Hilmi ÖZDEN[i]
GİRİŞ
İslâm dünyasında fâiz ve ribâ asırlardır karıştırılmaktadır. Bu karışıklık İslâm dünyasındaki iktisadi çöküşün çok önemli sebeplerindendir. Hz. İsa’nın doğumundan asırlarca önce dünya ticaret ağlarının kurulduğu; Akdeniz deniz ticareti, İpek yolu ve dünya bankacılık işlemlerinin emekleme dönemlerinden itibaren ekonominin gelişmesinde “fâiz” kavramının çok önemli bir yeri olmuştur. Fakat fâizden apayrı bir kavram olan ribâ İslâm dünyası ticaret hayatında fâiz olarak aktarılmış ve halkımız arasında tefecilikle fâizin iç içe geçtiği gibi bir düşünce hâkim kılınmıştır. Ribâ ancak günümüzde bir kıyaslama yapılacak olursa halk arasındaki ifadesiyle “tefeci fâizi”ne benzetilebilir. Bu da ribânın yerine iktisadi bir kavram olan fâizi, dini günah hüviyeti içine çekmektedir. Hâlbuki bu konuda ilahiyatçı Prof. Dr. Ali Rıza Gül, İslâm’daki Fâiz Yasağının Temeli Olarak Câhiliye Ribâsı Kavramı[1] makalesinde “Fâiz, iktisadi faaliyetlerin var olduğu, özellikle de borç işlemlerinin yapıldığı her zaman ve zeminde rastlanılabilecek bir olgudur. Hayatın neredeyse her alanıyla ilgili olan bu olgunun, tarih boyunca karşılaşılan uygulamalarının şekilsel olarak birbirine benzer olduğunda şüphe yoktur. Bununla birlikte, onun, devirden devire, toplumdan topluma bazı farklılıklar gösterdiği de yadsınamaz. Takdir edilir ki, Milâdî yedinci asrın ilk çeyreğine kadar uygulanmış olan câhiliye fâizinin çağdaş fâiz olgusuyla birebir örtüşmesi mümkün değildir. Biz, câhiliye fâizine câhiliye ribâsı dememizin daha uygun olacağını düşündük. Câhiliye fâizi ismini kullanmaya devam edebilirdik. Fakat yeğlediğimiz ismin, hem Arapçadaki orijinaline uygun olması hem de fâizin Câhiliye Çağı’nda bilinen şekliyle günümüzdeki şekli arasındaki farklılığı yansıtması sebebiyle câhiliye ribâsı adlandırmasını kullanmayı tercih ettik[2]” denmektedir.
Ribânın olmazsa olmazı olan diğer bir unsur da alacaklının ana malına ilaveten akdin bir gereği olarak aldığı fazlalıktır. Esasında ribâ denilince de bu fazlalık mal kastedilmektedir. Ribâ olarak ödenen fazlalık mal, ana malda olduğu gibi, çoğunlukla altın veya gümüş cinsinden olsa da diğer mallardan olmasının önünde de herhangi bir engel yoktur. Keza bu mallar, hakiki mal cinsinden olup, öz değere sahiptir, değerleri kendilerinden ve hakikidir. Dolayısıyla, ribâ olarak ödenen fazlalık, nominal değer üzerinden bir fazlalık olmayıp, hakiki değer hesabıyla bir fazlalıktır. Ribâ olarak ödenen malın anamalla aynı cinsten olması şart olmakla birlikte, bu fazlalığın bedelinin farklı cins mallardan ödenmesinin önünde de herhangi bir engel bulunmamaktadır. Zira ribâ, neticede ödenmesi taahhüt edilmiş bir borçtur; bu itibarla önemli olan, onun şu veya bu maldan olması değil, anamala ilave edilen herhangi bir fazlalık olmasıdır[3]. Görüldüğü gibi Kur’ân’da ribâ hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde haram kılınmıştır. İslâm’daki ribâ yasağının temel dayanağı ribâyı yasaklayan ayetlerdir. İlk bakışta bu ayetlerde gayet açık görünen ribâ kavramı, İslâm’da haram kılınan ribânın câhiliye ribâsından daha geniş bir anlam alanına sahip olduğu bilgisinden sonra biraz karışık bir durum kazanmaktadır. Bir taraftan câhiliye ribâsıyla ilgili ihtilaflar, diğer taraftan onun İslâm’da yasaklanan ribâya etkisi ve İslâm’da yasaklanan ribânın manası ve açılımı hakkındaki farklı görüşler bu kavramı daha da tartışmalı hale getirmektedir[4]. Ribâ, İslâm’dan önce Araplar arasında bilinen ve uygulanan bir muameledir. Din literatüründe bu muamele câhiliye ribâsı ve nesîe (vadelendirme, veresiye, erteleme) ribâsı adlarıyla bilinir. Eğer İslâm’da yasaklanan bir ribâdan söz ediyorsak bunun başlangıç noktası câhiliye ribâsıdır. Kur’ân’ın nassıyla haram kılınan da ribânın bu türüdür. Özellikle İbn Abbas, Câbir, İkrime, Mücâhid, ve Katâde gibi İslâm’ın ilk asırlarında yaşayan müfessirlerin tamamına yakını ve son yüzyıllarda yaşayan müfessirlerin çoğu bu kanaattedir. Hz. Peygamber, altı malın (altın, gümüş, buğday, arpa, hurma, tuz) türdeşleriyle peşin takaslarında taraflardan birinin aldığı fazlalığı da karşılıksız olması ve harama sebebiyet vermesi noktasından hareketle bu ribâya kıyas etmiş ve yasaklamıştır. Keza, İslâm alimleri de sonradan ortaya çıkan bazı haksızlık çeşitlerini ribâ kapsamına alırlarken büyük ölçüde yine aynı yolu izlemişlerdir. Bu durum, İslâm’da yasaklanan ribânın mahiyetinin gerektiği gibi kavranabilmesi için öncelikle câhiliye ribâsının tanınmasını, tespit ve tahlil edilmesini, şeklinin ve özelliklerinin ortaya konmasını zorunlu hale getirmiştir. Durumun farkında olan İslâm alimleri câhiliye ribâsı için birbirine yakın tarifler geliştirmişler, çeşitli açıklamalar yapmışlardır. Dolayısıyla kaynaklarda câhiliye ribâsının nasıl ve ne şekilde cereyan ettiğini anlatan pek çok açıklamaya rastlamak mümkündür[5]. Câhiliyede ribâ, bankerlik yapan sermayedarlar lehine gayrimeşru bir gelir kaynağı iken, muhtaçlar aleyhine acımasız bir sömürü aracı olmuştur. Zira insanların borçlanma ihtiyaçlarını azaltacak veya karşılayacak başka bir iktisadi aracın olmaması, muhtaçları ribâ akitleri yapmak zorunda bırakmıştır. Rivayetlerde yer alan bilgilerde ekseriyetle veresiye alışverişten sonra müşterinin borcunu vadesinde ödememesi sebebiyle satıcının kendisine verdiği yeni vade karşılığında aldığı ribâ anlatılmaktadır. Bununla birlikte, ödünç işlemlerinde ve hatta kişiyi hak sahibi yapan bazı uygulamalarda cereyan eden ribâya değinen bazı rivayetler de vardır. Anlaşılan o ki, Câhiliye Dönemi’nde ribâ akdi, ödünç alıp verme işlemlerinde ödünç akdiyle eşzamanlı olarak yapılabilirken, diğer borç akitlerinde vadesinde ödenmeyen borcun süresi yeni bir anlaşmayla uzatılırken yapılmaktadır. Câhiliye ribâsının işleyiş tarzında ve uygulamalarında dikkat çeken husus, ribânın hakiki mal üzerinden ve çoğu kere yüksek oranlarda gerçekleşmesidir. İslâm öncesi dönemde Devlet düzeninin teşekkül etmemiş olması, ribânın fazlasıyla kontrolsüz kalması, istikrarsız olması, dengesiz seyretmesi ve acımasız uygulanması sonucunu doğurmuştur. Bu yüzden o, şeklen günümüzdeki fâiz olgusunu andırsa da uygulanış biçimi ve fonksiyonları itibariyle daha çok çağdaş tefeci fâizine benzemektedir. Ulaştığımız bilgileri toparlayacak olursak, câhiliye ribâsının, bir kişinin, ödünç verirken ya da hakkı olan bir malın veya süresi dolan alacağının ödenmesini ertelerken, üzerinde anlaşılan vade karşılığında ve şart koşmak suretiyle, anamalına ilaveten borçlusundan aldığı fazlalığın adı olduğunu söyleyebiliriz. Câhiliye Arabının ribâ derken kastettiği budur. Bu tarifte, Câhiliye Dönemi’ndeki ribânın özellikleri ve unsurları olarak, onun alacaklı ve borçlu taraflarca yapılan bir akitle kararlaştırılması, hak veya alacak üzerinde cari olması, anamalın ekonomik ve hakiki değeri olan bir mal cinsinden olması, borçluya anamaldan daha fazla ödeme yapmasının şart koşulması, borçlunun da bu şartı kendi iradesi ile kabul etmesi ve bu fazlalığın vadeye karşılık alınması öne çıkmaktadır. Yani bu özelliklere ve unsurlara sahip olan muameleler ribâ muamelesi olarak adlandırılır; bu vasıflara sahip olmayan muameleler ise, hediye, gasp vb. isimlerle anılır[6] . Ali Rıza Gül’ün çalışmasında fâiz ve ribâ farklılığı tüm açıklığı ile ortaya konmasına rağmen birçok ilahiyatçı hâlâ iki kavramı ayrı ayrı kullanması gerekirken günümüz iktisat kavramlarından fâiz suçlu duruma düşmektedir. Ali Rıza Gül’ün şu tespiti de son derece önemlidir: İslâm’dan hemen önceki Hicaz coğrafyasında Bizans veya Sasani Devleti gibi kurum ve kuruluşlarıyla teşekkül etmiş düzenli bir Devletten söz etmek mümkün olmadığından, câhiliye ribâsını kamu borçlarıyla ve kurumsal borçlarla değil, gerçek anlamda kişisel borçlarla ilgili görmek gerekir. Kişisel borçlar kişisel amaçlı olup topluma hizmet amacı taşımaz, miktarları sınırlı olup kısa vadelidir, gönüllülük esasına dayandığından verilmesi hukuken zorunlu değildir, fakat vadesi dolduğunda ödenmesi zorunludur. Câhiliye ribâsı, anladığımız kadarıyla, bir Devletin hazinesini denkleştirme, acil ihtiyaçlarını giderme, bütçe açıklarını kapatma, kalkınma finansmanı sağlama, toplum hizmeti yapma vb. sebeplerle aldığı borçlara ödediği fâizi kapsamamaktadır. Zira hem Cahiliye Dönemindeki siyasi ve idari yapılanmada bu tür uygulamalar bulunmamaktadır hem de câhiliye ribâsının kişisel borçlarla ilgili olduğu görülmektedir[7].
Bu araştırmanın amacı ribâ ve fâiz yorumlarının İslam coğrafyasında nasıl bir iktisadî karmaşaya neden olduklarının gösterilmesidir. Ayrıca İlahiyat mensubu olmayan akademisyenlerin bu konuda İslâmî kavramların anlaşılmasına katkıda bulunacaklarının unutulmamasıdır. Asırlardır ve günümüzde tartışması devam eden İctihâd kapısının da zihinlerde ve sosyal hayatta kapalı olduğu gerçeğinin bilinmesidir.
İCTİHAD KAPISI
Günümüzde ekonomiyi etkileyen faktörlerin çok bilinmeyene döndüğünü düşündüğümüzde enflasyon, bütçe açıkları, bütçenin denkleştirilmesi, ihracat, ithalat, Merkez Bankası, bankalar ve yatırımlar ile mudilere kadar disiplinler arası /üstü problemler artmıştır. İktisadî sorunlara bir an teolojik pencereden bakıldığı düşünülse bile burada nasıl büyük bir hatanın da yapıldığı görülecektir. İslâm dünyasında asırlarca ictihâd kapısının kapanmasının iktisadî gerilemenin en önemli nedenlerinden biri olduğu anlaşılacaktır.
İslâm’da Kur’an ve Hz. Peygamber’in sünneti dinî hükümlerin aslî iki kaynağı ve belirleyicisi olmakla birlikte bunların kabulü, anlaşılması ve yorumlanması akılla mümkündür. Bu sebeple nakil ve akıl birbirini dengeleyen bir işlev ve öneme sahip olmuş, ictihâd da nakil karşısında aklın bu işlevini temsil eden kavramlar arasında merkezî bir yer işgal etmiştir. Kıyas, re’y, istidlâl, istinbat, fıkıh gibi yakın içeriklere sahip kavramlarla birlikte ictihâd, nasların lafız, mâna ve bilinçli boşluklarında gizli şer‘î-amelî ahkâmı ortaya çıkarmaya yönelik beşerî çabayı ifade eder[8].
Naslarla hayatın dinamizmi ve sosyal gerçeklik arasındaki bağlantıyı dengeli bir şekilde kurabilmek için bunu sağlayacak olan ictihâd faaliyetinin her dönem ve toplumda canlı bir şekilde sürdürülmesine duyulan ihtiyaç açıktır. Ancak mezheplerin teşekkülü ve fıkıhlarının tedvin edilmesiyle birlikte ictihâdın ilk geniş anlamının daraldığı ve mevcut müdevvenatın tatbikinden ibaret hale geldiği de bilinmektedir. Joseph Schacht’ın tesbitine göre, III. (IX.) yüzyılın ortalarına kadar ictihâd hususunda bir kısıtlama bulunmazken bu tarihlerden itibaren sadece önceki müctehidlerin ictihâd ehliyetine sahip oldukları yönünde yaygınlaşmaya başlayan anlayış IV. (X.) yüzyılın başlarından itibaren genel bir kabule dönüşmüş ve artık bu dönemden sonra fakihlerin bütün fonksiyonları önceki imamların doktrinlerini yorumlamaktan ibaret kalmıştır. Bu husus literatürde “ictihâd kapısının kapanması” tabiriyle ifade edilmektedir[9].
Erol Güngör İslam’ın Bugünkü Meseleleri’[10]isimli eserinde “İslâmiyet’in Batı medeniyeti karşısındaki durumunu tahlil edenler çok defa Toynbee’nin “Civilization on Trial” (Medeniyetin Yargılanması) adlı eserinde “İslâm, Batı ve İstikbâl” adlı denemesindeki bir tasniften hareket ederler. Toynbee’ye göre Batı’nın ezici tesiri İslâm dünyasında iki tipin doğmasına yol açmıştır. Bunlardan biri “zealot” denilen tiptir ki, dış baskı karşısında bir çeşit arkaizme sığınır değişmeye mukavemet eder, kendi medeniyetinin üstünlüğünü iddia eder ve bu medeniyetin geçmişteki başarıları ile övünür. Diğeri “herodian” tiptir. Bu da ayni çeşit baskılar karşısında kozmopolit bir tavır takınır; kendi eski medeniyetini büsbütün bir yana bırakır; tıpkı güç durumda kaldığı bir zaman kendi geleneksel silâhını terk ederek hasmının silâhı ve taktiğini kullanmayı deneyen bir savaşçı gibidir. Zealot tipi daha ziyade İslâm ülkelerinin Batı ile -veya umumiyetle dış dünya ile- temâsı az olan ücra köşelerinde görülür; büyük yolların kavşaklarında -İstanbul, Kahire gibi- ise daha çok herodian tipe rastlanır. Nitekim Suudi Arabistan’ın Vehhâbîler’i ve Kuzey Afrika’nın Sünûsîler’i zealot’tur. Kavalalı Mehmet Ali, İkinci Mahmut birer herodian’dır. Zealot kafasını kuma gömen bir devekuşu gibi mâzide teselli bulmaya çalışır, herodian’ın gözü istikbaldedir. Zealot insi- yâklarıyla, herodian aklıyla hareket eder[11]. Fakat bütün elverişli görüntüsüne rağmen herodian tavrın da çok tehlikeli bir şey olduğunu unutmamalıyız: Bu, suyu geçerken at değiştirmeye benzer. Mitralyöze mızrakla hücum eden zealot kadar işte böyle akıntı içinde at değiştiren herodian da tehlikeli bir oyun oynamaktadır. Herodian tavır bilhassa iki noktada zayıftır: Birincisi, yaratıcı değil sadece taklitçi olur, İkincisi de onun getirdiği kurtuluş sadece herodian tavrı temsil edenler içindir, büyük çoğunluk bu taklit medeniyetinin pasif üyesi olmayı bile ümit edemez. Fakat istikbal ne birinin ne öbürünün olacaktır. Zealot, eğer hâlâ ortada kalmışsa, sönmüş bir medeniyetin fosili hâline gelecek, herodian ise yaşayan medeniyetin maskarası olacaktır. Maamafih bu tipler Müslüman cemiyeti içinde birer azınlıktırlar. Bunlar ezilip gidecek, asıl büyük çoğunluk ne ortadan kalkacak, ne fosilleşecek, ne özümlenecek (eriyip gidecek), fakat dünyanın “batılılaşmasının” bir yan ürünü olan büyük, kozmopolit proletaryaya katılacaktır. Fakat unutmamalıyız ki Batı’nın yeni tanındığı ve devamlı bir silahlı tehdit hâlinde göründüğü elli-yüz yıl öncesi ile bugün aynı şartları yaşamıyoruz. İslâm ülkeleri geçen elli yıl içinde önemli ölçüde değişmiş, fakat belki onlardan daha önemli olmak üzere, Batı cemiyeti değişmiş bulunuyor. Elli yıl öncesinin aydını Batı medeniyetinin tek medeniyet olduğuna, onun dışında her şeyin cehalet ve hurafe eseri olduğuna inanıyordu. Bu inancın asıl çıkış yeri ise bizzat Batı idi. Batılılar kendi kudretlerinin sarhoşluğu içinde İslâm’ı barbarlık ve cehaletle eşit görüyorlardı. İki dünya arasındaki ölüm-kalım mücadelesinde bazılarının düşmanın zırhına bürünmeyi, bazılarının ise sonuna kadar dövüşmeyi tercih etmiş olması pek tabiî görünür. Elli yıl sonrasının dünyasında bir İslâm uyanışından söz ediliyor ve işin en dikkati çekici tarafı, bu uyanışın fikir öncülüğünü yapanlar Batılı ilim ve fikir adamlarının İslâm’la ilgili eserlerinden büyük bir ilham ve kuvvet alıyorlar. Elli yıl öncesinin herodi- anları tarafından cehalet, hurafe ve barbarlık diye gösterilen İslâm medeniyetinin insanlık için ifade ettiği büyük kıymeti yine büyük ölçüde Batı’dan öğrenmiş bulunuyoruz[12]. Bir zamanlar yıkılan Grek medeniyetinin eserlerini nasıl Müslümanlar muhafaza ederek Batı’ya vermişlerse, şimdi de İslâm dünyasındaki herodian çılgınlığın kovduğu İslâm değerlerini Batı bize sunmaktadır. Batı bizim mûsikîmize değer verdiği için biz de değer vermeye başladık, Batı bizim el sanatlarımızı, mimarimizi, gösteri sanatlarımızı, klâsik edebiyat ve tefekkürümüzü takdir ettiği için bizde de onlara karşı geniş bir ilgi uyanmıştır. Nihâyet, bizim bazı aydınların vaktiyle tek yol dedikleri Batı medeniyetinin bizzat Batılılar tarafından yapılan şiddetli tenkitleri sonunda, kendimize müstakil bir hüviyet, bir şahsiyet aramamız gerektiğine inanmış bulunuyoruz[13].
Toynbee’nin ikili tasnifinin modası geçmiş, yani çok gerilerde kalmış olduğunu ileri süren bir İngiliz şarkiyatçısı, arada geçen zamanın Müslümanların kendi kaderini kendi ellerine verdiği kanaatındadır. Ona göre, 1960’larda İslâm dünyası Batı için artık bir “Şark Meselesi” olmaktan çoktan çıkmıştır. Her yerde eski istismar (sömürgecilik veya emperyalizm) sisteminin ortadan kalktığı, İslâm ülkelerinin istiklâle kavuştukları görülüyor. Bu istiklâl içinde elbette bir yenileşme, kültür bereketi de görülecektir. Artık Müslümanların elinde her türlü teknik ve her türlü teknisyen vardır. Toynbee yukarıda anlattığımız düşünceleri 1938’den sonra yayınlamış olmakla birlikte, bu düşüncelere daha 1919’da, barış görüşmelerine katılan bir İngiliz görevlisi olarak yaptığı müşâhedeler sonunda varmıştır. Bu yüzden onun fikirleri bir yıkılış devrinin siyah atmosferini yansıtıyor. Şarkiyatçı Cragg’in görüşü ise bunun karşısında bir toparlanma devrinin iyimserlik örneği olarak görülebilir. Fakat mütâreke devrinin ve ondan sonraki el yordamıyla denemeler safhasının çıkmazlarından büyük ölçüde kurtulmuş olan İslâm dünyası henüz karşısındaki belli-başlı engelleri aşmış değildir. Özellikle “her türlü teknik ve teknisyen”e sahip bulunmayışı onun temel problemini teşkil etmektedir[14].
Şüphesiz İslâm ülkeleri şimdi yönelmiş oldukları kalkınma yolunda kendilerine öncülük ve yardım edecek teknisyen zümresine eskiye nispetle büyük ölçüde kavuşmuştur. Fakat bu arada münevver kitlenin yapısında başka ve çok önemli bir değişme daha olmuş bulunuyor. İslâm ülkelerinde şimdi İslâm ideolojisini temsil eden bir aydın kitlesi yetişmektedir. İlk bakışta paradoksal görünen bu durum İslâm ülkelerindeki çöküntü ve ardından gelen Batılılaşma hareketlerinden sonra bir kendine-dönüş hareketinin başlıca işareti sayılabilir. Modernistlerin hiç hesap etmedikleri, hatta tam tersini bekledikleri bir değişme oldu: Esnaf, zanaatkâr ve fakir insanlar çocuklarını okuttular ve kendilerinin pek zayıf bir şekilde temsil ettikleri davayı kuvvetli ellere bıraktılar. Gerçekten, yeni kalkınan ülkelerde yüksek tahsil görenler umumiyetle okumuş yüksek tabakanın çocukları idi ve bunlar hem ailelerinde, hem tahsilleri boyunca Batılı değerlerle yetişiyorlardı; onların nazarında İslâmiyet okumamış halk kitlelerine mahsus çağdışı bir gelenekten ibaretti[15].
Tahsilin yayılması ölçüsünde medeniyetin kenarında, uzağında kalmış bu kitlelerin de kendileri gibi bir zihniyete sahip olacaklarını düşünüyorlardı. Fakir halk tabakasının çocukları tahsil gördükçe, refah ve yoksulluk arasındaki tezâdı daha farklı bir açıdan görmeye başladılar. Ülkelerinde yaşanan sefalet kendi sefaletleri, horlanan kültür kendi kültürleri, ezilen halk kendi ana-babaları, kardeşleriydi. Onların kurtuluşu kendi kurtuluşları manasına geliyordu. Şimdi millî kültürün içinden gelen ve ona sahip çıkan köklü, geniş, büyüyen bir aydın kitle ortaya çıkmıştır[16].
Şurası muhakkak ki İslâm’a modern yorumlar getirilmesi gerektiği konusunda en aşırı muhafazakârlara kadar herkes ittifak etmektedir. Herkes biliyor ki İslâm dünyası bugün modern ülkelerdeki siyasî, İdarî ve sosyal organizasyonun uzun zaman dışında kalmıştır; şimdi o organizasyona intibak etmek lüzumunu duyuyorsa, sahip olduğu inanç sistemi ile yaşadığı hayat arasında uygunluk sağlayacak İctihâdlara ihtiyacı vardır. Hatta bununla kalmayacak, ictihâdın sürekliliğini sağlamak için gerekli tedbirleri alacaktır. Ancak bu sâyede İslâm cemaati hayat ile din arasında tereddütler içinde bocalayan, maddî hayatı gibi manevî hayatı da kararsızlıklar içinde olan bir yarım-adamlar topluluğu olmaktan kurtulabilir. Modern İctihâdlar yapılmasına en büyük engellerden biri, klâsik din tahsili görmüş “ulema” zümresi ile onların geleneğini takip eden kitledir. Din meselelerinde en çok titizlik gösteren, âdeta dinin muhafızı gibi görünen bu insanların hakikatte dine en büyük zararı vermekte olmaları çok şaşırtıcı görünebilir. Şurası muhakkak ki dini ayakta tutacak olan da, batıracak olan da onlardır. Gerçekten dinin muhafızları onlardır, ama muhafaza ettikleri şeyi gün ışığına çıkarmayacak kadar aşırı ve manasız bir titizlik göstermeleri yüzünden, onu öldürmek üzere olduklarını da bilmeleri gerekiyor. İslâm bir hayat nizamıdır, onu hayattan çeken insan İslâm’a hizmet değil, belki bilmeden ihanet etmiş olur[17].
Ulemanın taşlaşması karşısında uzun yıllardan beri dinle ilgili konularda herkes kendini söz sahibi görmeye başlamış, belki buna mecbur olmuş bulunuyor. O kadar ki, Türkiye’de eski yazı bilen kimseler bile kendilerini İslâmiyet üzerinde salahiyetli görmeğe başlamış, üstelik yeni nesiller onların gerçekten birer din mütehassısı olduğu fikrine kapılmıştı. Ulema sınıfının saygıdeğer bir sosyal grup olarak aramızdan çekilmesinden bu yana sâdece eli kalem tutan değil, ayağı iktidarda olan politikacılar da birer din reformcusu veya müctehid hüviyetinde ortaya çıkmaya tereddüt etmediler[18].
Ulema dışında ictihâd yapanların tesirsiz kalması için onların tekfir edilmesi veya lânetlenmesi de şart değildi. Nitekim yarım yüzyılı aşkın bir zamandan beri heveskârların ve politikacıların ortaya attıkları görüşlerin hiçbiri tutmamıştır. Bunun asıl sebebi, ulema dışındaki kimselerin İslâm cemaati nazarında dinî otoriteyi temsil etmeyişleridir. Müslümanlar ancak dinde otorite saydıkları kimselere inanırlar; tıpkı herkesin bir konuda fikir sahibi olmak için o konuda mütehassıs saydıkları kimseleri dinlemeleri gibi. Böylece ulemanın bıraktığı ictihâd boşluğunu doldurmaya kalkanlar hiçbir tesir yaratamadılar. Ama oradaki boşluğu hayat doldurdu. Meselâ modern İktisadî hayatın kaçınılmaz bir parçası gibi görünen banka olayı karşısında Müslümanlar ictihâdsız kalmışlar, ulema dışında fikir yürütenlere de kulak asmamışlar, fakat banka onların hayatına girmiştir. Şimdi Müslümanın imanı ile yaşadığı hayat arasında bir boşluk vardır. İnsan zihninin böyle bir boşluğa tahammülü olmadığı için, banka ile iş yapan Müslüman bu uygulamasını din ile uzlaştırmaya çalışacak, bunu yaparken de -kendisi din âlimi olmadığına göre- sâdece şahsî sezgisine ve aklıselimine dayanacaktır. Böyle bir durum en azından din cemaâtının ortak değerlerinin kaybolmasına ve cemaatin dağılmasına, herkesin ferdî kararlarla kendi başına bir yol tutturmasına sebep olur[19].
Sosyal psikolog bir Türk aydını olan Erol Güngör sözlerinde şu vurguyu da yapmaktadır: Biliyorum ki benim bu yazdıklarımı okuyan ulemamız yine din âlimi olmayan birinin ictihâd yapmaya kalktığını söyleyecektir. Onlara göre ortada yeni bir müctehid taslağı vardır. Onların bir şeyi iyi bilmelerini isterim: Benim -ve İslâm’a gönülden bağlı daha nice bin Müslümanın- bütün isteği ictihâd kapısında ulemayı görmektir. Onlar bu vazifeyi üzerlerine almadıkça gerçekten müçtehid taslakları çıkar, ama kimsenin de bu taslakları kınamaya hakkı kalmaz. Çünkü müçtehid taslaklarının ortaya çıkmasının asıl sebebi ulemânın bir türlü kımıldamayan zihnidir. Bu zihnin hâlâ ribâ ile fâizi birbirinden ayıracak kadar bir düşünce esnekliğine sahip olamamışsa, yasaktan başka bir şey gösteremiyorsa, Müslümanları yoldan çıkmış olmakla suçlamaya da hakkı olmamalıdır. Benim ictihâd hususunda hiçbir iddiam olamaz, ama kendi ihtisas sahamın verdiği bazı bilgi ve tecrübeler var ki, onları ulemamızın dikkatine sunmak isterim. Önce şunu daima göz önünde tutmalıyız: Bir meselede dinin esaslarına uymayan bir hükme veya kanaate varan insanın dinden çıkmış veya dine ihanet kastında olması akla en son gelecek ihtimaldir. İnsanlarda din duygusu o kadar köklü ve o kadar devamlı bir şeydir ki, en ağır dinsizlik suçlamaları bile bu duyguyu söküp atamaz. Dahası var; kendilerinin dinsiz olduğunu resmen ilân edenlerin bile hakikatte yok edemedikleri bir duygunun ağır baskısı altında bulunduklarını söylemek mümkündür. Yaradılışın sırrı karşısında hayret ve huşû duymayan bir akıl sahibi bulunamaz; insanlar bu sırrı bazen sanatta, bazen ilimde, bazen başka şeylerde arayabilirler, ama din âdeta bu konuyu özel ihtisas sahası yapmıştır. Dinin konusunu teşkil eden sorular ezelî ve ebedî sorulardır. Bir gün bunların cevabının başka araştırma sahalarında bulunacağını ve dolayısıyla dine ihtiyaç kalmayacağını kimse söyleyemez. Dinden uzaklaşanlar bu sorulardan vazgeçmiş veya cevabını bulmuş değillerdir, sâdece susuzluklarını başka kaynaklardan gidermeye çalışmaktadırlar; denedikleri din onları tatmin etmemiştir. Kaldı ki din duygusunun dinle rekabet eder görünen bütün sistemlere karşı dinde tatmin edilmesinin bir başka sebebi daha var ki, belki bu özellik dini aklın bir zarureti hâline getirmektedir: Dinin getirdikleri dışında hiçbir değişmez kıymet yoktur, insanlığın bütün diğer kıymetleri yer ve zamanla sınırlı olmuştur ve objektif bilgi vermek itibariyle en sağlam görünen ilim de hep birbirinin yerine geçen teorik şemalardan ibarettir[20].
FÂİZ NASIL ANLAŞILMALIDIR?
Erol Güngör’ün 1980’li yıllarda bir sosyal psikolog olarak ribâ ile fâiz arasındaki farka dikkat çekmesi o dönemde genç olan bizler açısından ufuk açıcı olmuştur. Zihnimizde Erol Güngör’ün bu dikkatli analizi yer etmiş bir iktisat kavramı olan fâiz Kur’an’ın yasakladığı ribâ ile karıştırılmamaya gayret edilmiştir. Özellikle ekonomik krizi önlemek için fâizin yükselmesi ve banka müşterilerinin yatırımlarının erimemesi piyasanın korunması gerekir. “Merkez Bankası, enflasyon tehdidi gördüğünde fâiz oranını artırır. Böylece toplam talebi düşürerek enflasyonu düşürmeye çalışır. Fâiz artırımının enflasyonun yükselişini azaltma etkisi beklenir. Fâizlerin artırılması ile beraber piyasada talep azalır, harcama eğilimi de azalmaya başlar. Talep enflasyonu söz konusuysa şekilde görüldüğü gibi fâiz ile enflasyon arasında ters yönlü bir ilişki vardır. Fâiz düşerse enflasyon artar yani enflasyon artarsa düşürmek için fâizi artırmak gerekir. Fâizler artarsa insanlar tüketimden kısıp tasarrufa yönelirler bu da piyasada oluşan talep fazlasını giderir ve enflasyon frenlenebilir”.
Mahfi Eğilmez’in 24/ Mart/ 2023 tarihli yazısında bu husus çok net özetlenmiştir: “Enflasyon ile fâiz ilişkisi konusunda bazı konuları netleştirelim: (1) Enflasyon yükselmeye başladığında fâiz de aynı şekilde yükseltilmeyip beklenirse bir süre sonra enflasyon denetimden çıkabilir. (2) Eğer aradaki fark çok açılmışsa fâizi enflasyonun üzerine çıkaracak bir karar alınmadığı sürece ani çözümler elde edilemez. Ne var ki bu kadar sert bir artış da büyüme ve işsizlik sorunları yaratabilir. (3) Ekonominin geleceğine ilişkin beklentiler olumlu değilse fâiz artışı tek başına uzun vadeli çözümler getirmez. Fâizi hem düşük tutup hem de enflasyon arttığında artırmazsanız enflasyonu denetleyemezsiniz Sonradan fâizi yavaş yavaş artırmanın katkısı da hemen gelmez. Çinli Bilgelerin dediği gibi: “Uçurumun kenarında atın yularını çeksen de fayda etmez”. Önemli olan atı uçurumun kenarına getirmemektir. Enflasyonla fâiz arasındaki fark, fâiz aleyhine açılmışsa fâizi hızla yükseltmek de başka sorunlar yaratır. Bu kez büyüme düşer, işsizlik artar. Onun için uçurumun kenarına gelmeden önlemleri almak gerekir”[21] İktisadî kavramların dinî kavramlarla üstelik hatalı yorumlanarak yahut yüzlerce yıl kapatılmış olan ictihâd kapısından bakılmasıyla Türkiye’nin ekonomik hayatına olumsuz etkileri olmaktadır.
Hâlbuki Prof. Dr. Gazi Özdemir’in, Oku, Konularına Göre Kur’an Ayetleri[22] isimli eserinde Ribâ ve fâiz arasındaki fark etraflıca açıklanmıştır: “Ribâ, haram ve bereketsizdir” (Rum-39, Bakara-275-276, Al-i İmran-130, Nisa-161). Fâiz kazancı, gerçek kazanç anlamındadır: (Müminun-111, Haşr-20, Nur-52, Tövbe-20)[23] . Müminun-111. “Bugün Ben de, Bana inanıp sabreden kullarıma, bu yaptıklarının karşılığını hak ettikleri uygun olan fazlasıyla /fâiziyle vermekteyim”. Haşr-20. “Bilmeniz gerekir ki, Cennet’i hak eden ile Cehennem’i hak eden bir olamaz. Cennet ehli, ancak olumlu amelleri ağır basmış /olumlu yüklerle/ haklı kazançlarla/ fâizlerle mahşere gelmiş olanlardır”. Nur-52. “Dolayısıyla şu bir gerçek ki, her kim Allah’ın buyruklarına göre karar almakta olan elçisine uyar, Allah’a hesap vermekten korkar ve muhkem hükümlerini önemserse, işte o kimseler mutlu sona /hak: ettikleri fâize/haklı olumluluğa/ meşru kazanıma ulaşırlar. Tövbe-20. “İçtenlikle İman etmiş olanlar, iman etmeleri nedeniyle yurtlarından hicret/ göç etmek zorunda kalanlar ve mallarıyla ve canlarıyla Allah rızası için çaba gösterenler, Allah’ın takdirine göre çok daha büyük derecelere sahiptirler. İşte gerçek/haklı kazanca/fâize hak kazanmış olacak olanlar bunlardır”. Fâiz kazancı uygundur: (Müminun-111, Haşr-20, Nur-52, Tövbe-20)[24] Nörolog Prof. Dr. Gazi Özdemir “Banka komisyonu ribâ değil, fâizdir” açıklaması ile Sosyal-psikolog Prof. Dr. Erol Güngör’ün 1980’lerdeki bakışına başka bir disiplinden katkıda bulunmaktadır[25]. Erol Güngör’ün “Modern İctihâdlar yapılmasına en büyük engellerden biri, klâsik din tahsili görmüş “ulema” zümresi ile onların geleneğini takip eden kitledir” cümlesini yeniden hatırlattıktan sonra fâizin yükseltilmesi gereken durumlarda fâizin düşürülmesini tıpta özellikle de nörolojide çok iyi bilinen strok[26] (e) (inme-felç) hasarından örnek vererek devam edilebilir.
İNME ve FÂİZ
Beyinde meydana gelen iskemik[27] (beyin dokusuna kan gidememesi veya azalması) hasarda vücut fizyolojik savunma mekanizma olarak beyini korumak ve iskemik alanı azaltmak için tansiyonu yükseltir. Bu durum adeta ekonomik krizde fâizin yükseltilmesi gibidir. Eğer müdahale eden hekim nörolog değil veya tecrübesiz ise yükselmiş tansiyonu düşürmeye kalkarsa beyinde iskemi alanı büyür ve kişi de felç daha da ağırlaşır[28]:
Emre Kumral’ın editörlüğünü yaptığı Akut İskemik İnme[29] isimli eserde Dr. Dursun Kırbaş, akut iskemi[30]de yükselmiş tansiyonu aniden düşürmenin felci ağırlaştırdığını biri kendinin bizzat yaşadığı iki olgu üzerinden anlatmaktadır:
Akut inme sırasında kan basıncı yüksekliğini, bu sürecin fizyo patolojik özelliklerini ve klinik yaklaşımı tartışmadan önce, bu dönemi yaşamış iki hastanın başından geçenleri anlatmak istiyoruz. Birinci hasta, (SG), yaklaşık on yıldır diyabetik ve hipertansif, 65 yaşında bir bayandır. Kan glikoz düzeyi oral antidiabetik ilaçlarla kontrol altında tutulmasına karşın, arteriyel kan basıncı zaman zaman sistolik 300 mm Hg, diastolik 140 mmHg düzeylerine kadar yükselmektedir. Yaklaşık on saat önce aniden başlayan bulantı, kusma, denge bozukluğu, sağ tarafında uyuşma ve hafif bir kuvvetsizlik yakınmalarıyla sosyal sigortalar kurumuna bağlı eğitim hastanelerinden birinin acil polikliniğine başvurur. Kan basıncı 300/150 mmHg bulunur ve dilaltı yolla iki adet nifedipin[31] verilerek evine gönderilir.
Yakınmaları devam eden hasta, aynı gün Sağlık Bakanlığı eğitim hastanelerinden birinin acil polikliniğine götürülür. Kan basıncı yine yüksek bulunur, dilaltı yolla iki adet nifedipin daha
verilir ve yeniden evine gönderilir. Yakınmalarının devam etmesi nedeniyle yaklaşık altı saat sonra bir üniversite hastanesinin acil polikliniğine götürülür, burada kan basıncı
260/130 mmHg bulunur ve bir kez daha dilaltı yolla 2 adet nifedipin verilir ve yine evine gönderilir. İki saat kadar evinde kalan hastanın durumunda bir değişiklik olmaz ve aynı gün saat 24.00 sıralarında İstanbul’daki özel bir hastanenin acil polikliniğine getirilir. Kan basıncı 240/110 mmHg bulunur ve bir kez daha dilaltı yolla iki adet nifedipin verilir, bilgisayarlı beyin tomografisi yapılarak nöroloji konsültasyonu istenir[32].
İkinci hasta, DK, özgeçmişinde 20 yıl önce bronşektazi[33] nedeniyle geçirdiği sol alt lobektomi[34] ve sinüzit ameliyatı dışında başka bir özellik olmayan 44 yaşında bir erkektir. Bir tatil sırasında, kendisinin kullandığı özel otomobiliyle yaklaşık 800 kilometrelik şehirlerarası bir yolculuk yapar. Bu yorucu günün sonunda gideceği yere ulaşır ve erken bir saatte uyur. Birkaç saat sonra baş ağrısı ve öksürük krizi ile uyanır. Şiddetli baş ağrısı nedeniyle 1000 mg parasetamol[35] alır ve yeniden uyur. Ertesi sabah uyandığında baş ağrısı ve yürümesinde hafif bir dengesizlik, yüzünde asimetri ve sol kol ve bacağında hafif bir güçsüzlük olduğunu fark eder. Bulunduğu yere çok yakın bir üniversite hastanesinin acil polikliniğine başvurur. Kan basıncı 140/110 mmHg bulunur ve yapılan bilgisayarlı beyin tomografisinde küçük bir putaminal hemoraji[36] görülür[37]. Diastolik kan basıncının yüksek olması nedeniyle dilaltı yolla iki adet nifedipin verilmek istenir. Bu hasta, olgunun yazarı Dr. Dursun Kırbaş’ın kendisidir acil kliniğinde görevli hekimlere bunun doğru olmayacağını ifade eder, ancak ikna edemez ve bu sağaltım uygulandıktan sonra bu hastanenin nöroloji kliniğine yatırılır. İlk başvurusunda çok hafif düzeyde olan sol hemiparezi[38] saatler içerisinde 3/5 düzeyine kadar ilerler. Hastanın durumu kendisine haber verilen nöroloji bölüm başkanı tarafından değerlendirilir ve kan basıncını yükseltmek amacıyla intravenöz izotonik sıvı perfüzyonu[39] ve kortikosteroid sağaltımı uygulanır. Kan basıncı yeniden başlangıç düzeyine yükselirken sol hemiparezi de eş zamanlı olarak düzelir. Halen günlük 80 mg valsartan[40] ile sekelsiz olarak günlük yaşamını sürdürmektedir[41].
Burada anlatılan ikinci hastanın kendisi olan yazar birinci hastayı da en son başvurduğu hastanede gören nörologtur. Hastayı ilk gördüğünde kan basıncı Kan Basıncı 180/90 mmHg düzeyine inmiştir, ancak sağ hemiparezi 2/5 düzeyine kadar artmıştır. Hastanın yatağında yardımsız oturamadığını ve oturtulmaya çalışıldığında ortaya çıkan ortostatik hipotansiyon nedeniyle fenalaştığım görür. Yapılan bilgisayarlı beyin tomografisi tamamen normaldir. Hastaya uygulanan bütün antihipertansif[42] tedaviler kesilir. Kesin yatak istirahatine alınan hastada önce ortostatik hipotansiyon durumu kaybolur, kan basıncı kendiliğinden yeniden 240/110 mmHg yükselir ve bununla eş zamanlı olarak sağ hemiparezi tamamen düzelir. Hastanede yattığı süre içinde kan basıncı izlenir ve inmeye neden olabilecek diğer risk faktörleri araştırılır, ancak diyabet ve hipertansiyon dışında patoloji saptanamaz. Bir hafta sonra kan basıncı 220/100 mmHg düzeyindedir. Hastaya oral anjiyotensin konvertin enzim inhibitörü grubundan bir antihipertansif verilir ve taburcu edilir. Taburcu olduktan sonra düzenli sağaltım ile kan basıncı giderek düşer ve bir daha yükselmez. Hasta halen normal yaşamını sürdürmektedir. Önceki yıllarda, hipertansiyon sağaltımında geçerli yaklaşım herhangi bir hastada kan basıncı yüksekliği saptandığı anda bunun etkili bir biçimde normal sınırlara indirilmesiydi. Yukarıda anlatılan iki hastanın durumu yakın zamanlara kadar ve belki de halen hekimlerin hipertansiyon saptanan hastalarda bu yaklaşımı sürdürdüklerini göstermektedir. Ancak son yıllarda, klinik gözlemlerden ve araştırmalardan elde edilen veriler bu yaklaşımın bazı hastalarda doğru olmayabileceğini, hatta telafi edilmesi zor dramatik sonuçlara yol açabileceğini göstermiştir[43].
Hipertansiyon, inme oluşumunda majör risk faktörüdür. Bir kişide sistolik ve/veya diyastolik kan basıncının yüksekliği hemorajik (kanamalı), trombo-embolik[44], laküner[45] ve hatta geçici iskemik atak riskinin de yüksekliği anlamına gelir. Bugüne kadar yapılan çok sayıda klinik ve epidemiyolojik çalışmada hipertansiyonu olan hastalarda başarılı bir antihipertansif sağaltımının, her tür inme riskini belirgin bir biçimde azalttığı gösterilmiştir. Buna karşın, inmenin akut ve subakut[46] evrelerinde kan basıncını değiştirmeye yönelik girişimlerin getirileri ve götürülen henüz kesinleşmiş değildir. İnmenin erken döneminde, çok kısa sürede belli bir miktar beyin dokusu birincil olaya (serebral kanama ya da iskemi) bağlı olarak geriye dönüşümsüz biçimde kaybedilir. Akut inmede sağaltım girişimlerinin başlıca hedefi geriye dönüşümsüz, kesin olarak kaybedilmiş beyin dokusu çevresinde yer alan, henüz kaybedilmemiş ancak risk altında bulunan beyin dokusunun olabildiğince korunmasına yöneliktir. İnmeye yol açan birincil olayın türü (kanama, iskemi), büyüklüğü, gelişme hızı ve anatomik yeri gibi özellikleri yanında hastanın bireysel özellikleri de (yaş, hipertansiyon ya da başka kardiyovasküler hastalıklar, otonomik sinir sistemi bozukluğu bulunup bulunmadığı v.b.) inmenin akut-subakut döneminde penumbranın büyüklüğünü ve söz konusu riskin gerçekleşme olasılığını belirleyen etkenlerden bazılarıdır[47].
Son yıllardaki çalışmalardan elde edilen veriler, inme alanındaki inflamasyonu düzenleyen lokal ve sistemik bağışıklık düzeneklerinin, eksitotoksik[48] ve apoptotik[49] süreçlerin, hatta nöral yapıların strese dayanıklılığını belirleyen kalıtsal etkenlerin doku kaybının miktarı üzerinde etkili olduğunu göstermektedir. Bu döneme ilişkin fizyopatolojik süreçler son derece karmaşık ve değişkendir. Doku kaybının miktarını belirleyen parametrelerin çokluğu yanında bu parametrelerin karşılıklı etkileşimleri ve bunların her hastada özel bir biçimde ortaya çıkışı da bu süreci daha karmaşık hale getirir. Örneğin, penumbra[50] alanındaki lokal doku perfüzyonu bu parametrelerden sadece biridir ve kapiller basınç, doku basıncı, kafa içi basıncı, damar duvarının kompliyansı[51], endotel yapının bütünlüğü[52], plazma ozmolaritesi[53] ve kan viskozitesi[54] gibi birçok başka parametrenin etkisi altındadır. Arteriyoller ve venler içindeki basınçlar lokal doku perfüzyonunu sağlayan kapiller basıncı oluşturur. Arteriol içi basınç sistemik kan basıncının doğrudan etkisi altındadır. Hastaların büyük çoğunluğunda inme sırasında kan basıncını yükselten bir dizi fizyolojik otonomik regülasyon refleksi etkinleşir. Bu sırada ortaya çıkan hipertansiyon penumbra alanındaki beyin dokusunun canlı kalması için vazgeçilmez önemi olan doku perfüzyon basıncının sürekliliğini sağlayan etkenlerden biridir. Hipertansiyon, inmenin akut döneminde dolaşım parametreleri normal olan bir hastada penumbra alanının korunmasını sağlayan olumlu etkenlerden biri olabilir. Buna karşın, hipertansiyon ağır kalp yetmezliği olan bir hastada dolaşım parametrelerini o kadar bozabilir ki, ortaya çıkan hipoksiye bağlı olumsuz etki lokal perfüzyon basıncının korunmasının getirdiği olumlu etkiyi kat kat aşabilir. Hipertansiyon, dolaşım parametreleri normal olsa bile, inmeden önce küçük damar hastalığı bulunan bir hastada kapiller bir damarın yırtılmasına yol açarak iskemi alanında kanamaya ve beyin dokusu kaybının artmasına neden olabilir[55]. Serebral kanama sırasında kafa içi basıncında genel ya da lokal artış olur ve kanama alanı çevresindeki beyin dokusunda perfüzyon basıncı azalarak, belirli bir miktarda doku iskemi riski altında kalır. Hipertansiyon, bu süreç içinde, bir yandan perfüzyon basıncını artırarak iskemi riskini azaltırken, diğer yandan kafa içi basıncını doğrudan ya da dolaylı yolla artırarak (kanamanın hacmini büyüterek) perfüzyon basıncının düşmesine ve kanama alanı çevresinde iskemi riskinin artmasına neden olabilir. Kan basıncının düzenlenmesi, akut inme tedavisinde eldeki araçlardan biridir. Günümüze kadar yapılan klinik çalışmalarda kan basıncının düzenlenmesine yönelik sağaltımlarda çelişkili sonuçlar elde edilmiştir. Klinik çalışmalardan elde edilen sonuçların çelişkili olmasının başlıca nedeni inme geçiren hastaların son derece heterojen bir grup oluşturmasıdır. Buna karşın, bu sonuçlar bazı doğruları da ortaya koymuş, son yıllarda akut inmede kan basıncının düzenlenmesine yönelik bir takım genel kabullerin oluşmasına ve tedavi yaklaşımlarında önemli değişiklikler yapılmasına yol açmıştır. Örneğin, önceki yıllarda inmenin erken döneminde hipertansiyon saptandığı anda kan basıncı hemen normal kabul edilen sınırlara indirilirken, günümüzde bu yaklaşımın yanlış olduğu düşünülmektedir. Yukarıdaki örneklerden de görülebildiği gibi her hasta özel bir durum oluşturmakta ve yapılacak bir müdahalenin sonuçlarının önceden kestirilmesi kolay olamamaktadır[56].
Akut inme geçiren hastaların %80’inde ilk başvuruda hipertansiyon saptanır. Görünen odur ki, bu artış klinik nörolojik bulgulardan bağımsızdır. Lokal iskemi sürecinde ortaya çıkan bazı maddelerin ve kafa içi basıncı artışının sistemik kan basıncını yükselten bazı düzenekleri tetikleyerek kan basıncını yükselten otonomik refleksleri etkinleştirdiği gösterilmiştir. İnmenin akut-subakut döneminde hastaların çoğunluğunda kan basıncında artış saptanmasına karşın, ancak üçte birinde anamnez özellikleriyle ve klinik bulgularla (EKG değişiklikleri, toraks grafısinde kardiyotorasik indeks artışı, fundoskopik muayene bulguları v.b.) daha önceden kronik bir hipertansiyon bulunduğu gösterilebilir. Kan basıncı düzeyinin yüksekliği her hastada farklıdır ve subnormal düzeyden ileri hipertansiyon (sistolik ve/veya diyastolik değerler > 230-140 mm Hg) düzeyine kadar değişebilir[57]. Dahası, kan basıncındaki artış inme geçiren hastaların bazılarında tek fazlı bir seyir gösterir ve günler içinde aşamalı bir biçimde kendiliğinden düşerken, bazı hastalarda saatler içinde artışlar ve azalmalarla giden çok fazlı bir seyir görülebilir. İnmeden etkilenen beyin bölgesinin anatomik lokalizasyonu, hastadaki stres düzeyi, kafa içi basıncı, sistemik ve/veya serebral otoregülasyon[58] düzeneklerini etkileyen başka bir patolojinin varlığı akut inme sürecinde kan basıncını ve bunun seyrini belirleyen başlıca etkenleri oluşturur. Örneğin, inmenin en erken döneminde birincil lezyon insula[59], hipotalamus[60], beyin sapı[61] gibi otonomik regülasyonla ilgili merkezleri doğrudan etkilemiş olabilir, ya da bu bölgeler başlangıçta korunurken, serebral lezyonun yayılması veya lezyonun ödem etkisi ile sonradan etkilenebilir ve kan basıncında belirgin değişiklikler ortaya çıkabilir. Bu değişiklikler, bir dizi karmaşık fizyo-patolojik süreç sonucunda, başlangıçta potansiyel olarak kesin infarkt alanından kurtarılabilir nitelikteki penumbra alanın geriye dönüşümsüz bir biçimde kesin infarkt alanı içine katılmasına ve prognozun kötüleşmesine neden olabilir. Benzer biçimde, kan basıncı üzerine yapılacak müdahalenin şiddetindeki ve zamanlamasındaki hatalar penumbral alanının geriye dönüşümsüz biçimde infarktla sonuçlanmasına, hatta tamamen sağlam beyin dokusunun da iskemi riski altına girmesine yol açabilir[62].
SONUÇ
Görüldüğü üzere Beyindeki iskemik alan sonucu hastada görülen tansiyon yüksekliğinin akut dönemde hızla düşürülmesi felci artırmakta hastalığı ağırlaştırmaktadır. Bu çalışmada fâizin yükseltilmesi ile tansiyonun yükselmesi arasında bir benzetme (analoji) yapılmıştır. İktisadi kavramlara ve iktisat bilimine saygı duyarak bilimler arası işbirliğinin/dayanışmanın önemi, birbirine katkıda bulunabileceklerinin unutulmamasıdır. İslâm dünyasında bundan sonraki ilahiyat çalışmalarında Prof. Dr. Erol Güngör ve Prof. Dr. Gazi Özdemir gibi ilahiyat dışı akademisyenlerin İctihâd görüşlerinin dikkate alınmasının önemini daha da gerekli kılmaktadır.
KAYNAKLAR
1-Ali Rıza Gül, İslâm’daki Fâiz Yasağının Temeli Olarak Câhiliye Ribâsı Kavramı, Cumhuriyet İlahiyat Dergisi – Cumhuriyet Theology Journal, June 2017, 21 (1): 701-748.
2- Dursun Kırbaş, Akut İskemik İnme,(Editör: Emre Kumral), Argos Yayınları, İstanbul.
3-Erol Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Neşriyat, 1. Basım: 1981, İstanbul.
4-Gazi Özdemir, Oku, Konularına Göre Kur’an Ayetleri Alfabetik Konu Dizin, Şira Yayınları, İstanbul, 2021.
5- H. Yunus Apaydın, İçtihad, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 21. Cilt.
İnternet kaynağı:
https://www.mahfiegilmez.com/2023/03/fâizi-artrsak-enflasyon-duser-mi.html
Dipnotlar:
[1] Ali Rıza Gül, İslâm’daki Fâiz Yasağının Temeli Olarak Câhiliye Ribâsı Kavramı, Cumhuriyet İlahiyat Dergisi – Cumhuriyet Theology Journal, June 2017, 21 (1): 701-748.
[2] Ali Rıza Gül, a. g. m. s. 706. Modern iktisatta fâiz kavramı, “ödünç alınan para için fiilen yapılan ödeme” anlamında ödünç fâizi adlandırmasıyla kullanıldığı gibi, “üretim ameliyesinde sermayenin hizmetlerine atfedilen kısım” tanımlamasıyla zımnî fâiz adlandırmasıyla da kullanılmaktadır. Buna göre, sermayenin kâr veya kira şeklindeki getirileri ve sermayeye düşen bölüşüm payı da fâiz diye isimlendirilmektedir. Öte yandan ribâ ile ilgili tartışmaların çoğu da fâiz kavramını ilgilendirmemektedir. Aynı şekilde fâizin kapsamıyla ilgili pek çok değerlendirmenin ribâ kavramıyla alakası yoktur. Ali Rıza Gül, a. g. m. s. 706. dipnot.
[3] Ali Rıza Gül, a. g. m. s. 731-732.
[4] Ali Rıza Gül, a. g. m. s. 735.
[5] Ali Rıza Gül, a. g. m. s. 741.
[6] Ali Rıza Gül, a. g. m. s. 742.
[7] Ali Rıza Gül, a. g. m. s. 726-727.
[8] H. Yunus Apaydın, İçtihad, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 21. Cilt, s.432.
[9] H. Yunus Apaydın, a. g. m. s. 443.
[10] Erol Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Neşriyat, 1. Basım: 1981, İstanbul.
[11] Erol Güngör, a. g. e., s. 192.
[12] Erol Güngör, a. g. e., s. 193.
[13] Erol Güngör, a. g. e., s. 193-194.
[14] Erol Güngör, a. g. e., s. 194.
[15] Erol Güngör, a. g. e., s. 195.
[16] Erol Güngör, a. g. e., s. 195.
[17] Erol Güngör, a. g. e., s. 201.
[18] Erol Güngör, a. g. e., s. 201.
[19] Erol Güngör, a. g. e., s. 202-203.
[20] Erol Güngör, a. g. e., s. 204.
[21] https://www.mahfiegilmez.com/2023/03/fâizi-artrsak-enflasyon-duser-mi.html
[22] Prof. Dr. Gazi Özdemir, Oku, Konularına Göre Kur’an Ayetleri Alfabetik Konu Dizin, Şira Yayınları, İstanbul, 2021.
[23] Prof. Dr. Gazi Özdemir, a. g. e., s. 403.
[24] Prof. Dr. Gazi Özdemir, a. g. e., s. 404.
[25] Prof. Dr. Gazi Özdemir, a. g. e., s. 828..
[26] İnme beyinin kanlanmasının ani olarak durması sonucunda gelişen kalıcı felç ve bazen şuur kaybı ile karakterize bir hastalıktır.
[27] İskemi; sıklıkla belirli bir dokudaki kan akışının zayıflaması veya tamamen kesilmesi sonucu dokunun başta oksijen olmak üzere hayati önem taşıyan moleküllere erişiminin engellenmesine bağlı olarak gelişen doku hasarına verilen isimdir.
[28] Akut beyin iskemisinde tansiyonun düşürülmesinin felç riskinin ağırlaşmasını hatırlatan Nörolog Prof. Dr. Sibel Canbaz Kabay’a Ürolog Prof. Dr. Şahin Kabay’a teşekkür ederim.
[29] Dr. Dursun Kırbaş, Akut İskemik İnme,(Editör: Emre Kumral), Argos Yayınları, İstanbul.
[30] “Akut inme, yaygın bilinen adıyla felç, beyne giden kan akımının kesilmesi veya azalması ile ortaya çıkan ve beyin hücrelerinin oksijensiz kalma ve beslenememesi sonucunda oluşan ani fonksiyon bozukluğudur”.
[31] Nifedipin kan basıncını düşürür.
[32] Dr. Dursun Kırbaş, a. g.e., s. 239.
[33] Bronşektazi, bronşların çeşitli nedenlerle kalıcı olarak genişlemesidir.
[34] Lobektomi, akciğer dokusunu oluşturan loblardan herhangi birinin cerrahi olarak çıkarılmasıdır.
[35] Parasetamol, ağrı kesicidir.
[36] Putiaminal hemorajiler: Beyin parenkim dokusu içine olan kanamalar arasında en sık olan ve mortalitesi(ölüm riski) yüksek olan kanama şeklidir.
[37] Dr. Dursun Kırbaş, a. g. e., s. 239-240.
[38] “Hemiparezi, vücudun bir yarısında meydana gelen kas güçsüzlüğüdür. İnme geçiren kişilerde, yaygın olarak tek taraflı kas güçsüzlüğü yani hemiparezi tablosu ile karşılaşılır. Bu kişilerde, sağ veya sol tarafta kol ve bacak hareketleri etkilenir. İnme sırasında beynin etkilenen bölümleri yeterli oksijeni alamazlar”.
[39] İntravenöz infüzyon fazla miktardaki ilaçların veya solüsyonların intravenöz(damar yoluyla) yolla verilmesidir.
[40] Valsartan, kan damarlarını gevşetir ve kan basıncını düşürür.
[41] Dr. Dursun Kırbaş, a. g. e., s. 240.
[42] Antihipertansifler, yüksek tansiyon tedavisinde kullanılan ilaçlardır.
[43] Dr. Dursun Kırbaş, a. g. e., s. 241.
[44] “İlk oluştuğu yerde kalan kan pıhtısına tromboz denir. Kan dolaşımı ile vücudun başka bir bölümüne hareket ettiğinde ise emboli adını alır. Tromboembolizm ise kan pıhtısındaki emboli yüzünden kan akışının ciddi anlamda azalmasıdır”.
[45] “Laküner(boşluklu) infarktlar, perforan(beyni besleyen küçük damarlar) arterlerin iskemisi veya hipoperfüzyonu sonucunda gelişen lezyonlardır.
[46] Akut ve kronik arasında” anlamına gelmektedir.
[47] Dr. Dursun Kırbaş, a. g. e., s. 242.
[48] Uyarıcı amino asit almaçlarını (reseptör) yüksek çekicilikte uyaran kainik asit ve kiskalat veya kiskalik asit bileşiklerine verilen isimdir.
[49] Programlanmış hücre ölümüdür.
[50] Orta veya hafif derecede iskemik kalmış beyin dokusundaki nöronlar akut dönemde elektriksel olarak sessiz olmakla birlikte yapısal bütünlüklerini sürdürürler. Bu bölgeye penumbra denir.
[51]Damar duvarının genişleyebilme yeteneğidir.
[52] Endotel hücreleri kan damarlarının iç yüzeyini döşer ve damar duvarıyla dolaşan kan arasında ayırıcı bir yüzey oluşturur. Endotel hücrelerinin yapı ve işlevlerinin bütünlüğü damar duvarının ve dolaşım işlevinin korunması için oldukça önemlidir.
[53]Kan plazması, kanın sıvı kısmıdır. Plazma hafif sarı renklidir. İçinde su, kan proteinleri, tuzlar (elektrolitler), glikoz, hormonlar, vd. metabolik ürünler bulunur. Osmolarite 1 litre solüsyon içerisindeki çözünmüş partiküllerin miktarı olarak tanımlanır.
[54] Kan viskozitesi ise, kan akışının doğal direncidir ve viskozitesi, kayma hızı ile değişmektedir.
[55] Dr. Dursun Kırbaş, a. g. e., s. 243.
[56] Dr. Dursun Kırbaş, a. g. e., s. 243-244.
[57] Dr. Dursun Kırbaş, a. g. e., s. 244.
[58] Serebral otoregülasyon, damar çapında yapılan ayarlamalar ile ortalama arteriyel kan basıncını 60-150 mmHg değerleri arasında tutarak serebral kan akımının sabit değerde kalmasını sağlamaktadır.
[59] İnsular lob, beynin dış yüzeyinde görünen ön lob, paryetal lob, arka lob ve şakak loblarının altında ve içeride konumlanmış ve ancak diğer loblar aralanınca görünebilen lobudur.
[60] Hipotalamus, ön beyinin altında yer alan bazı bezlerin ve bazı organların çalışmasını düzenlemekle görevli olan bir yapıdır.
[61] Beyin sapı anatomik olarak beyin ile omuriliği birbirine bağlar. Beyin sapındaki yapılar omurilik soğanı (medulla oblangata), köprü (pons) ve retiküler formasyondur.
[62] Dr. Dursun Kırbaş, a. g. e., s. 245.
—————————————————
[i] * Deontoloji ve Anatomi Ph. D.
* Prof.Dr., ESOGÜ Tıp Fakültesi, Deontoloji ve Anatomi Ph.D.