“Korkma!
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz,
Bu yol ki, Hak yoludur; dönme bilmeyiz, yürürüz!” diye haykıran ve dünyaya milliyet’in ne idüğünü öğreten adamdır.
“Gelmişiz dünyaya, milliyet nedir, öğretmişiz!” diyen, “Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak/ Alçak bir ölüm varsa, eminim budur ancak!” mısralarıyla yeis girdabında ümit aşılayan sesin sahibi elbette milletin büyük sanatkârı olarak tebellür edecek ve elbette şanlı İstiklal Marşı’mızı yazacaktı.
*****
Lütfi ŞEHSUVAROĞLU
Cumhurbaşkanı Erdoğan, lutfettiler, Nardugan Bayramımızda sanatçının da, muhalefetin de nasıl olması gerektiğine karar verdiler.
Şükürler olsun, artık bütün dünyada ayakta alkışlanan büyük sanatçılarımız olacak.
Şükürler olsun, muhalefet hizaya getirilecek ve doğuda ya da batıda bütün demokrasi ile idare edildiğini sanan diğer ülkeler, ‘yengi’ Türk demokrasi modelini tatbik için kuyruğa girecekler.
Hamdolsun, iklim değişikliği sorununu hallettik, ineklerin fazla geviş getirmemesi için rasyonu azılttık; hamdolsun, barajlarımıza lazım gelen suyu doldurmak için yağmur duasına çıktık; hamdolsun, İngiltere ile yüzyılın ticaret antlaşmasını imzaladık.
Sanatçıların nasıl olması, nelere imza atması, eserini vücuda getirirken Recep İvedik gibi hangi sancıları çekmesi gerektiğini artık biliyoruz.
Yavuz Bingöl’e Mehmet Âkif’i oynatacağız.
2021 yılı İstiklal Marşı Yılı olacakmış.
Muhtemel film de o yıl vizyona girecek.
Âkif’in ruhunu muazzep kılmak için bundan daha acımasız bir proje olamazdı.
Bir İstiklal Marşı Yazılması meselesi o şanlı Birinci Meclis’in gündemine geldiğinde onu yazabilecek şairin Âkif olduğuna hükmeden faziletli bir adam vardı.
Hamdullah Suphi Tanrıöver.
Sanatçı kimliğinin ne idüğünü o vakitler bilen adamlar vardı. Nasıl ki; Çanakkale ve Sarıkamış gibi iki büyük savaşta can vermeyi bilenler, her ikisinden müdafaa ve taarruzun artık nasıl olması gerektiğine karar veren devlet adamlığıyla o büyük tecrübeyi “hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır; o satıh, bütün vatandır!” düsturunda Sakarya ve Büyük Taarruz ile bir kurtuluş zaferine kanatlandırmışlarsa, İstiklâl Marşı’nı yazabilecek cehdi de tayinde zorlanmadılar.
Onu ancak ve yalnız Mehmet Âkif Ersoy yazabilirdi.
Çünkü o daha Çanakkale Savaşı demlerinde Berlin Hatıraları’nda:
“Korkma!
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz,
Bu yol ki, Hak yoludur; dönme bilmeyiz, yürürüz!” diye haykıran ve dünyaya milliyet’in ne idüğünü öğreten adamdır.
“Gelmişiz dünyaya, milliyet nedir, öğretmişiz!” diyen, “Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak/ Alçak bir ölüm varsa, eminim budur ancak!” mısralarıyla yeis girdabında ümit aşılayan sesin sahibi elbette milletin büyük sanatkârı olarak tebellür edecek ve elbette şanlı İstiklal Marşı’mızı yazacaktı.
Sanat, hele hele yüksek san’at; torpille, kayırmacılıkla, saraya davetlerle gelişecek bir meslek değildir.
Sanatçının sesi Namık Kemal’deki ‘hürriyet’ ile ‘vatan’ı bir tutan o iç sestir. Dimağdır, basirettir; samimiyet, mesuliyet, fedakârlık, sadakat, merhamet, hürmet, hikmet, irfan, cesaret, bilgelik, kanaatkârlık, ehliyet, adalet ve aşk’ın terkibidir.
Elbette bu millet, her dönem sanatçı yetiştirmiştir, yetiştirir; ancak önemli olan, o sanatın farkına varabilecek iz’an, ahlâk, duygu, bilgi, bediî zevk ve tahlile sahip olabilen erk sahibi insanların varlığıdır.
Hamdullah Suphi işte böyle bir insandı. Maarif Vekili, Meclis Başkanı, cemiyet başkanı öyle olmalıdır. Türk Ocakları’nın Başkanı Hamdullah Suphi’ler olmasaydı belki de Âkif İstiklâl Marşı’mızı yazmayacaktı. Bunun milletimiz ve devletimiz için ne büyük bir noksanlık olabileceğini düşünebiliyor musunuz?
Yavuz Bingöl, Âkif’i en son oynayabilecek bir isim bile değildir.
Elbette Âkif’i sahneleyebilecek evlatları vardır bu ülkenin.
Saray, muhalefeti tayin edebilir, hoş onların da bundan zevk aldıklarına kuşku yok; çok mühim değil!
Ama Âkif’imize dokunamazsınız!
Eliniz yanar!
Şimdiden neye benzetilebileceğini tahmin edebiliyoruz. Abdulhamit tenkitlerinden nedamet duymuş bir Âkif sahnelenecek muhtemelen.
Sonra da İstiklâl Marşı’nı yazmış şaire bu devletin ne kadar büyük vefasızlık örneği gösterdiği, sürgüne gönderildiği, cenazesinin yasaklandığı filan…
Âkif, yurda döndüğünde onunla röportaj yapabilmek için genç yazarlar hasta yatağında kapısını aşındırdılar. Sağken de öldükten sonra da onlarca yazı yayınlandı hakkında. Nazım’ın, Atsız’ın; muarızı veya taraftarı onlarca yazarın nasıl saygıyla ondan bahsettiklerini sanırım herkes bilir. Bir tek Şükufe Nihal’in itirazı haddini aşmıştır.
Ancak yıllar sonra en acısı; İslamcı geçinenlerin Âkif’e bühtanlarıdır. Kafasına fes takıp da Osmanlı’yı dirilteceğini sananların ona ağza alınmadık küfürleri, bütün pozitivistlerin tenkitlerinden daha alçakçadır.
Hele onu Sırat-ı Müstakim’de, sığır vebası için yağmur duası benzeri bir dua yerine aşıyı öğütlemesi karşısında ‘seküler’ diye damgalayanlar, sıkılmadan anma toplantısına katılmıyorlar mı; bu şüphesiz onun ruhunu daha çok incitiyor.
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!”
Sanatçıya zincir vurmaya kalkanlar, aslında o zincirleri hem ruhlarına, vicdanlarına, hem de istikballerine vuruyorlar. Çünkü hakikat, ilânihaye gecede tutulamaz!
——————————————
Kaynak:
https://www.karar.com/yazarlar/lutfu-sahsuvaroglu/sanatci-1588139