’in Osmanlılar’a iltica etmiş olan oğlu şehzade Sâfî Mirza’nın İran şahlığında hak iddia etmesiydi. Plana göre Kars seraskeri onu Tebriz üzerinden İsfahan’a götürüp tahta çıkaracaktı. Bu sırada Osmanlılar da İran’a üç cephe açmış bulunuyordu. Nâdir Şah bu gelişmeler üzerine Kars’a yürüyüp kaleyi kuşattı ( 29 Temmuz 1744). İki ay süren bu kuşatmadan bir sonuç alamadı. Ancak 21 Ağustos 1745’de Kağaverd mevkiinde Yeğen Mehmed Paşa idaresindeki Osmanlı kuvvetlerini bozguna uğrattı. Ardından İsfahan’a dönerek bir taraftan imar çalışmaları ile ilgilenirken diğer taraftan bazı kumandan ve beylerin ayaklanmalarını bastırdı. Bu arada kendisine karşı bir tertip içinde olduğu gerekçesiyle oğlu Rızâ Kulı Mirza’nın gözlerine mil çektirdi. Ca‘ferî mezhebinin Osmanlılar’ca tanınması hususundaki ısrarından vazgeçerek 4 Eylül 1746 tarihinde Osmanlılar’la bir antlaşma yaptı (Kerden Antlaşması). Bundan bir süre sonra da ağır vergi yükü ve baskılara karşı Sîstan’da çıkan büyük bir ayaklanmayı bastırmak için çok kan dökmesinin sebep olduğu tedirginlik ortamında hayatlarından endişe eden bir grup kumandanı tarafından Fethâbâd’da çadırında öldürüldü (20 Haziran 1747). Mezarı Meşhed’dedir. Dört defa evlenen Nâdir Şah’ın beş oğlu, on beş torunu ve diğer yakınları arasında başlayan kanlı iktidar mücadeleleri sonunda yeğeni Ali Kulı Han, Âdil Şah unvanıyla tahta oturdu. Torunu Şâhruh ise Horasan’a hâkim oldu. Osmanlı belgelerinde Nâdir Şah dönemi İran’ı Devlet-i Nâdiriyye ve Devlet-i Behiyye-i Nâdiriyye şeklinde adlandırılmıştır.
Sert ve acımasız tutumuyla tanınan Nâdir Şah modern literatürde İskender, Timur ve Napolyon ile mukayese edilir. Ayrıca batıda Osmanlılar’a, Türkistan’da hanlıklara verdiği tahribatla Ruslar’ın, doğuda da Bâbürlüler’e verdiği zararla İngilizler’in işini kolaylaştırdığı yönünde eleştirildiği dikkati çeker. Köklü bir devlet geleneğinden gelmemişse de askerî dehası ve sert disipliniyle başarı kazanmış, fakat askerî başarıları kalıcı olmamıştır. Bununla birlikte İmâmiyye Şiîliği’nin İran’da yaygınlaşmasında ve tarihte ilk defa modern anlamda bir Afganistan ülkesinin ortaya çıkmasındaki rolü önemlidir.
Kaynak: TDV İslâm Ansiklopedisi; müellif, Azmi Özcan.
Hazırlayan: Mehmet MEMİŞ, (E) Öğretmen