Günümüzde Osmanlı edebî metinlerinin üzerinde yeniden düşünülmesi gerekmektedir. Bunun temel sebebi bu metinlerin yıllar yılı ısrarla bağlamından uzak bir şekilde ve bilimsellik adı altında pozitivist bir zihniyetle yorumlanmış olmasıdır. Bilimsellik kılıfına girmiş Oryantalist zihniyet yüzünden Klasik şiirimize ait metinler ait oldukları dünyanın değerleri perspektifinden değerlendirilememektedir.
Biz Türk Edebiyatı verimlerini değerlendirirken irfanî öğretinin büyük ölçüde ihmal edildiğini düşünmekteyiz. Bazı çalışmalarda, burada söz konusu etmek istediğimiz konuların sadece kabuk tarafıyla ilgilenilmesi, meselenin özüne inilememesi, metnin ait olduğu dönemin ruhunun anlaşılamaması gibi durumlar yüzünden birçok değerlendirme büyük eksiklikler barındırmaktadır. Türk Edebiyatı verimlerini değerlendirenlerin ihmal etmemeleri gereken en birinci nokta tasavvuf düşüncesidir. Bu, bütün bir Türk Edebiyatının Tasavvuf Edebiyatı olduğu anlamına gelmez. Sadece Türk Edebiyatının düşünce yapısının karakteristik tarafına işaret eder. Bunu irfanî öğreti şeklinde de ifade edebiliriz.
İrfanî öğretinin ihmal edilmemesi gerektiğine, böyle yapıldığı takdirde özden uzak birçok yorumun, tarifin ve tasnifin beraberinde geleceğine en tipik örnek Nasreddin Hoca fıkralarıdır. Siz, Hoca’nın fıkralarını sadece gülmek ve eğlenmek için okuyabilirsiz. Ancak Nasreddin Hoca her şeyden önce bir mutasavvıftır ve Mahmud Hayranî’nin öğrencisidir. Kanaatimizce orijinal Nasreddin Hoca fıkralarında bu durum görmezden gelinemez.[1] Bu hususu Türk Edebiyatının başka şahsiyetleri ve verimleri için de düşünmek mümkündür.
Muhtevanın çok önüne geçen, metni ait olduğu düşünce dünyasından uzak belirsiz yorumlara ve değerlendirmelere götüren bir metot anlayışının Türk Edebiyatı araştırmacılığına iyiden iyiye hâkim olduğu ortadadır. Burada metoda karşı olmadığımızı, bunun edebiyat tarihi araştırmacılığında son derece önemli olduğunu ifade etmek isteriz. Bahsettiğimiz ve tenkit ettiğimiz husus, metodun muhtevayı, düşünce dünyasını hapsetmesi ve edebî metinleri şekle bağlı çok kuru ve objektif olduğunu ileri süren “materyalist” bir düşünceyle ele almasıdır.
Dikkatimizi çeken en önemli hususlardan biri Türk Edebiyatı verimlerinin -dönemlere ve sınıflandırmalara rağmen- muhtevalarındaki ortaklıktır. Bu durum, birçok türün aynı dünya görüşünün ifadeleri olabileceği konusundaki düşüncelerimizi desteklemektedir. Masallarla menkıbelerin, tekerlemelerle şathiyelerin hiç de göz ardı edilemeyecek ortak yanları vardır. Onlar irfanî öğretinin veye bir faziletin dile getirilmesi endişesiyle ortaya çıkmış sembolik veya alegorik türler olabilirler.[2] Bunun ortaya çıkarılması edebiyat tarihçiliğimizdeki hâkim anlayışın değiştirilmesine, âdetâ bir zümre farkı ararcasına edebiyat tarihinin ve edebî türlerin birbirinden çok ayrı şeylermiş gibi takdim edilmesinden vazgeçilmesine bağlıdır.
Osmanlı edebî metinleri üzerinde düşünürken Türk Edebiyatı çalışmalarını ve araştırmalarını belli meselelere mahkûm eden bir araştırmacılığın ne denli problemli sonuçlar doğurabildiğini ve bunların bir bütünün parçalarını aynı tefekkürü ve aynı hayatı merkeze alıp yorumlamak yerine parçalamak ve uzaklaştırmak üzere kurgulandığını fark ettiğimizi belirtelim. Türk Edebiyatında türler ve muhteva ile ilgili problemlerin giderilmesi edebiyat tarihçiliğindeki hâkim anlayışın değişimine bağlıdır. Nitekim Mustafa Tatcı hocam da bununla ilgili şöyle der:
“Biz, edebî türlerin bir sancıdan, bir ihtiyaç ve zevkten ortaya çıktığına inanıyoruz. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, edebiyat tarihi anlayışımız değişmelidir. Şahsî ve temelsiz tasniflerden vazgeçilmeli, Halk edebiyatı, Divan edebiyatı, Tanzimat edebiyatı gibi kavramlar yeniden gözden geçirilmelidir. Bu tabirler, bilimsel bir temele dayanmamaktadır ve bu tabirler, milletimizin bünyesinde bir kültür farklılığının varlığını ve toplumumuzun sınıflı bir toplum olduğunu sun‘î olarak kabule zorlamaktadır. Halbuki İslâmî Türk edebiyatı geçmişten bugüne kadar sınıfsız bir topluluğun yarattığı mükemmel bir terkiptir. İslamî ve millî kimliğimizin aksülameli olan bu terkip, kültürümüze ait bütün sahalar için aynı mahiyettedir. Kültürümüz ve haseten edebiyatımız, milletimizin bütün fertlerinin iştirakiyle oluşmuştur. Bu iştirak, Karacaoğlan’la Nedîm’i; Yunus Emre’yle Şeyh Galib’i aynı güzellikler etrafında buluşturur. Bu müşterek kültür bir helezonun içinden fırlatılmış ebediyete giden altın bir oka benzer. Tanzimat’la birlikte Batı tesirinde kalan şair ve yazarlarımız karşısında, geleneği devam ettiren büyük bir kitle edebiyat tarihi araştırmalarında göz ardı edilirse, bu insafsızlık olur. Ok, hedefinden sun’i olarak saptırılır. Yanıltıcı sonuçlar doğurur. Nitekim günümüze kadar da, bu yanlış sonuçlar, bilimsel gerçeklermiş gibi takdim edilip durulmuştur.”[3]
Özellikle türlerin hâlâ çok meçhul duran muhtevalarına dâir yüzeysel tespitler, suni sınıflandırmalar, metnin ait olduğu fikrî ve edebî geleneği tespit etmekten uzak düşünceler bilimsel gerçeklermiş gibi ısrarla tekrar edilmektedir. Türler ve sınıflandırmalar arasındaki muhteva yakınlığı hatta aynîliği Türk kültürünün en müşterek, en dinamik ve en güçlü yanını teşkil etmektedir. Edebiyat tarihçiliğimizin bu dinamik tarafı görmezden gelen şekilciliği ve bunu tek ve sarsılmaz gerçeklermiş gibi gören dogmacılığı artık terk edilmelidir.
DİPNOTLAR
[1] Nitekim Mustafa Tatcı, Nasreddin Hoca’yla ilgili şu yorumu yapmaktadır: “Millî ve dinî kültürümüzü tam bilmeyen ehliyetsiz araştırmacıların kalemiyle sanki bir ‘komedyen’miş gibi gösterilen Hoca, esasen XIII. yüzyıl Anadolu Selçukluları devrinde yaşayan büyük bir mürşid, büyük bir ahlâkçı idi. Böyle olduğu halde, bırakınız tarihî kaynaklarda zikredilen Nasreddin Hoca telakkisini, onun fıkralarını toplayan müstensihlerin ‘evliyâ-yı kirâmdan Hace Nasreddin’ şeklinde koydukları kayıtlara bile dikkat edilmedi.” Mustafa Tatcı, “Nasreddin Hoca’dan İktibaslar ve Hoca’nın Ahlakçılığı”, Edebiyattan İçeri Dini Tasavvufi Türk Edebiyatı Üzerine Yazılar, Akçağ Yayınları, Ankara 1995, s. 307.
[2] Türk Edebiyatı ürünleri arasında zannedildiği ve büyütüldüğü kadar fark olmadığı Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Kaplan, Âmil Çelebioğlu, Cemal Kurnaz gibi bilim adamları tarafından da dile getirilmiştir. Halk ve Divan Edebiyatları arasındaki farklılığı “estetikleşme” olarak ifade eden Mustafa Tatcı da bu konuda şöyle der: “Halk ve Divan şairleri müşterek olarak yaşadıkları kültürü, aldıkları eğitime ve fıtraten sahip oldukları yeteneklerine göre çeşitli edebî şekillerle ortaya koymuşlardır. Edebî şeklin farklı olması, muhtevanın farklı olması demek değildir.” Daha geniş bilgi için bkz.: Mustafa Tatcı, Edebiyattan İçeri Dini Tasavvufi Türk Edebiyatı Üzerine Yazılar, Akçağ Yayınları, Ankara 1995, s. 3.
[3] Mustafa Tatcı, a. g. e., s. 7.