Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu
Milliyetçilik, en kısa ve umumi tarifi ile, insanın sevgi ve saygı hisleri ile milletine bağlanmasıdır. Bu bağlılık, milletin diline, dinine, ahlakına, maddi manevi bütün kültür değerlerine karşı derin alaka beslemek; milletin varlığını geliştirme, kudretini artırma, ülkeyi koruma hususunda her türlü fedakarlığa katlanmak suretinde belirir. Milliyetçi, hiç bir karşılık beklemeksizin, hayatını bu istikamete yöneltir, günlük yaşayışım bu esaslar içinde düzenler ve devam ettirir. Fakat milliyetçiliğin gerektirdiği bu manevi üstünlüğe ulaşmak pek kolay değildir. Çünkü milliyetçilik, kaderde ortak olanlar, aynı kültürden feyz alanlar, sevinçte ve kederde iştirak halinde bulunanlar için bazen hayat pahasına fedakarlığı icap ettirir. Kısaca, milliyetçilik insana milli ve beşeri üstünlük sağlayan yüksek ahlakın ta zirvesinde yer alan bir ruh halidir.
1
Kavim – Millet Meselesi
Milliyetçilik millete bağlılık olduğuna göre, önce, “millet”den ne anlaşıldığını bilmemiz lazımdır. Tarihte maziye doğru gidildikçe, insan topluluklarında soy, dil, din ve kültür safiyetine daha çok yaklaşıldığı malumdur. Eskiden cemiyetler arasında, şimdiki gibi, sıkı temas imkanları mevcut olmadığından, soy karışmaları ve kültür alış verişleri pek az ölçüde vuku buluyordu. Bu sebeple, çeşitli topluluklar kendi hususiyetlerini daha iyi korumakta idiler. Bu devreye “kavim” çağı denir. Kavim tabiri cemiyetlerin hariçle temas, kültür alış verişleri ve akrabalık kurmak gibi kaynaşmayı teşvik edici hallerin cüz’i olduğu bir içtimai durumu gösterir. Siyasi organizasyonların da “kavmi devlet” vasfında olduğu bu devrede insanlar, kendilerine mahsus inançları ile, yabancı kelime ve tabirlerin henüz nüfuz edemediği dilleri ile, kendi topluluklarını karakterize eden örf, adet, gelenekleri ile basit idari – içtimai teşkilatları içinde yaşamışlardır.
İşte bu kavimler zamanla, türlü tarihi – sosyolojik tesirler altında, yavaş yavaş bir araya gelerek “millet” dediğimiz içtimai varlıkları meydana getirmişlerdir. Böylece millet, ırki ve kültürel bakımlardan bir kavimler birleşmesi neticesidir ki, belirli bir dilin, belirli bir dinin, bir hayat görüşünün mihrakı etrafında toplanmış olan sosyal birliği ifade eder.
Eski Roma İmparatorluğu zamanında bu günkü Fransız toprakları üzerinde çeşitli kavimler yaşıyordu: Gol’lüler, Keltler, Gotlar, Akitenler, Franklar, Brötonlar, Romalılar, hatta İran asıllı Alanlar ve daha sonraki asırlarda Normanlar… Birer kabile federasyonu durumunda olan bu kavimler ayrı geleneklere, inançlara sahip bulunuyor, ayrı diller konuşuyorlardı. Mesela Keltler kimlikleri hala iyi bilinmeyen bir etnik halita idi. Yine o tarihlerde bugünkü Almanya’da Cermen boyları bir yandan Keltlerle ve İskandinavyalılarla bir yandan da İslavlarla karışma halinde idiler. İngiltere’de ise, Britler, Kymriler, İskoçlar; Keltlerle, Jutlarla, Angl ve Saksonlarla, nihayet Normanlarla iç-içe yaşamışlardır. Bütün bu münasebet ve kaynaşmalardan, tarih boyunca, ayrı dilleri ve karakterleri ile Fransız, Alman, İngiliz milletleri doğmuştur. Bu milletlerin başka – başka dillere ve farklı seciyelere sahip olması, Fransa’da Latince, Almanya’da Cermence, İngiltere’de Anglo – sakson dilinin ortak vasıf kazanması ve kavimlerden birine mahsus kültür ve karakter unsurunun üstün duruma gelmesi neticesidir.
Bu gelişmede ihtilatın değil, imtizacın şart olduğunu belirtmeliyiz. Umumiyetle imparatorluklarda çeşitli kavim ve milletler ihtilat (karışma) halindedir. Aralarında siyaset ve iktisat yönlerinden iştirak mevcut ise de, etnik manada birleşme yoktur; her topluluk kendi ırki ve kültürel hususiyetini muhafaza eder. Halbuki “millet”de doğrudan doğruya imtizaç (kaynaşma, birbiri içinde erime) bahis mevzuudur. Bu esnada kavimlerden birinin dili, karakteri, inancı hakim mevkie yükselerek ortak vasıf kazanır ve “millet” o kavmi temsil eder. Bu tarihi oluş da gösterir ki, milletlerin gelişmesinde ilk planda kültür unsurları rol oynamaktadır.
Türk Milleti:
Türk milletinin oluşu da bu tarihi seyrin dışında değildir. Türkler daha milattan önce 2. bin ortalarından itibaren batı Asya’da Hind – Avrupa ve Ural kavimleri ile, uzak Doğuda bazı Moğol menşeli gruplar ve Çinlilerle münasebete girişmişlerdi. Bu husus Türkçedeki birkaç kelimede ve bilhassa eski Türk kültürünün Çin ve Moğollar üzerindeki tesirlerinde müşahade edilir. Mamafih zamanımızdan 1300 . 1400 yıl önceleri dahi Türk kavmi vasıf ve kültürünün iyice korunduğunu gösteren deliller vardır. Mesela Göktürkler tarafından VIII. asrın ilk yarısında dikilen ve Türk alfabesi ile yazılı Orhun kitabelerinden anlaşılıyor ki, hiç olmazsa Göktürk topluluğunda, Türk dili saflığını muhafaza etmekte, Türk dini (Gök Tanrı), Türk hukuku (Töre), Türk sanatı (Hayvan üslubu), Türk idare teşkilatı (İl), Türk ordusu ve muharebe usulü (Turan taktiği) , tamamiyle yürürlükte bulunmakta idi.
Göktürk devletinin yıkılması ile Orta Asya Türk birliğinin dağılmasından sonra, bazı Türk boylarının batıya doğru göçmeleri atalarımızdan bir kısmının yabancılarla daha yakın münasebetler kurmasına sebep oldu. XI. asırda Maveraünnehir üzerinden Horasana gelen ve büyük çoğunluğunu Oğuzların teşkil ettiği Türkler, bir yandan İranlılarla, bir yandan İslamiyet ile, bir yandan da eski Sasani – İslam kültürü ile karşılaştılar. Bu yeni muhitte halk dili olan Farsça yanında, din dili Arapça da kültür hayatında mevki sahibi idi. Bu tarihten önceleri ve sonraları bazı Türk boy ve oymakları Avrupa’ya ve diğer kıt’alara göç etmişlerse de, sayıca kesafet meydana getiremedikleri için yabancılar içinde kaybolmuşlardı. Ancak Türkler, XI. yüzyılda, kalabalık kütleler halinde gelerek İslam’ın doğu kanadında muazzam bir imparatorluk (Selçuklu) kurmaları neticesinde ve bilhassa Anadol’unun Türkleştirilerek Türk vatanı haline getirilmesi sırasında “millet” olma yoluna girmişlerdir. Çeşitli Türk zümrelerinin “millet” birliği halinde kaynaştıkları bu uzunca devrede mahalli kültürle karşılıklı tesirler dolayısıyle, gelenek ve göreneklerde bazı değişiklikler olmuş, eski Türk inançları halk kütleleri arasında az – çok yaşamakla beraber, İslamiyet Türklerin en kuvvetli manevi dayanağı haline gelmiş, diğer taraftan Türk dili Arapça ve farsça kelimelerle karışmıştır. Fakat tıpkı Fransız, Alman, İngiliz misalinde görüldüğü gibi, bu gelişmede Türklük hakim kalmış, Türk seciyesi, hayat görüşü ve siyasette, idari, askeri teşkilatta Türk tarzı, dilde Türkçe daima üstünlüğünü muhafaza ederek, Türk kültürü bütün köklülüğü ve sağlamlığı ile yaşamaya devam etmiştir. Bu tarihi oluş, karakteri ve duygusu Türk, dili Türkçe ve dini İslam olan Türk milletini meydana getirmiştir. Aynı vakıa o zamanlardan itibaren Asya Türklüğünde de gelişerek Türk dünyasında millet birliği şuurunu tamamlamıştır.
Millet ve Dil :
Millet oluştaki bu içtimai değişmeyi dillerdeki belirtileriyle de tesbit etmek mümkündür. Bizdeki “kavim” sözüne karşılık Fransızca’da peuple, İngilizce’de folk, Almanca’da volk kelimeleri vardır. Bu sözler aynı zamanda “halk” demektir. Bu son manada içtimai yönden, basit “insan kalabalığı”na işaret ederler. Fakat her üç batı dilinde müşterek olan nation kelimesi bizim “millet” tabirinden anladığımız mefhumun karşılığıdır. Mesela “Fransa halkı” ile “Fransız milleti” deyimleri aradaki büyük farkı açıkça belirtir. Kavmilikten “millet”e geçiş uzun bir zamana ihtiyaç gösterdiğinden Latinceden gelen nation kelimesi bugünkü içtimai – felsefi manasını ancak Fransız İhtilal sırasında almıştır. Fransızca- dan İngilizceye geçen bu tabir Alman milleti için ilk defa ünlü Alman filozofu Fichte (ölm. 1814) tarafından, meşhur “Hitabeler” (Reden an die Deutsche Nation) de kullanılmıştır.
Aynı gelişme Türkçede de görülmektedir. Eski Türkçede “halk”a “budun” deniyordu. Son yıllarda bu kelimenin bodun telaffuz edilmesi ve “boylar” olarak açıklanması teklif edilmiştir (R. Giraud, 1960). Göktürk çağının hatırası olan ve Orhun kitabelerinde daha ziyade “Türk bodun, Oğuz bodun” şeklinde tekrarlanan bu tabirin doğrudan doğruya “kavim” sözünü karşıladığı meydandadır ve zamanın içtimai durumuna da tevafuk eder. Aynı devre ait ulus (veya uluş) kelimesi bodun ile aşağı – yukarı sinonim bir mana taşır. Fakat her ikisi de “millet” mefhumunu ifade etmekten uzaktır. Türkler kavmilikten “millet”e geçiş safhasını tamamladıkları zaman, içtimai gelişmelerine uygun olarak, “millet” tabirini kullanmışlardır. Aslında Arapça “din’, veya “dini cemaat” demek olan bu kelimenin dilimize Batının nation’u manasında yerleşmesi, millet anlayışında dinin hakim olduğu bir çağa işaret etmesi bakımından, dikkate değer. Halen Türkçede “millet” arz ettiğimiz tarihi – içtimai gelişmeyi ifade etmekte olup biz, siyasi – içtimai birlik unsuru olarak İslamiyet’i kabul eden fikri “ümmet” sözü ile karşılamaktayız.
Millet Telakkileri:
Kavmilikten millete geçiş bu kadar açık olmakla beraber, millet telakkisini tam kesinlikle tayin etmek yine de müşkül görünüyor. Çünkü, her millet bu telakkiyi kendi oluşuna uygun tarzda kabile temayül etmektedir. Millet haline gelişte rol oynayan faktörün veya faktörlerin milletlere göre değişmesi bu hususta çeşitli görüşlerin ileri sürülmesine yol açmıştır:
Bazıları soy birliğini esas almışlardır. Buna göre, yalnız aynı ırktan olanlar millet teşkil edebilirler. Fakat, biz, millet olmak için ırkın ne zaruri, ne de kafi olmadığını gördük. Bugün de ayrı ırklardan geldikleri halde millet birliği meydana getiren topluluklar mevcuttur. Birleşik Amerika gibi.
Bazıları dil birliğini şart koşmuşlardır. Bunlara göre de, millet bütünlüğünün en belirli alameti aynı dili konuşmaktır. Fakat çağımızda bu iddianın aksini gösteren birçok örnekle karşılaşmaktayız: Latin Amerika ile İspanya, iki dil konuşan Belçika, üç dilli İsviçre, hatta soyca da aynı bulunan Norveç ile Danimarka.
Bazıları din birliğine ehemmiyet vermişlerdir. Bunlar din kardeşliğini ilk planda tutanlardır. Gerçekte ise Ortaçağlara has olan bu hayat görüşü zamanımızda çok değişmiş ve her ferdin uymağa mecbur olduğu “devlet dini” fikri eski itibarından çok kaybetmiştir.
Bazıları coğrafya birliğini başlıca sebep kabul ederler. Tamamiyle hissi bir bağlılık ifade eden “vatan” mefhumu dışında, bir jeoloji mevzuu olarak coğrafyanın büyük bir değer taşımadığı daha geçen asırda belirtilmiş bulunuyordu (E. Renan, Qu’estce qu’une nation?, 1882) .
Bazıları menfaat iştirakini ileri sürerler. Buna göre, insanları “millet” topluluğu halinde bir arada yaşamaya sevk eden amil doğrudan doğruya menfaat ortaklığıdır. Ortaklık kalktığı zaman “millet”in de dağılacağı manasına gelen ve esasen “millet” i içtimai gerçek olarak kabul etmeyen bu materyalist görüşün ciddiyetle bir ilgisi olmamak lazım gelir.
Nihayet bazılarına göre de, “millet” milli ruh sayesinde var olur. Bu öyle bir manevi kuvvet, bir şuurdur ki, ırk ile, din ile, coğrafya ve menfaat ile alakasız olarak, tarih içinde fertlerin müşterek acılan ve müşterek sadetlerinden doğar ve millet birliğini yaratır.
Bütün bu görüşlerden çıkan netice şudur ki, milletlerin devamlılığını sağlayan unsurlar değişiklik gösterdiğinden, her millet kendi gerçeklerine uyan, sıraladığımız telakkilerden birini veya ikisini muteber saymaktadır. Bu durum elbette bizim de kendimize göre bir millet telakkimiz olmasına imkan verecektir.
II
Türk Millet Telakkisi
Türk millet telakkisini tesbit etmek için önce şu sualin cevaplandırılması lazımdır: Türk milletinin oluşunda ve devamında hangi unsur veya unsurlar rol oynamıştır ve oynamaktadır?
Burada ilk olarak Türk soyu akla gelebilir. Ancak söylediğimiz gibi, Türk milletini yalnız ırk birliği açısından almakta tam bir isabet yoktur. Bir içtimai mefhum olarak “Türk milleti” tabiri soy arılığında fazla ısrar etmemeği gerektirir. Bununla beraber, Türk milletinde, yukarıda açıklandığı üzere, Türk soyu ile Türklüğün tarihi seciyesi ve kav- mi meziyetlerinin pek mühim yer işgal ettiği bir hakikattir.
Türk milleti bakımından dini ana unsur kabul etmek de güçtür. Zira o takdirde, diğer İslam topluluklarını da Türk milletinden saymak ve mesela bir Arap, bir Endonezyalı Müslümanla Türk arasında fark gözetmemek icap edecektir. Fakat İslam dininin Türk milletini birleştirici hüviyeti her türlü şüphenin üstündedir.
Coğrafi birlik ise, Türklük realitesine en aykırı düşen bir mahiyet taşır. Halen sayıları 100 milyon civarında bulunan Türkler dünyanın çeşitli bölgelerinde dağınık olarak yaşamaktadırlar. Türk milleti yalnız bir bölgedeki topluluk olarak kabul edilirse, mesela Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan kalabalık Türk kütlelerini yabancı saymak gibi bir garabet ortaya çıkar ki, bunun dünya Türklüğü gerçeği ile uzlaştırılması mümkün değildir. Ancak, “coğrafi birlik” ile vatanperverlik arasındaki farka dikkat edilmelidir. Vatanperverlik yurt arazisinin jeolojik yapısı ile ilgili olmayıp Türk milletine ait topraklara hissen bağlılığı ifade eder. Bu noktayı yukarıda da belirtmiştik.
Biz milleti bir “menfaatçiler şirketi” olarak görmediğimiz, vatanımızı sadece bize menfaat sağladığı için ve menfaat sağladığı müddetçe sevmemiz gereken toprak parçası addetmediğimiz, aksine, ona verimli, çorak, bozkır, sulak ne olursa olsun, üzerinde hür yaşadığımız, ata yadigarı kutlu bir varlık gözü ile baktığımız için, Türk milletinin oluşu ile bu Marksist görüş arasında herhangi bir bağlantı kurmamıza imkan yoktur.
Bu kısa değerlendirmede de görülmektedir ki, Türk milletinin tarihi gelişmesinde, “menfaat ortaklığı” ile “coğrafi birlik” dışında kalan amiller az- çok rol oynamıştır: Türk dili, Türk’ün kavmi meziyetleri ve ırki seciyesi, İslamiyet, tarih şuuru, Türk düşünce tarzı ve dünya görüşü. Böylece ortaya çıkan şey de Türk milli kültüründen başka bir şey; değildir. Bu itibarla çağdaş Türk milliyetçilik telakkisi “Kültür milliyetçiliği” tabiri ile ifade olunur. E. Renan’ın bahsettiği “milli ruh, milli şuur” faktörü de esasen ancak böyle bir milli kültür içinde canlanmak ve gelişmek şansına sahiptir.
Türk milli kültüründe Türk diline hususi bir ehemmiyet atfetmek zaruret olarak belirir. Çünkü yeryüzünde kültürümüzün tek taşıyıcısı, ifade vasıtası ve koruyucusu olan Türkçe, aynı zamanda milli tarihimizin yaşayan, canlı bir uzvudur. Bu hüviyetiyle de milli oluşumuzun tam merkezinde yer almıştır.
Milli kültürümüzün diğer mühim bir unsuru da İslamiyet’tir. Son bin yıllık tarihimizde Türk kültürünün sağlamlık kazanmasında adeta harç vazifesini görmüş olan İslamiyet Türk’ün vicdanına hükmeden en büyük manevi değer olmuştur. Bugün Türk milli ahlakı, Türk düşüncesi, hatta Türk sanatının İslamiyet’le alakası herkesçe malumdur. o halde, Türk dili, Türklük şuuru, Türk seciyesi ile birlikte İslam dini milli kültürümüzün başlıca unsuru halindedir.
Şimdi Türk millet telakkisine göre milletin tarifine gelebiliriz.
Millet’in Tarifi:
Millet umumiyetle iki türlü tarif edilmektedir. Biri hukuki – siyasi, diğeri tarihi – sosyolojik.
Birinci tarife göre millet, belirli coğrafi sınırlar içinde yaşayan, bir resmi dili olan, müşterek kanunları bulunan insanların meydana getirdiği birliktir. Burada aranan tek hususiyet, topluluğun siyasi istiklale sahip bir heyet teşkil etmesidir. Ancak bu tarifte “millet”in içtimai bünyesine aykırı düşen noktalar vardır. Başka – başka diller konuşan, ayrı kültürlere mensup kütlelerin, sırf bir devlet teşkilatı içinde bulundukları için, millet sayıldığı bu hukuki – siyasi anlayışta millet, savaşlar ve barışlar sebebiyle sınırların daralıp genişlemesi neticesinde, tıpkı eşya yığını gibi, azalıp çoğalan ve mevcudiyeti milletlerarası siyaset müvazenesine bağlı mekanik bir topluluk olmaktadır. Buna göre, mesela Türk milleti sadece Cumhuriyet hudutları içindeki ahaliden ibarettir ve Türkiye’de nüfus kağıdında “Türk vatandaşı” yazılı herkes Türk, fakat resmi sınırlar dışında kalmış, ana dili Türkçe, Türk kültürüne bağlı milyonlarca insan yabancıdır!
Tarihi – sosyolojik tarife göre ise millet, his ve kültür birliğinin kaynağı olan milli kültür unsurları, fertleri arasında müşterek değerler halinde yaşayan bir içtimai bütündür. Buradaki en mühim hususiyet, dilde, fikirde, inançta, ahlakta ve tarihte, kısaca milli şuurda iştiraktir. Aynı dili konuşan, aynı kültüre mensup, düşünce ve duyguda bir olan insanların aynı milletin fertleri sayıldığı bu tarife göre, “millet”in siyasi hudutlar gibi sun’i engellerle sınırlanması mümkün değildir. Bizim millet telakkimizin veciz bir ifadesinden ibaret olan bu ilmi tarif bilhassa, çeşitli coğrafyalarda ve çeşitli idare ve ideolojilerin baskısı altında bulunmakla beraber, Türkçe birliği ve kültür ortaklığı itibariyle bir bütün teşkil eden milyonlarca Türk’ün büyük milletimizin mensupları olduğunu belirtmesi bakımından, pek büyük bir mana taşır.
Türk Milliyetçiliği Nedir?
İşte Türk milliyetçiliği, Türk dilinden, Türk karakteri ve ahlakından, İslam dininden, tarih birliği şuurundan ve bütün bunların fiili hayattaki bilumum belirtilerinden kurulu olan Türk milli kültürünün yaşattığı Türk milletini sevmek ve saymaktır. Türk milliyetçisi de, Türk dilini koruyan, Türk seciye ve ahlakını yükselten, Türk düşüncesinin ilmi, fikri, edebi, felsefi ve teknik sahalarda imkanlarını zenginleştiren, İslamiyet’i muhterem tutan, dünya: Türklüğünün istiklal, hürriyet, refah ve saadeti için çalışan insandır.
Türk milliyetçiliği ve Türk milliyetçisinin bu tavsifi milli ve insani vazifemizi yaparken takip edeceğimiz yolu iyice aydınlatmaktadır. Bu yol Türk milliyetçiliğinin biri negatif (menfi), diğeri pozitif (müsbet) olmak üzere iki cepheli prensiplerini ihtiva eder.
Negatif Prensipler:
1- Türk milliyetçiliği ırkçı değildir:
Daha açık bir ifade ile, Türk milliyetçisi milletimizi halis kan Türk olanlar ve olmayanlar diye bir ayırıma tabi tutamaz. Çünkü:
a) Bir zamanlar bazı Batı memleketlerinde tutunmuş olan ırkçılık nazariyesi, insanlar arasında manevi bakımdan birtakım farklar tasavvur eden ve aslında Türk ırkına da şerefli bir mevki vermeyen bir ideolojidir. Bu nazariye önce, tanınmış Fransız diplomat ve yazarı Comte de Gobineau (ölm. 1882) nun “Beşer ırkları arasında eşitsizlik” (Essai sur l’inegalite des races hıırnaines) adlı eserinde ortaya atılmış ve bazı Avrupalı mütefekkirler tarafından işlenerek bir ilim dalı haline sokulmak istenmiştir (Raciologie) . Buna göre, başta Cermenler olmak üzere umumiyetle Teuton kavimleri doğuştan yüksek vasıfta ve diğer soylara nazaran üstün kabiliyetlerle mücehhez, dolayısiyle, dünyayı idare etmek hakkına sahip telakki edilmekte, bütün diğer insan kütlelerinin de onların emrinde olmaları tabiat kanunları icabı sayılmakta idi. Böylece, üstün ırk vasfını yalnız Cermenlere bahşeden Rasyoloji ile Türklerin bir ilgisi olamazdı ve Türk Milliyetçiliği de, elbette, Türk soyunu, aşağı seviyede görmek suretiyle, peşinen mahkum eden böyle bir görüşü benimseyemezdi. Üstün ırkın Cermen soyu olması nazariye icabı iken, onun yerine Türk ırkının yerleştirilmeğe çalışılması ise, bu sözde “ilmi” iddiayı büsbütün yozlaştıran basit bir özen tiden ileri geçemezdi.
Kaldı ki, tarihi – sosyolojik araştırmalar, kavmiyet devrinde dahi saf bir etnik yapıya rastlamanın güçlüğünü ve manevi kudret bakımından insan cinsleri arasında fark bulunmadığını göstermiştir. Rasyolojinin iptidai, kültür faaliyetlerinde kabiliyetsiz addettiği Afrikalı zencilerin bile, medeni şartlar içinde yetiştirildikleri zaman, üstün vasıflarla donanmış olduğu tasavvur edilen ırklar kadar maharet ve medeni cehid gösterdikleri ortaya konmuştur. Buna göre, daima ilim yolunda ilerleyen ve Türkiye’nin içtimai gerçeklerini birinci plan da tutan Türk milliyetçisi için “ırkçılık” bir kıymet ifade etmekten uzak kalacaktır.
b) Irkçılık mevzuunda, burada kaydettiğimiz “Türkiye’nin içtimai gerçekleri” ibaresi Türk milliyetçisine bir ihtar teşkil etmelidir. Çünkü, bir bakıma kavmiyetçilik yapmak manasına gelen ırkçılığın memlekette bölgeciliği teşvik yolu ile milli bütünlüğü parçalayıcı durumunu hatırdan çıkarmamak lazımdır. Makul ve ciddi bir kültür siyaseti ile Türk milletini vatan ölçüsünde bütünleştirmeyi başlıca gayelerinden sayan Türk milliyetçisi, yine aynı sebepten, Türkiye’de azınlık ırkçılığına asla müsade etmeyecektir.
2- Türk milliyetçiliği dinci değildir:
Yani Türk milliyetçisi başta Anayasa olduğu halde devlet kanunlarının yerine dinin mukaddes kitabını ikame etmeği (şeriatçilik) veya İslam milletleri arasında, din esasında, birlik meydana getirmeği (ümmetçilik) tasarlayamaz. Çünkü:
Türk milleti dindar olmakla, yani dini akîdelere ve İslam’ın iman ve amel prensiplerine bağlı kalmakla beraber, tarih boyunca, yaşanan hayatı yalnız din açısından değerlendirecek ve dine göre ayarlayacak derecede bir gayretin temsilcisi olmamıştır. Vicdan hürriyeti Türk tarihinin ana karakteri halindedir. Türkler en geniş dini toleransa sahip milletlerin başında gelir. Laiklik, hiç ‘olmazsa tatbikat şeklinde, Türk devletlerinde daima mevcut olmuştur. İslâmî Türk devletlerinde bile din, aynı zamanda dünya işlerine hükmeden bir unsur olarak görünmemiş ve Türk hükümdarları, şeriat yanında, dünyevi kanunlar tedvin etmişlerdir (Sultan Melikşah’ın, Uzun Hasan’ın, Fatih’in, Kanunînin kanunları vb.). Türk milliyetçiliğinin bir din davası olmayacağını ortaya koyan bu durum Türk milliyetçisini şeriatçilikten uzak tutan içtimaî gerçeklerimizden biridir.
Şeriatçi olmayan Türk milliyetçisi yurdumuzda millî birliği temelinden sarsabilecek mahiyetteki Alevilik – Sünnilik gibi mezhep mücadelelerine de kesin surette karşıdır.
Belirtmek yerinde olur ki, bütün medeni dünyanın idarî rejimleri, müesseseleri ve kültür faaliyetleri ile millî topluluklar, millî devletler halinde bulunduğu ve milliyetçilik duygularının cihanın her tarafına yayıldığı çağımızda, bütün Müslüman milletleri din bayrağı altında birleştirmek gibi bir tasavvur Türk milliyetçisini cezbedecek bir düşünce olamaz. Milliyetçilikte milli hakimiyet ve milli irade bir zaruret iken, ümmetçiliğin bunları red ederek bir hanedanı ilahi iradenin temsilcisi göstermek fikrini taşıması arada bir uzlaşma imkanı bırakmamaktadır. Hem milliyetçi, hem de beynelmilelci olmak herhalde kabil değildir.
3- Türk milliyetçiliği sosyalist değildir:
Başka bir ifade ile, Türk milliyetçisi hürriyeti kısan, hukuku zedeleyen bir düşünceye hizmet edemez. Çünkü :
a) Sosyalizmin her çeşidinde ilk adım, mutlak eşitlik adına, insan hak ve hürriyetinin kayıt altına alınmasıdır. Sosyalistler (solcular) , nazari olarak, insan haklarını müdafaa ettiklerini ileri sürerlerse de, düşüncelerinin tatbikatta aldığı şekil, ezildiklerini iddia ettikleri insanlar dahil, herkesin haktan ve hürriyetten mahrumiyetidir. Medeni ülkelerdeki idare ve teşkilatın servet dağılımında eşitsizlik yarattığı ve insanlık adına, bu müvazenesizliği kaldırmak gerektiği görüşünden hareket eden sosyalistlerin hepsinin birleştiği nokta mülkiyet düşmanlığıdır ki, bu, alın teri ile elde edilen kazanca karşı açık bir saygısızlık ifade eder. İnsanın doğuştan beraberinde getirdiği ve herkeste farklı vasıflarda beliren akıl, zeka, çalışkanlık, maharet melekelerini dış müdahalelerle bütün insanlarda eşit kılma teşebbüsleri elbette hiç bir netice vermiyecektir. Sosyalist nazariyelerin “ilmi”si olduğu iddia edilen, fakat, aslında tamamen bir ideoloji olan Marksizm, Sovyet ihtilalinden bu yana, Rusya’da ve diğer sosyalist memleketlerde bunu ortaya koymuştur. İnsan vatanını, ailesini, evini, tarlasını, ticarethanesini vb. herşeyden evvel kendine ait olduğu için sever ve sevdiği için bunları geliştirmek, değerlendirmek, yüceltmek ister. Millet ölçüsündeki ilerlemede bu tabii temayülün büyük payı vardır. Halbuki sosyalizm bunların hiç birini insana bırakmaz. Hakikatte fertlerin dışında mevcut olmayan bir “toplum” hesabına “devletleştirme” veya “kamulaştırma” adiyle, hepsini bir diktatörler grubunun ellerine teslim eder. Kamulaştırmanın şahsi tasarruf altındaki istihlak maddelerine değil de, fertlere kar sağlayan üretim vasıtalarından ibaret hususi mülkiyete tatbik edileceği yolundaki görüşler de, yine aynı sebeplerden, kalkınmanın başlıca faktörü olan sermaye birikmesini engellemek suretiyle memleketi fakirleştireceği için, milliyetçiliğe aykırıdır. Bu itibarla, gerek komünist sosyalizmi, gerek kolektivist sosyalizm, hatta devlet sosyalizmi ve bu tasnife girmeyen her nevi sosyalizm düşüncesi ile milliyetçiliğin bağdaşmasına imkan yoktur. Hele “Mal canın yongasıdır” atasözü ile mülkiyetin kutsiyetini dile getiren ve başkasına ait mala sahip olmayı cürümlerin en bayağısı saydığı hırsızlık telakki eden Türk milletinin fikri sahada tek sözcüsü durumundaki Türk milliyetçisinin sosyalizme yönelmesi mümkün değildir.
b) Türk milliyetçisi sosyalist olmamakla beraber, sosyal adaletin şiddetle taraftarıdır. Zira bu iki mefhum arasında mutlaka iyi anlaşılması gereken büyük fark vardır. Sosyalizm, doğrudan doğruya insanın emeği mahsulü olan mülkiyete kast ettiği halde, sosyal adalet, devlet, kanunlar ve teşkilatlar yolu ile, iktisadi potansiyeli daima hak ve adalet çerçevesinde değerlendirerek her vatandaşı kendi emeği mahsulü mülkiyete sahip kılma gayesini güder. Bir memlekette çalışabilen, zinde insanların kabiliyet ve maharetleri sayesinde kazandıklarını zorla ellerinden almak ne kadar yıkıcı ve insanlık dışı ise, çalışma kudret ve imkanından mahrum bulunan kimseleri belirli bir hayat seviyesine yükseltme gayretleri o derecede yapıcı ve insani bir tutumdur. Sosyal adalet millet fertlerini faaliyet sahalarında birbirine yardımcı, fedakar hale getiren bir mekanizmadan başka bir şey değildir. Esasen sosyal adalet Türk tarihi – içtimai gereçlerine de uygundur. Eski devirlerdeki vakıf müesseselerimiz bunu gösterdiği gibi, tarihi Türk vesikalarından (Orhun kitabeleri, XI. asırda Türkçe yazılmış olan Kutadgu Bilig adlı eser) siyasi ve idari teşkilattan maksadın halk arasında “aç ve fakir” kimse bırakmamak; devlet başkanının vazifesinin de milleti “doyurmak ve giydirmek” olduğu belirtilmiştir. Böyle- ce Türk sosyal adalet anlayışının, dar ve kısır manası ile yalnız işçi zümrelerine inhisar etmeyip, bütün millet fertlerini kanadı altına aldığı görülmektedir. Demek ki, Türk milleti için milletdaşlar arasında fark gözetmeksizin sosyal adaletçi olmak Türk içtimai telakkilerinden doğan bir neticedir.
Pozitif Prensipler :
1 — Türkçe:
Türk milliyetçiliğinde milli dilin ehemmiyetini yukarıda belirtmiştik. Dört bin yıla varan zengin tarihimizin İslam dışı ve İslam safhalarında şekil ve muhteva kazanan Türk dilinin milli kültürümüzün başlıca temsilcisi olarak korunması ve çağdaş medeniyetin ilmini, fikrini, felsefesini ifadeye muktedir bir kıvama getirilmesi Türk milliyetçiliğinin ana gayelerinden biridir. Burada korunması ve geliştirilmesi istenen Türkçe tabiatiyle mazinin eski, tarihe mal olmuş Osmanlıcası olmadığı gibi, kavmilik devrinin kelimelerinden kurulu Türkçesi de değildir. Hele Türkçeden başka herşey olan uydurmaca hiç değildir. Çünkü, ne ölmüş kelimeleri diriltmek, ne kullanılmaz hale gelmiş ekleri canlandırmak, ne de hiç kimsenin anlamadığı sun’i bir dil meydana getirmek mümkündür. Korunması ve geliştirilmesi gerekli Türkçe, dilin kendi kanunları içinde, son yarım asırlık fikri yenileşmemizle paralel olarak sadeleşen, zenginleşen, her vatandaşın konuştuğu, okuyup yazdığı Türkçedir. Türk milliyetçisi binlerce yıllık kültürümüzün maddi – manevi değerlerini sinesinde saklayan millet dilini muhafaza ve müdafaada ilmin gösterdiği yoldan ayrılmayacak ve tabi- atiyle, Türkçeyi soysuzlaştırarak milli kültürü tahribe yönelen her teşebbüse karşı duracaktır.
2 – Din:
İnsanları kardeşlik halesi içinde kader birliğine sevk eden din Türk milletinin tarihinde İslamiyet olarak tecelli etmiştir. Bu itibarla Türk milliyetçisi İslamiyet’i daima muhterem tutmak mevkiindedir. Türk dilini zorlamalarla yıkmaya çalışan zihniyet dini de tahrip hedefi olarak almış, dindar insanı ve din temsilcilerini gülünç göstermeği adeta alışkanlık haline getirmiştir. Değişmez laiklik prensibi ışığında dinin tamamen bir vicdan meselesi bulunduğu şuurunda olarak Türk milliyetçisi, memleketimizdeki din aleyhtarlığı ile mücadeleyi büyük vazife sayar.
3 – Tarih Şuuru:
Milletin varlığını devam ettiren, fertler arasındaki, mukadderatta iştirak duygusu ortak tarih şuuru ile beslenir. Mazinin kederli ve sevinçli bin- bir hadisesi içinde beraberce yoğrulmuş olmak inancı, millet birliğini perçinleyen ve milletin topluca, ahenkli şekilde geleceğe yönelmesini sağlayan başlıca teminattır. Bu sebeple Türk milliyetçiliği milli tarih şuurunu prensiplerinden biri saymıştır. Türk milliyetçisi de insanlık mücadelesi ve kahramanlık destanları ile dolu Türk tarihinin zengin hatıralarını zihinlerde daima uyanık tutacak ve bu şuuru geliştirmeğe çalışacaktır.
4- Seciye ve Ahlak:
Türklerin tarihten gelen ve asli hüviyetini kaybetmeyen bir seciyesi ve bu seciyenin fiili hayattaki belirtilerinden ibaret bir ahlaki davranışı vardır ki, Türk milletini başka topluluklardan ayıran bir karakter çizgisi olmuştur. “Küçüğü sevmek, büyüğü saymak” diye formüle edilebilecek olan Türk seciye ve ahlakı eski devirlerde Türk alpleri, İslami çağda Türk gazileri tarafından temsil edilmiştir. Beşeri duygularla donanmış Türk cengaverliği, hakseverlik ve hürriyetperverliğe dayanan Türk kahramanlığı bu ahlak ve seciyenin mahsulüdür. Sevgi ve saygıdan kaynak alan Türk ahlakının baba ocağına bağlılık, aile namusu üzerinde hassasiyet, kadına hürmet, vekar ve çalışkanlık gibi vasıflarını daha da yükseltmek ve sağlamlaştırmak Türk milliyetçisinin ehemmiyetle dikkate alacağı hususlar olacaktır. Burada, dile ve dine taarruz edenlerin Türk ahlakına saldırmaktan geri durmadıkları hatırlanırsa, milli ahlak ve seciye mefhumunun ifade ettiği mana daha iyi anlaşılır.
5- Ferdi Hukuk:
Türklerin, insana saygı hisleri dolayısiyle, herkes için temel haklar tanıması kadar normal bir şey olamaz. Türk milliyetçisi, hukuk bakımından fertleri mümkün olduğu kadar techiz etmeği esas kabul etmiştir. Bu, aynı zamanda, insanlara tam bir hürriyet bahşetmek demektir. Türk milliyetçisi millet fertlerinin temel haklardan asla mahrum bırakılmamasını ve hürriyetin huzur verici havasından her vatandaşın faydalanmasını tabii sayar ve bu iki mefhumun mutlaka ve her zaman yürürlükte tutulmasını sağlamak için gayret sarfeder. Bundan dolayı sosyalizm başta olmak üzere, hak ve hürriyeti tahdit eden her fikir ve aksiyona karşıdır.
6- Şahsiyet:
Türk milliyetçiliğinin mühim unsurlarından biri de şahsiyettir. Bu insanı haysiyetli yapan amillerin birincisidir. Tanınmış yazar A. Carrel, medeniyetin en büyük gayesinin şahsiyetli insan yetiştirmek olduğunu söylemiştir. Ancak şahsiyeti inatçılık ile karıştırmamak lazımdır. İnat, lüzumsuz ve haksız yere direnme olduğundan makbul değildir. Şahsiyet ise, iyiyi, güzeli ve doğruyu gönülden gelen bir iştiyakla ifade ve müdafaa etmektir. Bu, hürmet uyandıran bir ruh halidir.
İki türlü şahsiyet vardır. Biri ferdi şahsiyettir ki, ata ocağında kazanılır ve aile ahlakı istikametinde gelişir. Diğer, kaynağını milli kültürden alan milli şahsiyettir. Türk milliyetçiliğinde şahsiyet denildiği zaman, Türk eğitim ve öğretim müesseseleri ve milli terbiye vasıtaları ile elde edilen milli kültürün ferdi şahsiyeti tamamlayarak, Türk – insanı diğer milletlerin mensuplarından ayrı, seçkin ve üstün duruma yükselten milli şahsiyet anlaşılır. Türk milliyetçisi, mesleki ve ailevi faaliyetleri Türklük mihrakında toplanan milli şahsiyetin kaynağını teşkil eden Türk kültürünün unsurlarını millet fertlerinin hepsini ihata edecek şekilde geliştirip yaymağa çalışacak ve bunu titizlikle takip edecektir.
7 – İktisat:
İktisadi kalkınmanın bugün başta gelen milli davamız olduğu şüphe götürmez. Ancak Türk milliyetçisi memleketimizin sosyalist veya liberalist metotlarla kalkınabileceğine kani değildir. Çünkü, bazı yabancı ülkelerin milli iktisatlarından başka bir şey olmayan sosyalist veya liberalist “sistem”ler Türkiye gerçekleri ile uzlaşacak bir durum arz etmemektedir. Esasen şimdiye kadar milletlerarası değerde bir iktisat usulü mevcut olmamıştır. Her ülkenin iktisadiyatı ancak kendi tabii ve beşeri imkanlarına göre düzenlenebileceği için Türk milliyetçisi, memleketimizin, coğrafyası, iklimi, bitki örtüsü, madenleri, suları, toprağı ve nüfusu şartlarına uygun bir iktisadi tatbikatla hamle yapabileceğine inanır ki, bu, Türkiye’nin milli iktisadıdır. Marksizmin uydurma “sınıf” iddiasını reddeden ve milleti, hakiki hüviyetiyle, türlü iş ve meslek sahibi hür vatandaşlar birliği kabul eden Türk milliyetçisine göre, Türk milli iktisadiyatı, kendi yeraltı ve yerüstü servetlerimiz ve insan unsurunun değerlendirilmesinde, karma ekonomiye dayanan bir planın yürütülmesi, işçi – işveren münasebetlerinin de insani ve milli açıdan tanzimi ile hamle yapabilecektir. Türk milliyetçiliğinde iktisadi kalkınmanın hedefi memleketi refaha kavuşturmak, gayesi ise büyük milletimizi saadete ulaştırmaktır.
8 – Demokrasi:
Nihayet Türk milliyetçisinin siyasi sahada bağlı bulunduğu rejim demokrasidir. Türk milliyetçiliğinde demokrasi o kadar tabii bir neticedir ki, dile, dine, ahlaka, hak ve hürriyete, şahsiyete en üstün içtimai değerler gözü ile bakan bir fikir manzumesinde siyasi görüş başka türlü tecelli edemezdi. Çünkü demokrasi, saydığımız tarihi ve sosyal imkanların en iyi şekilde muhafaza ve temsil edildiği yegane idare tarzıdır. Bu itibarla Türk milliyetçisi anayasası, kanunları, parlamentosu, seçim sistemi ve diğer müesseseleri ile daima demokrasinin müdafii olacaktır.
İşte Türk milliyetçiliği budur.
Bu mahiyeti ile milliyetçiliğimizin hiç bir zaman saldırgan olmasına imkan yoktur. Bir taraftan bil tün içtimai değerleri sinesinde toplamakla milli olduğu kadar beşeri bakımdan koruyucu ve geliştirici karakterle beliren Türk milliyetçiliği, diğer taraftan insanlar arasında kin ve düşmanlığı tahrik edici taassup amillerine yer vermemekle bütün tehlikeleri önlenmiş durumdadır. Devrimizde taassup ırkçılık, dincilik ve sosyalizm telakkilerinden gelmektedir. Gördüğümüz gibi, bunların her üçü de Türk milliyetçiliğinin sınırları dışındadır. Bu suretle tam çağdaş bir hüviyetle ortaya çıkan milliyetçiliğimiz için Türk’ü medeniyet şahikalarına ulaştıracak her türlü yükseliş imkanları mevcuttur.
IV.
Görülüyor ki, milliyetçilik, basit bir duygu ve yalnız geleneklere bağlılık meselesi değil, doğrudan doğruya içtimai gerçeklerden kaynak alan ve sosyal hayatın bütün cephelerindeki belirtileri kesin çizgilerle tesbit edilmiş bir fikir sistemidir. Buna göre hem ilmidir, hem de, insan topluluklarının mütemadi gelişme hassasına uygun olarak, dinamik bir karaktere sahiptir. Türk milliyetçilik prensipleri de Türk milli gerçeklerinin ortaya koyduğu içtimai dinamizmin ilmi neticelerinden başka bir şey değildir. Bundan dolayı Türk milliyetçiliği Türk milleti var oldukça yaşayacak ve büyük milletimizin medeni hamlelerinde biricik itici kuvvet olacaktır.
Ancak, fikir sistemlerinde prensiplerden fedakarlık caiz olmadığından, Türk milliyetçisi, Türk milliyetçiliği prensiplerine tamamen uymak ve hayatını ona göre tanzim etmek mevkiindedir. Bu prensipler, aynı zamanda, kendini milliyetçi sanan birtakım gafillerle, bütün düşünce ve davranışları milliyetçilik dışı olduğu halde milliyetçi görünmeğe yeltenen sahtekarları teşhis bakımından şüphesiz büyük faydalar sağlayacaktır.