Harf inkılâbı, her şeyden önce, hayli spekülasyonlarla malûl hâle getirilmiş bir konu. İdeolojik karaktere büründürülmüş olması da işin başka bir yönü. Çünkü harf inkılâbının, yıkılmakta olan bir imparatorluğu özellikle 19.yılın başından itibaren kurtarmak için Batının bilim ve teknolojisini almak yolunda gösterilen çabaların köklü bir aracı yahut yöntemi olarak düşünüldüğü anlaşılıyor. İşin içine kültür, hatta bugünden geriye bakınca medeniyet değiştirme tezleri de girdiğine göre, ideolojik boyut kazanmasından daha tabii bir husus da yok.
Konuya tarihî ve sosyolojik perspektiften bakacak olursak, Sultan Abdülhamid’in dahi bunu düşünmüş olması, kendisinin yaptığı eğitim hamlelerine alfabe değiştirerek de hız verme fikrinden kaynaklanmış olmalı. Tek kelimeyle, Batı bilim ve teknolojisini ne kadar kolay yoldan alırsak, onunla o kadar güçlü şekilde mücadele ederiz mantığı…
Harf inkılâbından yaklaşık yüz yıl öncesinden Devlet-i âliye’de başlatılan ordunun yenileşmesi, askerî mekteplerin açılması, askerî tıbbiyenin kuruluşu, derken sivil mekteplerin açılışı, Tanzimat ve Islahat hareketleriyle gelen, hukuk alanı dâhil devletin neredeyse “temelden yenileşmesi çabaları”… Hepsi, hepimizin bildiği şeyler. Bütün bunlarda daha çok mesafe almak için harf inkılâbının sanki önemli bir manivela olarak düşünüldüğü anlaşılıyor. Yoksa Sultan Abdülhamid gibi, İslâmcılığı siyaset olarak kullanmak isteyen bir devlet adamının, İslâm medeniyetinde yazı kültürünün temel taşı olan harf sistemini değiştirmek istemesi (“Elifbâ”dan vazgeçip “Alfabe”ye geçmeyi düşünmesi) akla hayli ters geliyor. Ardından aynı yolda devam eden arayışlar, hiç olmazsa harfleri ıslah komisyonlarının kurulması, hep bir değişiklik arayışlarının işaretleri. Ama en hararetli tartışmalar malum, İkinci Meşrutiyet akımları içinde oluyor ve bu işi köklü bir şekilde savunanlar, zamanın Garpçılarıdır. Yani Dr. Abdullah Cevdet ve arkadaşları…
Buna karşılık İslâmcılar ve Türkçüler ilke olarak buna karşıdırlar. Endişenin temel sebebi, yapılacak değişikliğin, bin yıllık bir yazılı kültür ile bağları koparacağı, mevcut değerler ve geçmiş kültür ile yeni nesillerin arasına açık mesafe koyacağı düşüncesidir. İslâmcılarla kalmayıp Türkçülerin, özellikle de sonra onu sistemleştirecek olan Ziya Gökalp’ın bile “Arap harfleri” dediği sistemin korunmasına taraftar olması, siyasî olmaktan çok, son derce bilimsel bir tavır olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü malûm, terkip (sentez) meselesinde, ona göre Türkleşmek, dil eksenli Türk kültürüne sahip çıkmak, İslâmlaşmak din eksenli ahlâk ve değerler hiyerarşisini koruyup geliştirmek, muasırlaşmak ise Batının temsil ettiği zamanın bilim ve teknolojisini almak demekti.
Gökalp’a göre, toplumların gelişme seyrinde – Durkheim’in de tezine uygun olarak – “Klan”dan “Millet”e doğru olan süreç içerisinde bir de “Ümmet” ara kademesi var, bilindiği gibi. Ve ümmet de ona göre siyasî değil, inanç örgüsüne bağlı kültürel bir kademedir. İşte İslâmlaşmak, bütün İslâm kavimleri ile bağları korumak ve geliştirmek için bir formül olarak düşünülmüştür. Bunun gereği olarak, sadece harf sisteminin korunması değil, İslâm kavimleri arasında ortak terminoloji kongreleri yapılmasını, yeni oluşacak bilimsel ortak terimlerin Türkçe, Arapça ve Farsça’dan türetilmesini de gerekli görmüştür. Meselâ kendisi, kültür yerine “hars” terimini, keza “ideal” yerine – Arapça fikir kelimesinden hareketle “mefkûre” terimini türetmiştir. Daha başkaları da var. Bunlarla yetinmemiş, bütün İslâm kavimleri arasında, ortak terbiye kongreleri düzenlenmesini öngörmüş. Çünkü bütün yeni Müslüman nesillerin ortak İslâm terbiyesiyle yetişmesi gereğini düşünmüştür. Bir de ortak sembol olarak “Hilâl”in korunmasını öngörmüş. Bütün bunları “ümmet”in siyasî niteliğinden dolayı değil, inanç ve kültür bütünlüğüne olan ihtiyacından dolayı gerekli görmüş bulunmaktadır. Çünkü ona göre İslâm ümmeti, siyasî değil, sosyolojik bir nitelik arz eder, sebebi de ruhban sınıfının olmayışındandır. Oysa Hristiyan ümmeti, siyasî ve idarî bir nitelik arz eder, çünkü ruhban sınıfına sahiptir. Üstelik Gökalp, İslâm ümmetinin ortaklığını sağlayacak eğitim kurumlarını da hesap etmiştir (önceden yüksek din eğitimin taşıyıcıları medreseler iken, daha sonra İlâhiyat akademilerinin öngörülmesi gibi, vs…)… Ve nihayet, ümmetin inanç ve kültür birlikteliğini devam ettirebilmek için, bütün İslâm kavimlerinin müftü örgütleri arasında ortaklıkların teşkili.
Gökalp’ın üçlü terkibi (sentezi) gereği Türkleşmemiz için (bugün ona “Türk olarak kalmamız şartını da ekleyebiliriz), millî harsımız, yani dilimiz ve tarihimizin oluşturduğu millî kimliğimizi koruyup geliştirmemiz gerektiği gibi, İslâmlaşmamız ve muasırlaşmamız (çağdaşlaşmamız) için de beynelmilel nitelikte olan iki bütünlüğü özümsememiz gerekiyor: Birincisi, inanç, terbiye ve terminoloji boyutuyla İslâm beynelmileliyeti, ikincisi ise bilim ve teknoloji boyutuyla medeniyet beynelmileliyeti… Bu üçlemeyi şöyle formülleştirebiliriz: Dil ve tarih kimliğimizi Türklüğümüzden, inanç, ahlâk ve terbiyemizi İslâmlığımızdan, bilim ve teknolojiye olan ihtiyacımızı ise muasır Batı medeniyetinden almış olacağız.
O vakitler bu yapıları özümsemek ve şahsiyetimizde geliştirmek için zamanın harf sisteminden ayrılmayı Ziya Gökalp asla gerekli görmemiş. Niçin? Çünkü bin yıllık harf sistemini değiştirerek gerek millî tarih ürünlerinin yeni nesillere aktarılmasında, gerekse öngördüğü ortak inanç, ahlâk ve terbiye sisteminin kazanılmasında problemler çıkacağını düşünmüştür. Kendi harf sistemlerini değiştirmeden Batı bilim ve teknolojisine (onun deyimiyle “medeniyet”ine) uyum sağlayan milletlerin (Rusların, Japonların, Çinlilerin vs.) yaptığı gibi Türklerin de mevcut harf sistemiyle devam etmelerinde hiçbir beis görmemişti. (Tabii, Gökalp açısından konunun kültür-medeniyet ayrımı ve o husustaki tartışmalara girmek bu metnin sınırları dışında. Biz onu başka çalışmalarımızda ele almış bulunuyoruz..)
Peki, Ziya Gökalp’ın hayli makul ve sosyolojik temelleri sağlam gözüken bu düşüncelerine rağmen, Cumhuriyetin ardından, bir dizi diğer köklü inkılâplarla birlikte neden harf sisteminde de değişiklik kararı alındı? Gayet açık: Bugüne kadar üretilen yüz yıllık söylemlerden anlaşıldığı gibi, vaktiyle Sultan Abdülhamid’in de düşündüğü üzere, kendi tarih ve kültürümüzden fedakârlıklar etmek pahasına, Batı bilim ve teknolojisine daha kolay uyum sağlamak, hatta o konularda onlar kadar yaratıcı olmak, onlarla daha kolay yarışmak ve hatta onları da geçmek amacıyla idi, değil mi? Peki bu amaçları geçekleştirmekte ne kadar başarılı olduk? Ortada… O zaman bu kabil tartışmaların, entelektüel faydası bir tarafa, pratikte geçerliliği var mı? Yok gibi gözüküyor.
O hâlde, yüz yıla yakın zamandır kullandığımız bugünkü harf sisteminden geriye dönemeyeceğimize, üstelik 1990’dan bu yana bağımsızlık sürecine giren Türk Cumhuriyetleri de peyderpey Lâtin alfabesine geçtiklerine göre, yapılacak en makul şey nedir?
O da gayet açık:
Kavga-gürültü etmeden, kimseyi de ihanet îmâ ve suçlamalarına gitmeden, eski harf sisteminden kalan dil ve kültürümüzün ne kadar eseri var ise, bugünkü haf sistemine çevirip yeni nesillerin hizmetine sunmak olmalı.
Ama bu konuda da hayli işimiz ve eksiğimiz var, malûm…
Başarılar dileğiyle.
Not: Bu metnin hazırlanmasında büyük ölçüde rahmetli Erol GÜNGÖR’ün “Türkçülükte Din Meselesi” başlıklı makalesinden yararlanılmıştır. Bkz: “Atsız Armağanı” ile “Sosyal Meseleler ve Aydınlar” kitapları.