Aşk-ı Türkistan – Dr. Arif Akbaş

Pir-i Ahmet Yesevi Ocağı ateşine, pervanelerin ışığa yönelmesi gibi gönlünü Türkistan sevdasına kaptıran bir Turan aşığı öğrencinin kaleminden Türk Dünyasına ait gözlem ve düşünceleri… Arif Akbaş’ın yazdıklarını okuyunca geleceğimizin de emin ellerde olduğuna kanaat getiriyoruz. Okuyun bana hak vereceksiniz.
Cemal ŞAFAK                

Aşk-ı Türkistan

Dr. Arif Akbaş
Sivas Cumhuriyet Üniversitesi

Her insanın hayatındaki yolculuğu kendisine özgüdür. Hani Tanpınar; ‘ben masalı olan bir adamdım’ der ya, kendi adıma benim hayatımda bir dönüm noktası sayılabilecek yegâne hikâyem 2000-2005 arasında Türkistan’da “Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi”nde okuduğum dönemde başladı diyebilirim. Türkistan’a geldiğim ilk günlerde bu şehrin ve Türk Dünyası’nın manevi önderi Pir-i Ahmet Yesevi ocağı ateşinin pervanelerin ışığa yönelmesi gibi gönlümü kendisine çektiğini hissetmiştim. Burada geçen günlerime dair bazı anılarımı kısaca yazmak istedim.

2000 yılının Eylül ayında Almatı üzerinden eski İpek Yolu’nu takip ederek Yesi’ye gelmiştim. Gece yolculuk yaptığım için şehri tam görememiştim. Bize mihmandarlık eden Ufuk Tuzman Hocam, masmavi yıldızlarla kaplı bir Türkistan akşamında bizi Üniversite’nin yurduna yerleştirmişti. O’nu defalarca sorduğumuz meraklı sorularla biraz bunalttık diye hatırlıyorum. Yurdu biraz gezince buranın bir Türk Dünyası laboratuvarı olduğunu hemen fark ettim. Kazak, Kırgız, Azeri, Uygur, Tatar, Başkurt, Çuvaş, Türkmen, Kıbrıs, Altay, Hakas, Tuva, Sibir, Yakut vb. hemen hemen her boydan Türk ile birlikte yaşayacaktım. Şüphesiz bu benim için muazzam/ benzersiz bir deneyim olacaktı.

Sabah uyandığımda civarda gördüğüm kerpiç evler ve tozlu yollar tipik bir Anadolu şehrini andırıyordu. Bu kerpiç yapılar arasında üniversite kampüsü, yurtlar (Jatakhana) ve kültür merkezi (Medeniyet Ortalığı) modern mimarisiyle hemen ayırt ediliyordu. Kampüs kendisini çevreleyen Botanik Parkı ve gül bahçeleri ile çölün içinde ayrı bir vahayı andırıyordu. Şehrin ortasında yine bir gülizardan geçilerek girilen Hazretin Kesenesi (Anıt Mezarı) öylece duruyordu. Türbe’nin bahçesinden yayılan gül rayihalarının sanki bin yıllık bir özlemi taşıyan kokusu vardı. Derler ki Pir-i Türkistan yaşı erince 63’e [Efendimiz’ in ahirete intikali] toprağın altında yaşamaya başlamıştı. Ve Arslan Bab’tan gelen emanet toprağa girdiğinde ömrüne bir ömür katarak yeşermişti/ dirilmişti.

Kazakça deyişiyle Üniversite’de bizi ilk karşılayan “muallim” Hazırlık Fakültesi Dekanı Cemal Şafak Hocam olmuştu. Cemal Hoca, Hazırlık sınıfında-Padkurs’ta- [Rusça ve Kazakça öğrenim süreci] bizimle ve Türk dünyasından gelen diğer öğrencilerle adeta bir babanın kendi çocuklarına gösterdiği özenle ilgileniyordu. İlerleyen günlerde hava değişimi nedeniyle hasta olmuş ve bir ara derslere gidememiştim. Cemal Hocam Yurda gelip sağlık sorunlarımız ile dahi yakinen ilgilenmişti. Hocamızı her gördüğümde O’nun Yesevi’nin Alperen ruhunu taşıyan bir Türk Dünyası aşığı olduğunu hissediyordum. Türkistan’ı o yıllarda bir de tekrar o günlere dönerek O’nun sözlerinden dinlemek vardı. Cemal Hocam için Türkistan asla bitmeyen bir sevda gibiydi. Bir aşktı bir şehir adından çok tüm Türklerin dilde, fikirde, işte birleştiği yurdun adı yani Turan’dı. Mağcan Cumabayulı’nın deyişiyle Türk’e Tanrı’nın verdiği nasibiydi.

Türkistan’da Hazırlık sınıfındayken Medine ve Karlıgaş Apaylardan Kazak Türkçesi ve Rusça öğrenmiştim. Her iki Hocam’da bu dillerdeki yetkinliğimizin artması için canla başla gayret göstermişlerdi. Okul dışında o yıllar da Türkistan pazarında gezmeyi çok severdim. Pazara her uğradığımda kımız yahut kımran içmeden, şaşlık veya Özbek pilavı yemeden gelmezdim. Bazen okulun karşısındaki Ahıska ya da Uygur Türkleri’nin aşhanesine de uğrar farklı damak tatlarını da denerdim. Çimkent ya da Kentav’a gittiğimde Sovyet dönemi eski eşyaların satıldığı Rus pazarını gezip piyalede sunulan çayın yanında greçka, samsa vb. atıştırmalık bir şeyler yemeden dönmezdim. Kazakların beş parmak, baursak, lagman yemeklerinin de tadı damağımda kalmıştı. Türkistan’daki kitapçılardan o günleri yansıtan Kazakça kitaplar ile haftalık gazeteleri de takip etmeyi severdim.

Türkistan’da Nevruz Bayramı da bir başka güzel olurdu. Bu bayram aslında Türklerin demir dağ diye bilinen Ergenekon’u eritip çıkmalarını ve baharla birlikte dünyanın yeniden uyanışını muştular. Nevruz Türkistan’da iki üç gün şenliklerle kutlanırdı. Geleneksel şekilde tüm köylerde ve şehirlerde Kazaklar bu bayramı ilkin fidanlar ve çiçekler dikerek karşılardı. Halk bozkırda geniş bir çayırda toplanırdı. Burada Kiyiz Üy denilen keçe çadırlar kurulurdu. Tanıdık tanımadık herkese bu çadırlarda geleneksel kazak yemekleri içecekleri dışında Navruz Koje sunulurdu. At ve Deve yarışları yapılır birinci gelen yiğitlere hediyeler verilirdi. Bu bayramı Kazaklarla kutladığımda hayalimde adeta atalarımın eski günlerini yaşıyormuşçasına geçmişe dönerdim. Özbekler Nevruz’da bize nişala şekeri dağıtırdı. Kazaklar ise ateşin başında dombıradan yayılan nağmeler.

Bir keresinde okula Rektör Murat Jirinov ile birlikte Başkan Nursultan Nazarbayev de gelmişti. Nazarbayev’in konuşmasında Türkiye’den gelen öğrencilere “siz artık bizim de çocuklarımızsınız” dediğini bugün gibi hatırlıyorum. Okula Muhsin Yazıcıoğlu, Cengiz Aytmatov, Muhtar Şahanov, Rahmankul Berdibay, Uygur Tazebay, vb. gibi Türk Dünyası’na gönül vermiş insanlar sıklıkla gelirdi. Üniversitemizin ilk mütevelli heyet başkanı Namık Kemal Zeybek, vaktinin çoğunu bizlerle birlikte Türkistan’da geçirir ve bilgilendirici eğitici konferanslar verirdi. Yine bizim dönemimizde Türkistan’daki öğrencilerle ilgilenenlerden birisi de Feyzullah Budak idi.

Türkistan’da 2000 ile 2005 yıllarında geçirdiğim günlerimde henüz kapitalist dünyanın kirletemediği bir naiflik ve güzellik vardı. Ve hayatı siyah-beyaz bir fotoğraf karesindeki nostaljide yaşayabiliyordunuz. Ahmet Yesevi Üniversitesi ilk defa Türk gençlerine samimi ve gerçek dostluklarla kaynaşabilecekleri bir ortam vermişti. Türk Dünyasının farklı coğrafyalarından gelip Yesevi Üniversitesi’nde okuyan balalar/ çocuklar arasında oluşan bağ aynı gövdede birleşen bir ağacın dalları gibiydi. Buradayken Türkistan’ın Rusların adlandırmasıyla sadece Yesi’den ibaret bir yer olmadığını çok iyi anlamıştık. Bir insanın kendi milletini sevmesi fıtratındandır. İleride bir gün Türk Dünyası’nı birleştirecek olan yegâne unsur yine bu sevgi ve aşktır. Bu aşkın çerağını Ahmet Yesevi Babamız sade ve yalın bir Türkçeyle söylediği Hikmetleriyle yakmıştı. Aşk-ı Türkistan biraz da kendi canımızı kanımızı kardeşimiz gibi sevmemizle ilintilidir. Şimdi geriye bakıp düşündüğümde Yesevi’nin öğretilerinin Türk Dünyası’na bu ruhu verebilecek harç olduğunu daha iyi anlıyorum. O yıllarda yazmış olduğum bir şiirin dizeleriyle bu yazıyı noktalamak istiyorum.

Yine Türkistan’a mavilikler yağıyor,

Senin o güzel ellerinden solgun yüzüme

Dökülen aşk için kifayetsiz bir gözyaşıyla,

Ve Seyhun ile Ceyhun Aral’a vardığında

Birlikte kollarından tutup sarılmış Turan’a,

Sözler yetmez artık seni anlatmaya…

Yazar
Cemal ŞAFAK

Cemal ŞAFAK 1952 yılında Ardahan ili, Çıldır ilçesi, Aşık Şenlik köyünde dünyaya geldi. İlkokul, ortaokul ve lise öğrenimini Kars’ta tamamladı. Erzurum Kazım Karabekir Eğitim Enstitüsünden mezun oldu. Eskişehir Anadolu Ünive... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen