Prof.Dr. Ekrem DEMİRLİ
Aşağıdaki yazı Lacivert Dergisi’nen alınmıştır. https://www.lacivertdergi.com/dosya/2022/07/04/subjektif-din-telakkisi
İbn Sina Tanrı’yı bilmenin imkanından söz ederken “Tanrı’nın mertebesi herkesin varabileceği bir yer olamayacak kadar yücedir” dedikten sonra başka bir söz daha söyler ki, dini ve ahlaki hayatta insanları sıradan ve seçkinler diye ikiye ayıran yaklaşımın bir örneği olarak kabul edilebilir: “O’nu ancak bir kişi, ondan sonra başka bir kişi bilebilir.”
Tanrı’nın varlığını akılla ispatı metafiziğin meselesi kabul eden bir düşünürün kurduğu bu cümle, neredeyse insanı Tanrı’yı bilmede “agnostik” bir tutuma taşırken Tanrı ile insan arasında “aracı” birini veya birilerini yerleştirir. Aracının kim olabileceği bahsinde insanın aklına önce peygamber gelse bile, kast edilen filozoftur. Filozof zihinsel yetkinleşmeyle Tanrı’yı varlıkların ilkesi olarak tanır, sonra bu bilgiyi aynı yolu yürümemiş olanlara aktarır.
Bu yaklaşımın neticesinde İbn Sina Tanrı’ya varmaya yol bulamayan insanlara Tanrı’yı bilen kişiye uymak, onun söylediklerine göre Tanrı fikrine ulaşmak yolunu salık verecektir. Filozofun hakikat bilgisine göre tesis ettiği “erdemli şehir” gerçekte Tanrı’yı bilenin görüşleri ekseninde kurulan, ötekilerin ise o görüşlere uydukları ölçüde hakikate yaklaşabilecekleri yerdir.
Birçok Müslüman için İbn Sina’nın sözünü ettiği kimse peygamber olmalıdır. İnsanlar da onun getirdiği bilgiyle Tanrı’yı peygamber cihetinden tanıma imkânı bulabilir. Bu durumda Tanrı’nın varlığını bilmek, Tanrı’ya yaklaşmak, peygamber sayesinde mümkündür. Bu durumda İbn Sina’nın peygamberlik inancını tahkim ettiğini düşünmek, onun sözlerine nebevi bir bakış açısıyla bakmak mümkündür. Tartışmanın bu kısmını bir yana bırakırsak, bu bakış açısı doğru ise o zaman peygamberden başkasının Tanrı hakkında bilgi, en azından “doğru bilgi” getirememiş olması gerekir.
Bireysel dindarlığın yükselişi
Öte yandan mistik gelenekler Tanrı hakkındaki bilginin neredeyse imkânsız olabileceğini gösteren ağır ve meşakkatli yöntemlerden söz ederler. Öyle bir yöntemdir ki bu, sonuçta neye ulaştığımız ve hangi hakikati idrak ettiğimiz değil, niçin böyle bir meşakkate gerek duyulduğunun cevabını bulamayız. Vakıa Tanrı ve/veya hakikat niçin bu kadar zahmetli ve meşakkatli bir yöntemi iktiza etsin? Sorunun cevabını bilmiyoruz, seçkinci zümreler de hiçbir zaman cevap verememişlerdir.
Bu yaklaşımın neticesi ise Tanrı hakkındaki bilginin sahih ve batıl ölçeğiyle ele alınmış olmasıyla insanların sübjektif tercihleri ile kendi dünyalarında inşa ettikleri inançların anlamsızlığıdır. Tanrı hakkındaki bir inanç batıl ve anlamsız görülünce, dini hayatta başka çelişkiler ve açıklanması gereken durumlar ortaya çıkar. Sonsuz ve sınırsız bir hakikat hangi forma bürünmüştür ki öteki inanç batıl ve yanlış kabul edilebilsin? Bunun izahı kolay yapılamaz. Bu nedenle Tanrı ve hakikate dair kesin doğrucu yaklaşımın savunulması her zaman güçlükler arz etmiştir. Tanrı ve din hakkındaki tutumlar günümüzde başka bir noktaya evrilmiştir. Çağımızda dinlerin eskiye göre daha yaygınlaştığını düşünmek mümkündür. Başta İslam ve Hristiyanlık olmak üzere, inançlar yayılıyor, insanlar dine daha dikkatle yöneliyorlar. Bu bir vakıadır. Fakat ortaya çıkan büyük mesele, kurumsal dini yapılar ve anlayışlara yönelik eleştirel tutumun da güçlenmiş olmasıdır. İnsanlar dine yöneliyor fakat “eski tarz” diye düşündükleri yapıları değil, sübjektif anlayışın önünü açan bireysel dindarlığı benimsiyorlar.
Bunu birkaç açıdan ele almak gerekir: Birincisi insanlar başta Tanrı olmak üzere dinin temel bahislerinde daha bireysel ve daha öznel bakış açısı arıyor, dinlerde buna kaynaklık teşkil edecek yönleri ve yaklaşımları öne çıkartmak istiyor. Hükümran ve yargılayan bir Tanrı yerine, munis bir Tanrı telakkisinin arandığını düşünmek mümkündür.
Din ile daha şahsi bir ilişki
Öte yandan insanlar dini hayatlarını temelden değiştirecek veya kendilerini yargılayacak bir dine değil, hayatlarını kolaylaştıran ve tamamlayan sınırlı inançlara yönelmek istiyorlar. Bu da dinin sübjektif yorumunun öne çıkması demektir. Üçüncüsü ise öteden beri dinlerde yer alan din adamları veya âlimler sınıfının yorumlarını reddederek din ile daha şahsi ve bireysel ilişki kurmak istiyorlar. Bilginler bu bireyselliği kabullendikleri ölçüde itibar görüyor, insanlar onlara yöneliyor, buna mukabil eleştiriler yönelttikleri ölçüde ise insanlar onlardan uzaklaşıyor. Netice itibarıyla insanlar kendilerini yargılamayan, herhangi bir şekilde onları kınamayan ve cezalandırmayan, daha çok hayat içinde iyiliğin, adaletin ve güzelliğin simgesi ve kaynağı olabilecek, kendisi ile insan arasında vasıtaların bulunmadığı Tanrı ve bunu beyan eden din telakkisinin peşinden gitmek istiyorlar. Acaba bu ne ölçüde anlamlıdır, bunun İslam geleneğinde anlamı nedir? Modern dünyadaki yaklaşım yeni değildir, bunu hatırlamak gerekir: Dini anlatan peygamberler ile sıradan insanlar arasındaki gerilim buradan neşet ettiği gibi aynı zamanda bütün seçkinci telakkiler ile sıradan insan tecrübesi arasındaki gerilim de buradan doğuyordu. Mevlana’nın nefis bir şekilde anlattığı çoban ve Hz. Musa hikâyesi tam olarak bu sorun üzerine kuruludur. Hikâye büyük bir peygamber ile bir çobanın din ve Tanrı telakkisini konuşmasını anlatır. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de Tanrı ve insan ilişkisini tartışırken başvurmamız gereken en önemli örneklerden birisi bu hikâye olabilir.
Çoban /Hayal ve Musa/Akıl: Tanrı insana misafir gelir mi?
Hz. Musa bir çobanın derin bir samimiyet içinde Allah’a yakardığını görür. Çoban Allah’a yakarırken Hz. Musa’nın kabullenemeyeceği bir takım sözler söylüyor, Allah’a dair samimi ve içten duygularını terennüm ediyordu. Mesela şöyle diyordu: “Allah’ım! Bana misafir olsan sana çorba pişirsem, sen açsındır; gelsen bitlerini ayıklasam, ayaklarını yıkasam.” Bir insanın uzaktaki bir yakınını misafir etmek üzere söyleyebileceği sözlerin Tanrı hakkında söylendiğini işiten Hz. Musa çobanı azarlar, “Tanrı hakkında böyle konuşulur mu?” diyerek onu düzeltmek ister.
İşin bu kısmı insan ve ona bilgi getiren arasındaki ilişkiyi anlatmak üzere dile getirilen bir tespittir. Gerçekte çoban bizim hayal gücümüzü, Tanrı ve başka şeyleri düşünürken başvurduğumuz tahayyül gücümüzü temsil eder. Tahayyül gücü her şeyi duyularına göre telakki eder, duyuların verdiği bilgileri bazen birleştirir, bazen onlara yeni unsurlar katar, ama her şeyi benzetme yoluyla ele alır. Hikâyede Tanrı bir insan gibi düşünülmüş, insana ait nitelikler ona eklenmiş, Tanrı misafir haline getirilerek ona hizmet etmekle kendisini memnun etmek amaçlanmıştır.
Hz. Musa ise öncelikle insanın akıl gücünü temsil eder. Akıl hayalin aksine tecrit ve tenzih ederek hakikati düşünmeyi sağlayan güçtür. Hayalin herhangi bir şey için “O’dur” dediği yerde akıl “O değildir” diye bozucu rolüyle ortaya çıkar. Hayal gücü ile akıl arasındaki gerilim düşüncenin istikametini şekillendirir. Hikâyenin esas dikkat çeken kısmı ise devamıdır: Allah Hz. Musa’ya ne yaptığını sorar, o da haddini bilmeyen birini payladığını söyler. Allah ise “Sen çobanın benimle bağını kopardın” diyerek Hz. Musa’yı uyarır.
Akıl ve hayalin Tanrı telakkisi
İşin bu kısmı ilahiyat ilminin kolaylıkla çözebileceği bir yer değildir, hiç kuşkusuz. Bunun nedeni Hz. Musa’nın peygamber ve ötekinin çoban olmasıyla sınırlı değildir. Çünkü böyle ifadelere birçok yerde rastlarız. Allah birçok peygamberini çeşitli vesilelerle uyarmış, onların hatalarını göstermiştir. Mesela Hz. İbrahim ile ilgili birçok uyarıyı ayetlerden öğreniyoruz. Hz. Nuh veya öteki peygamberlerle ilgili düzeltmeleri ayet-i kerimelerden biliyoruz vs. Hz. Musa’nın hayatında da böyle örnekler çoktur.
Fakat burada durum farklıdır: Burada ilahiyat ilminin içinden çıkamayacağı ciddi bir durum ile karşı karşıyayız. Bir çobanın sübjektif ve duygu merkezli Tanrı telakkisini tashih etmek isteyen peygamber uyarılmış, irtibatı kopartmış olmakla eleştirilmiş, fakat gerçeğin ne olduğu belirsiz bırakılmıştır. Hiç kuskusuz ilahiyat ilminin böyle bir konu hakkında beklenen yaklaşımı açıktır: “Böyle bir menkıbe anlamsızdır, büyük ihtimalle uydurulmuştur, abartılı unsurlar içerir, dolayısıyla bunun üzerinde durmak ve tartışmaya değer bulmak lüzumsuzdur.”
İlahiyatçılar için menkıbenin taşıyabileceği yegâne anlam tebliğdeki üslup meselesi olabilir. Hz. Musa’nın hakikati böyle birine daha mutedil ve soğukkanlı anlatması gerekirdi. Nitekim Hz. Peygamber “İnsanlara akılları ölçüsünce konuşun” demiştir. Lakin hakikat böyle midir? Hz. Musa ile çoban arasındaki konuşmanın –bunun gerçekleşip gerçekleşmemiş olmasının hiçbir önemi yoktur– Tanrı’nın insan ile ilişkisindeki iki tarz irtibatın ilişkisi olduğunu düşünmek gerekir. Her insan az veya çok Tanrı hakkında bir bilgi sahibidir. Üstelik bu bilgi nereden gelirse gelsin insan Tanrı telakkisini bu bilgisiyle şekillendirir, onunla Tanrı’ya yönelir, daha sonra öğreneceği bilgiye yön ve şekil veren de bu ilk bilgidir. Söz konusu bilginin ilk kaynağı insanın doğası olabileceği gibi başka birtakım yollardan da ona ulaşmış olabilir.
Sübjektif din telakkisinin odağı
Tasavvuf metafizikçileri her insanın bir Tanrı fikriyle doğduğunu kabul ederler, bu bilginin ise ona Tanrı’dan geldiğini düşünürler. Bu durumda insana ilk ve esas bilgiyi veren bizzat Tanrı’dır. Öte yandan Tanrı bir de peygamber yoluyla insana kendini tanıtır. Bu durumda insan içinden gelen bilgi ile dışarıdan öğrendiği bilgi arasında bir çatışma yaşar.
Burada bahis mevzu olan şey bireysel dindarlık tarzlarından birisiyle dışarıdan gelen vahyin bilgisi arasındaki çelişkidir. Meselenin bu kısmı hemen her çağda ve yerde geçerli olan bir tartışma konusudur. Çünkü bu iki tarz arasındaki çelişki ve çatışma dinin tarihini şekillendirdiği gibi aynı zamanda günümüzde sistematik ve kurumsal olmakla eleştirilen dine karşılık insanların yöneldiği sübjektif din telakkisini de anlatır.
İnsanlar yargısız ve hükümsüz bir dinin peşinde gitmek istiyor; daha doğrusu kendilerini sıkıştıran ve daraltan hayata karşı bir genişlik ve dinginlik alanı olarak dini görmek istiyor. Burada ise hiç kuşkusuz en kolay yaklaşılan ve sübjektif yoruma elverişli görülen alan ise tasavvuftur. Öteden beri tasavvufun sübjektif din telakkisinin odağı olduğu düşünülmüştür. Bu nedenle günümüzde de ona yönelmek, kurumsal olandan uzaklaşmak isteyenler için çıkar yol gibi geliyor.
Peki Hz. Musa ve çoban hikâyesinin çözümü nedir veya hikayede haklı kimdir? Galiba meselenin çözümü hakikati başka bir yerde bulmakla ilgili olmalıdır. Bu da İslam geleneğinde bir hadiste beyan edilen Allah’ın kulundan yardım, ziyaret vs. hususları talep etmesiyle ilgili hadistir. Kutsi hadiste Allah “Hasta oldum beni ziyaret etmedin” der. Kul, “Rabbim seni nasıl ziyaret edebilirim” deyince, “Hasta bir kulumu ziyaret etseydin beni ziyaret etmiş olurdun” hitabına muhatap olur.
Çoban ve Musa hikâyesinin çözümü tam olarak burada yer alır: İnsan Tanrı’yı misafir edemeyecektir, Tanrı’yı ziyaret etmeyecektir, O’na yemek pişirmeyecektir ve istediği yakınlık ve samimiyet Tanrı ile oluşmayacaktır; fakat yaratılmışlarla kurduğu ilişkiyi önce bir sebep, sonra bizzat Tanrı ile ilişkinin kendisi gibi telakki etmeye başladığında sübjektif olan ile sistematik olan birleşecek, insan layık olduğu dereceye terakki edecektir.
Tanrı insana misafir gelmez, fakat gelen misafir Tanrı gelmiş gibi gelir. Bu nedenle dilimizin en güzel kelimesi “Tanrı misafiri” kelimesi olarak kalacaktır. Bu tabir, çoban (hayalgücü) ile Musa’yı (akıl) bir araya getirebilecek yegâne yolu anlatır. Artık çoban Musa ve Musa çoban olmuştur.