Kemal CAN
Türkiye’deki kentsel yoksulluğun siyasal ve kültürel formasyonuna ilişkin elinizdeki araştırmanın, inceleme alanlarından birisi de, yoksulluğun varoluş koşulları ile, milliyetçiliğin söylemsel yapının kesişme noktalarıydı. Yoksulluk anlatıları, milliyetçilikle hangi noktalarda buluşmakta, milliyetçilik hangi noktalarda yoksulları kendisine çağırmaktadır? Bir başka deyişle, milliyetçilik gibi genel bir ideolojik oluşum, “yoksulluk” gibi özel ve milliyetçiliğin toplumsal argümanlarıyla bir araya getirilmesi zor olguyla hangi alanlarda ilişki kurmaktadır?
Elbette, dar bir görüşme dizisinden çok büyük genellemeler üretmek kuramsal ve yöntemsel olarak yanıltıcı olacaktır ama mevcut anlatılar elealındığında, yoksullukla milliyetçiliğin “yukarıdan temsillerle” doğrudan bir ilişkisinin ortaya çıktığını söylemenin de son derece güç olduğu açık. Açıkçası, bu çok sürprizli bir sonuç değil, zira başlangıç noktasında da yaklaşık olarak böyle sonuçların ortaya çıkabileceği üzerine öngörüler ortaya konmuştu. Ancak, çalışma sonucunda ortaya çıkan tabloda olduğu kadar keskin bir “ilişkisizliğin” varlığının öngörülemediğini de teslim etmekgerekmişti.
Araştırma sonuçları, özgün bir yoksulluk anlatısı, bir yoksul dili veya en azından bunun kurulma pratiklerinin izlerini yakalamıyor. Daha doğrusu,bu araştırma sınırlarında böyle belirgin bir ize rastlanmıyor. Yoksulluğun taşıyıcı öznesinin kendi yaşam pratiğinden özgün bir kavrayış, özel bir dil ve yetkin bir kavramlaştırma üretme gibi bir mecburiyeti olmadığı gibi, karmaşık sosyal süreçlerin kısa bir tarihsel aralıkta ve yüksek bir ivmeyle yaşandığı ve genellikle kendi özgül dinamiklerinden epey uzaklara savrulduğu Türkiye gibi bir ülkede böyle bir sonucu almaya kalkmanın fazla iyimser bir yaklaşım olacağı da açık.
Milliyetçi kadrolarca sıkça başvurulan ve Orhan Türkdoğan’ın (1996) da iddia ettiği türden “gurur”la popülerleştirilen bir saklanma ihtiyacınınyoksulluk algısını zayıflatan bir sonuç doğurduğunu veya yoksulluk durumu ile bu şartlara verilen tepki ilişkisinin, nesnel şartların “aşılmasını” kolaylaştırıcı bir moral sığınak ürettiğini öne sürmenin de sağlam bir zemini olmadığını işaret etmek gerek.
Milliyetçilik – Yoksulluk İlişkisi
“Yoksul”u “ayrıca” görme-gösterme
Yoksulluğun ilişkili olduğu -hatta sıkı bir ilişki içinde olduğu- siyasi temsil formlarından biri milliyetçilik olarak bilinir. Bu çerçevede, Türkiye’de milliyetçi söylemin yoksulluğa dair söylemi, belki tahayyülü, yoksulları dinleme biçimi ve yoksulların milliyetçi söylem ile ilişkilenme alanları meselesine girmeden önce, milliyetçiliğin evrensel reflekslerinin ürettiği yoksulluk algısından kısaca bahsetmek gerek.
Milliyetçilik, insanları doğuştan gelen “kan” (veya kültür) bağı dolayımıyla bir kimlik olarak tanımlar. insanlar, topluluklar, (milletler) doğuştansahip oldukları bu “birincil” (doğuştan kazanılmış) kimlik özellikleri ile ayrımlaştırılır. Bunun doğal uzantısı olarak, milletler birbirlerine “yaradılıştan” yabancı varlık topluluklarıdır. İster etnik (ırksal), ister -daha yumuşak milliyetçi yorumlardaki gibi- “kültürel” olsun; milliyetçilik, özü itibariyle yurttaş topluluklarını “aidiyet” ekseni üzerinden homojenleştirir/homojenleştirmek ister. Milliyetçilik, bu yapısıyla, sınıfsal kategorilerin,yoksulların, işçilerin ve onların çıkar örgütlenmelerinin politik reflekslerine zıt bir ideolojidir.
Milliyetçilik, sınıfsal çıkar örgütlenmelerinin önüne “milli çıkar” ile dikilir. Milleti/ulusu bir aile gibi, “kan bağı” veya “kültür bağı” ile bağlı “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kütle” -en azından çıkar birliği içindeki kütle- olarak sunan milliyetçilik, bir ülkedeki sınıfsal-toplumsal çelişkileri, çatışan talepleri “aile içindeki meseleler” olarak görmeye yatkındır. Hatta bu algı, zaman zaman “tembelliği/beceriksizliği” dolayısıyla yoksul kalmış insanlara “milli esenliğe” ayak bağı olma suçunu da yükler. Diğer yandan milliyetçilik, ulusun kendi içindeki toplumsal gerilimleri, “baba”nın -yani devletin- otoritesi ve çoğunlukla “daha sıkı” bir otorite altında çözmek gerektiğini iddia eder, etmekle kalmayıp insanları da böyle düşünmeye zorlar.
“Yoksulluk”, milliyetçiliğin politik olarak taraf olacağı (sevilecek) bir durum değildir ama “yoksulluk durumu”, “milli taleplerin” arkasınıdoldurmak için sıkça başvurulan politik bir argüman olarak son derece kullanışlıdır. Ayrıca, milliyetçilik, yalnızlık ve çaresizlik hissini yumuşatankurgusal bir kalabalık üretme imkanını da sunar. Milliyetçilik, “yoksulluk”la ilgili söylemini “milli çıkar” ve “milli esenlik” kavramları çerçevesinde ve demagojik/ popülist bir “sosyal adalet” fikri etrafında örer. Gerek yoksulluk durumu ve yoksulluğun nedenleri, gerekse “yoksulluktan kurtulma”stratejileri açısından, bu temel algılamanın gereği olan söylem zeminini oluşturmak ve konjonktüre bağlı olarak geniş kesimler üzerinde etkili olmak, milliyetçiliğin en becerikli yönüdür. Bu nedenle milliyetçiliğin, alt sınıfların -çoğunlukla yoksulluk veya yoksulluk tehdidi ile beslenen- kör öfkesini seferber edebilme yeteneği çok yüksektir.
Milliyetçi söylemde, “yoksulluğun ana sebebi” yabancı ve yozlaşmış unsurların -çoğu zaman buna ahlaki zaafiyet eşlik eder- “milli çıkar”a uygun olmayan iktisadi faaliyetleri ya da “içerdeki ve dışarıdaki düşmanların” sebep olduğu geçici bir durumdur. Bu, kimi 1930’lar Almanya’sında olduğu gibi azınlıklar, kimi zaman da bugünün Almanya’sında olduğu gibi “yabancı işçiler”i hedef gösteren bir “düşman” tespitiyle sertleşir. Daha ileri örneklerde, devlet bürokrasisinin ya da siyasi elitlerin soyları sopları da tartışma konusu haline getirilir.
Geri kalmışlık ve dış düşman paranoyası
Milliyetçiliğin “yoksulluk”, özellikle de bireysel yoksulluk değil memleketin geri kalmışlığı ile kurduğu ilişkide de toplumsal açıklamada kullanılan temalar yürürlüktedir. Üstelik, bu sadece sağ milliyetçi söylemin eseri de değildir: [1] Sol milliyetçi kuramlarda, emperyalizm ile “dış düşman” algısının çoğu zaman birbirine karıştığı açıkça görülür. Sağ milliyetçi ve faşizan milliyetçi akımlar ise, “tarihsel dış düşman”, “milletin kötülüğünü isteyen yabancı devlet/millet” temalarını daha net ve açık biçimde ifadelendirir. Bu algılama biçimi, ‘”millette kendiliğinden var olan üstün vasıflardan korkan düşmanlar” argümanının altında aslında son derece kompleksli bir paranoyayı taze tutar, hatta besler. Bu refleks, beka davasıyla, giderek “hak edilen” etkinliği kazanma arasındaki bantta kimi zaman reaksiyoner, kimi zaman aksiyoner tepki potansiyelini yedekte tutar. Sağ milliyetçi akımlarda çoğu zaman -her zaman değil. Çünkü, bazen, özellikle faşizan terkiplerinde ihtilalci bir yenileşmeyi önerebilir- bu haleti ruhiye “eski parlak günlerin ihyası” hülyasıyla desteklenir. Türk milliyetçiliğinde, “lslami” geri plan desteğindeki söylemde bu içerik fazlasıyla mevcuttur.
Milliyetçilik, asıl olarak “yoksullukla” baş etmenin, yenmenin, yok etmenin ideolojisi olmadığı gibi, bu iddiayı üzerinde taşımaya da yatkın değildir. “Yoksulluğun” ortadan kalkması ırkın/milletin “genel esenliği ve yücelmesinin” sadece dolaylı bir sonucudur. Bu yüzden, bir milletin/ırkın ister negatif anlamda, ister pozitif anlamda olsun “hak ettiği yerde olmadığını” söylemek ve “yüceltilmesini” istemek, “yoksulluk ve yoksunlukla” gerekçelendirilmesi/kanıtlanması kolay ve sık başvurulan bir iddiadır. Bu nedenle, milliyetçiler asıl büyük ve taşıyıcı kitle tabanını alt sınıflardan, orta sınıfın sınıf düşme tehdidi altındaki alt-orta kesimlerinden alır. Fakat milliyetçilik, “yoksulluk” durumunun bizzat kendisiyle ve onun örgütlenmesiyle ilişki kurmaz, hatta çoğu zaman bunun karşısında durur. Bu yüzden sadece yoksulluk durumundan kaynaklı bir politik iddiayı tehlikeli, “milli bütünlüğü” zedeleyici bulur. Ve bu tür siyasi taleplere ancak, “milli çıkar”ın ön kabulüyle meşruiyet tanır.
Türkiye örneği: Yoksulluğun sahibi yok
Türkiye’de reel politik atmosferde hakim olan temel siyasi/ideolojik akımların ve organizasyonların yoksullukla kurdukları ilişki, yine Türkiye’desiyasetin örgütlenmesinin özellikleri nedeniyle tam/yarı organik bir ilişki değildir. Hiçbir siyasi parti, doğrudan “yoksulluğu” temsil ettiği iddiasında bulunmamaktadır. (En azından, bu temsilin gerektirdiği “söylem” ve örgütlenme yaklaşımını hiçbirinde görmek mümkün değil). Solda, batılı sosyal demokrat partilerin ortaya çıkışındaki sendika tabanlı örgütlenme süreci işlemediği için bu organik ilişki zemini ortaya çıkmamıştır. [2] Sağda da, ideolojik örgü asıl olarak moral değerler üzerinden ifadelendirildiği için bu kanadın sınıfsal karakteri son derece muğlaktır. Özet olarak Türkiye’de sol da, sağ da “asıl” olarak “kültürel” refleksler açısından saf tutmaktadır.[3] Bu nedenle, “yoksulluk” bütün ideolojik-siyasi akım ve örgütlerde sık kullanılan bir tema olmakla birlikte, hiçbir zaman başat politik referans değildir. Milliyetçi siyasi parti ve akımlar, bu durumla fazlasıyla maluldür.
Türk milliyetçiliğinin “yoksullukla” kurduğu siyasi ve toplumsal ilişkinin vasıfları, biraz da onun kuruluş dinamiklerinden beslenir. Türk milliyetçiliği batıdaki örneklerle karşılaştırıldığında “geç bir milliyetçilik” olduğu için, reaksiyoner ve savunmacı yönü çok daha baskındır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş harcının önemli bir unsuru olan milliyetçilik, kuruluşla birlikte oluşturulan “milli kimlik”e en güçlü referansı veren dinamiktir ve bu yüzden de, milliyetçilik ana gövdesiyle ve ideolojik geri planıyla “devlet”le organik bir bağ tesis etmiştir. Türk milliyetçiliğinin “savunmacı” özü, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi “beka” davası ile tam bir uyum içindedir. Bu nedenle, milliyetçilik bir tür “devlet ideolojisi” ve bir tür toplumsal bilinçaltı olarak yerleşikleştirilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, “beka” meselesinin gündeme geldiği “kriz” dönemlerinde, gerek devlet, gerekse hakim fikri odaklar tarafından ciddi milliyetçilik dalgaları yaratılması veya milliyetçi hezeyanların “göreve çağırılması” sık karşılaşılan bir durumdur. Özellikle, “dış tehdit” algısının keskinleştirildiği, komünizm, bölücülük, irtica gibi “dış kaynaklı” olduğu iddia edilen “tehlikelerin” arttırıldığı -ya da bu paranoyanın beslenmesine elverişli bir iklim oluştuğu- her tarihsel dönemeçte, ciddi milliyetçi dalgalar meydana gelmiştir/getirilmiştir. Kolayca harekete geçirilebilen bu sosyal refleks, toplumsal muhalefetin yükseldiği veya yükselme eğilimine girdiği her durumda devreye girmiş ve yığınsal öfkelerin “gösterilen düşmanlara” yansıtılması kolayca başarılabilmiştir. Bu gelişmede “soğuk savaş” döneminin uluslararası operasyonlarının Türkiye’deki uzantıları da oldukça etkilidir. Elbette, “Devlet ebed müddet” prensibine bağlı milliyetçi söylem bu resimle organik ve güçlü bir bağ kurmuştur.
Siyasi rota olarak milliyetçilik
1950 sonrası Türkiye’de politik yelpazenin sağ ve sol eksenlerde tanımlanmaya başlamasıyla birlikte, Türk sağının en önemli bileşenlerinden biri de milliyetçilik oldu. Hatta, “Milliyetçilik Türk sağının grameri/dilbilgisi olarak” ortaya çıkmıştır (Bora, 1998). Türk sağının; “içerikleri, kavramları,imgeleri uyarlama, uydurma gücü esas olarak ondadır”. Bu gelişmeye birlikte milliyetçilik, sağın popülist söylemiyle kaynaşmış ve dünya konjonktürünün de etkisiyle hızla popülerleşmiştir. Türkiye sağı, popülist söyleminde daha çok kırsal vurgusu fazla bir “fukaralık” edebiyatını hep gündemde tutmuştur. Fakat, sağın bu “fukaralık” göndermesi sınıfsal ve durumsal bir içerikten çok uzaktadır. l950’lerde başlayan ve asıl olarak sağ tarafından taşınan “serbest piyasacı”, batı kapitalizmi ile entegrasyon süreci çerçevesinde oluşturulan rota, demagojik ve içeriksiz bir “sosyal adalet” fikri ile perdelenmiştir. Türk sağı (özellikle merkez sağ) başta milliyetçilik olmak üzere bir seri moral değeri politikleştirerek bu perdeyi sağlam tutmuştur.
Milliyetçiliği, “asıl sahiplik” iddiasıyla bağımsız politik bir akım haline getiren yapı, MHP ve Ülkücü Hareket’tir. 60’ların sonlarında merkez sağdan ayrışan ideolojik kanatlar birer birer bağımsız siyasi organizasyonlar haline gelmişti ve MHP, sağın diğer ideolojik rüzgarlarından etkilenerek”kirlendiği” iddiasındaki milliyetçiliği asıl mecrasına çekme iddiasındaydı. MHP, 70’li yıllarda kitleselleşmesini anti-komünizm eksenine oturtmuş olsa da, ekonomik görüşleri ve sosyal tabanı açısından klasik milliyetçi popülizme sık sık başvurmuştur. Taşıyıcı tabanı orta-doğu Anadolu taşrası olan MHP, bu kesimdeki “yoksulluk” ve “yoksulluk tehdidi” ile sosyal-iktisadi değişimden duyulan endişe arasında bir bağ tesis ederek bireysel endişelerden toplam “milli endişe” üretmeyi denemiştir.
Standart milliyetçi söylem çerçevesinde, her olumsuzluğun müsebbibi (dış düşmanlar ve komünizm tehlikesi yanında) yozlaşma ve soysuzlaşma olarak işaret edilmektedir. Bu söylemin taban düzeyindeki yansıması, varolan olumsuzluklar için sorumlu “ötekiler”in üretilmesinin önemli bir motivasyon dinamiğidir. Mustafa Çalık, MHP Hareketi isimli kitabında yer alan Gümüşhane’de MHP’lileşme motiflerini inceleyen alan araştırmasında, anti- siyonist edebiyatın, ülkücü-milliyetçi harekete katılmaya hazırlayıcı okuma materyali arasında yer aldığını saptıyor (Çalık, 1995). Modern anti-semitizmde “Yahudi” sıfatı, ‘somut’ Yahudilerden öte, Batı’nın yoz değerlerini, din ve ahlak dışılığı, kültürel köksüzleşmeyi-yabancılaşmayı, kapitalizmin istismarcı-sömürücü yüzünü temsil ediyordu. Böylelikle, özellikle modernleşmeye intibak etmekte zorlanan geleneksel orta sınıfların tedirginliklerini ve öfkelerini celbediyordu.
Ülkücü Hareket içinde hala geçerli olan, “Her şey Türk tarafından, Türk’e göre ve Türk için” sloganı hem yönetsel yozlaşma ve yabancılaşmaya vurgu yapmakta, hem de “ırkın yüceltilmesi” anlamındaki hedefe referans vermektedir. Ülkücülerin çok önemsedikleri şairlerden Necip Fazıl Kısakürek’in “öz vatanında garip, öz vatanında parya” sözleriyle ifadesini bulan tepkisellik de, bu algının negatif motivasyonunu ortaya koyar. Bunlara karşılık, Ülkücü Hareket’te, kimi zaman İslamcı dalga veya kimi zaman Türkçü eğilimle yanyana bulunan “toplumcu” bir söylem de, etkili olmuştur (özellikle 60’lı yıllarda). Hatta sıkça “toplumcu milliyetçilik” tamlaması kullanılmıştır/kullanılmaktadır. Bu tür yaklaşımlar, konjonktürel ve pragmatik gerekçelerin dışında, ideolojik altyapının içinden neşet etmektedir.
Sınıfsal olmayan “toplumcu milliyetçilik”
Anti-kapitalizm, anti-emperyalizm, sağa eleştirel bakış ve bazen devlet eleştirisi kertesine varmış olan toplumcu tutumlar, ülkücü ideoloji içindehep varolmuştur. Daha 1968 yılında, Komünizmle Mücadele Derneği kongresinde ülkücüler tarafından dağıtılan “toplumcu milliyetçiler” imzalı bildiride; “millete, kapitalistlerin, toprak ağalarının, sömürücü tüccarların, para babası millet ve milliyet düşmanlarının bekçisi olmadığımızı göstermeliyiz. Komünizmin olduğu kadar maddeci kapitalizmin de düşmanı olduğumuzu ilan etmeliyiz” deniyordu. İdeolojideki “toplumcu” yaklaşımı, MHP’nin “milli sektör” gibi biraz demagojik programlarıyla desteklenmişti. Bir zamanlar popüler olan “üçüncü yol tezi” de, bu fark ifadesi ihtiyacının demagojik bir uzantısıdır.
Fakat milliyetçiliğin “yoksulluk”la ilişkisi, toplumcu iddialarından çok, bu durumun nedenleri ile ilgili tespitlerinde somutlanır. Örneğin, önemli milliyetçi ideologlardan Seyyid Ahmet Arvasi (1992), “Türk İslam Ülkücülerine göre, kültür emperyalizmine maruz kalan memlekette bütün müessese ve değerlerde soysuzlaşma ve sapmalar görülür. Yabancılaşmış kadrolar, sosyal hayatın işleyişini bozmaya, sosyal müesseselerin ve değerlerin fonksiyonlarını engellemeye ve milliyetçi kadroları dağıtmaya kadar gidebilir” demektedir.
Burhan Kavuncu’nun 70’li yıllardaki bir makalesinde de olayın “ahlaki boyııtuna vurgu yapılmakta: “Ülkücü gençliğin mücadelesi, bir sınıf mücadelesi değildir. Günümüz pratiği içerisinde başlıca hedefimiz. Türk Milli Bağımsızlığını ve Türklüğün yüceltilmesini gerçekleştirmektir. (. .. ) Toplumda zulüm ve sömürünün yayılması, öncelikle belirli ahlaki değişmenin sonucudur. (…) Her türlü sömürünün kaynağı ahlaksızlıktır. ( )Sömürücülüğün sebebi sınıfsal değil ideolojiktir, o halde sömürücülüğe karşı verilecek kavga da ideolojik (ekonomik değil) kavga olmalıdır” (Kavuncu, 1977).
Taşra merkezli “himayeci” tutum
Milliyetçi söylemin bu ana karakteri, “yoksulluk durumu”, “sebeplerin” algılanması ve giderek çözümü konusunda çarpıtıcı bir etki yaratır. “Yoksulluk” karşısındaki tepki potansiyeli yatıştırılmaz, yumuşatılmaz -hatta sivriltilir- fakat bu tepki saptırılarak/ kırılarak yöneldiği odaklar daraltılır (bazen de yayılır). Milliyetçilikle ideolojik bağ kuran “yoksul” için keneli durumunu algılama, sebeplerini kavrama ve bu durumdan üreyen tepkisinin politik adresini tespit konusunda son derece çarpık bir süreç işlemeye başlar. Aynı şekilde, milliyetçi ideoloji ve politik organizasyonlar da, “yoksulluk durumuna” araçsal bir rol biçerek ilişki kurar. Ancak, bu dolaylı gibi görünen ilişki, taban düzeyinde “yoksulluk” algısını doğrudan etkilemektedir.
Milliyetçi söylemin “yoksullukla” ilişkisi “çözüm” düzeyinde de benzer bir çarpıtıcı yönlendirmeyi becermektedir. “Biz açları doyurmayı, çıplakları giydirmeyi vazife bilen bir Kağan’ın soyunda ve çevresinde aç kalmış bir kimsenin imanından şüphe edilir bir peygamberin ümmetindeniz” sözleriyle somutlanan “kayırıcı-gözetici” bir demagojiyle beslenen milliyetçi “çözüm” önerileri, “yoksulluğu” tarif ve nedenlerini tespit noktasıyla uyumlu olarak “milli çıkar” hedefine dönük “asla/öze dönüş” perspektifi olan otoriter çarelere insanları kolaylıkla çağırabilmektedir. Bu yüzden,korporatist kalkınmacı programların insanları asıl çağırdığı yer, program hedeflerinden çok, bu programı yürütecek “özü temsil eden, dirayetli” ve daha da önemlisi soruna kılıcını vuracak “demir yumruklu” kadrolardır. Elbette bununla paralel olarak, durumun nedeni olarak sayılan/gösterilen şer güçler de aynı kararlılıkla durdurulmalıdır.
Batıda milliyetçilik – yoksulluk ilişkisi ve milliyetçi söylemin “yoksullukla” kurduğu ilişki daha çok kentli bir tepki potansiyelinin üzerinde şekillenir. Zira batının kendi içindeki “yoksulluk” sorunu daha çok kentli yoksulluk biçiminde kendini gösterir. Bu- nun istisnası; globalleşme ve özellikle de AB süreciyle bağlantılı olarak tarım kesiminde oluşan tepki potansiyelinin ciddi milliyetçi içeriğidir. Ancak, Türkiye’de -son yıllarda sık sık gündeme getirilen “varoş” meselesi hariç tutulursa- “yoksulluk” (fukaralık) daha çok kırsal alan baz alınarak kavramlaştırılır. Özellikle, sağ popülist politikalarda ve milliyetçi söylemde “arka çıkılan”, işaret edilen yoksulluk, ağırlıkla taşra yoksulluğudur. Uygulanan popülist sağ politikalarda ağırlıkla kırsal alanın ve tarım sektörünün rahatlatılması öncelikli bir yer tutmuştur. En azından BO’li yıllara kadar bu tablo son derece nettir. Özalist ekonomi politikalarının BO’li yıllarda bu genel rotadan sapma cesareti göstermesinin ana sebebi de, ANAP ile ilk kez bir merkez sağ partinin kitle desteğini kentlere taşımasıdır. Fakat 90’lı yıllara gelindiğinde onaya çıkan ekonomik-sosyal tablo kentlerde politik homojenliği bozarken,taşrada -biraz da gelişme istidadı anan Anadolu sermayesinin baskısıyla- politik “bilinç” hattını keskinleştirmiştir.
MHP’nin yükselişi: elverişli konjonktür
1995 seçimlerinde kent oylarının taşıyıcılığına, taşra desteğini de ekleyen RP örneği hariç tutulursa, 90’1ı yılların ikinci yarısında taşranın politikbelirleyiciliği (homojenilesi yüzünden) yeniden anmıştır. MHP’nin 99 seçimlerindeki başarısı da büyük ölçüde bu gelişme üzerinde şekillenmiştir.[4]Türkiye’de taşranın politik belirleyiciliği, kendi toplumsal özelliklerinden çok, kent ve özellikle de kent yoksulluğunun -daha çok kültürel dinamiklerin etkisindeki bazı merkezler hariç- gecekondular üzerinden sistemle çatışmayı değil entegrasyonu hedefleyen politik reflekslerine bağlıdır. Bu toplumsal altyapı, milliyetçi söylemin “yoksulluk durumu” ile ilişkisini ve bu söylem etkisindeki kesimlerin “yoksulluk” algısını doğrudan belirlemekte. Bu yüzden milliyetçi refleksler taşrada daha kolay muhatap bulabiliyor, yaygınlaşıyor ve etkili oluyor.
Türkiye’de 90’1ı yıllarda etkili olan ama şimdi ivmesini büyük ölçüde kaybetmiş görünen göç olgusu, milliyetçi ideolojinin yoksulların siyasidavranışları üzerinde yaratabildiği kırılma etkisini göstermesi açısından son derece önemli. Güneydoğu’dan göç ile başlayan “göçmen Kürt” meselesi, özellikle, Akdeniz ve Ege bölgesinde, kısmen de metropol şehirlerde bu yıllar boyunca bu bölgelerde bir tür “yabancı düşmanlığı”nı tetikledi. 90’lann ilk yansında, Bayramiç, Bergama, Alanya, ikinci yansında da Susurluk gibi merkezlerde çeşitli vesilelerle bölgedeki Kürt nüfusu hedef haline getiren olaylar çıktı. Bu gelişme, daha önceki bölümlerde işaret edilen batıdaki “yabancı düşmanlığı” benzeri iki dinamiği harekete geçirdi -aynı sonuçlan ürettiği elbette iddia olunamaz ama bir benzerlik ya da andırmadan bahsedilebilir- ve bir yandan Ege Akdeniz bölgesindeki irice şehirlerin yoksul“Türk” nüfusu bu göçe karşı ciddi bir tepki üretti. İkinci ve daha zayıf olan sonuç ise, batı illerinin zengin ve zenginleşme beklentisi içindeki kesimleriarasında yaygınlaşan “refah şovenizmi” oldu. Özellikle Ege bölgesinde “Güneydoğu kamburu”nun sıkça telaffuz edildiği bir dönem yaşandı. Bu yaklaşımlar, bir dönem çok sert esen “yoksul” veya “yoksulluk edebiyatı” düşmanlığı ve özellikle medyada yükselmeye başlayan “beyaz Türk” ırkçılığı ile yakın temasa geldi. 90’lar boyunca medya tarafından pompalanan pop milliyetçi dalga, bu tür eğilimleri besleyen bir işlev gördü. Yine bu dönemde orta-doğu Anadolu nüfusunun “Güneydoğu meselesi” gerekçe gösterilerek milli gelirden daha az pay aldıklarına vurgu yapan ve GAP’a nazire yapan “Doğu Anadolu Kalkınma Projesi – (DAP) MHP’lilerce meclis gündemine getirildi. Bu girişim de, orta-doğu Anadolu taşrasındaki yoksul insanların oy davranışları üzerinde etkili oldu. MHP 93-98 Aralık’ında bu dinamiklerin siyasi rantını fazlasıyla yedi.
“Yoksullukla mücadele”den ekonomik krize
MHP’nin 1999 seçimlerinde ortaya attığı “yoksullukla mücadele projesi”, milliyetçi söylemin 70’lerde ortaya koyduğu “gözetici” tavırdan farklı bir içerik taşımıyordu aslında. Zaten projenin sloganı da: “MHP kimsesizlerin kimsesi olacak”tı. Projenin başlangıç bölümünde, gelir dağılımındaki bozukluğa işaret edildikten ve 13.5 milyon kişinin yoksul olduğu belirtildikten sonra, “ülke sorunlarının çözümü için, sadece ekonomik içerikli bir program hazırlamak yerine, MHP olarak, sosyo-ekonomik mahiyette “Yoksullukla Mücadele Projesi”ni hayata geçireceğiz” deniyordu. Projenin çözüm olarak ortaya koyduğu öneriler ise, sosyal yardım kurumlarını bir çatı altında toplayan Yoksullukla Mücadele Kurumu Başkanlığı kurulması ve özelleştirme gelirlerinin buraya aktarılması; işsizlikle ilgili Endüstriyel ilişkiler ve istihdam Bakanlığı ve özel istihdam büroları kurulması gibi önerilerdi. MHP’nin bu programı 70’1i yıllarda ortaya attığı “Sosyal Dilimler Bakanlığı” fikrinin kurulduğu korporatist çizginin bir uzantısı gibi görünüyor.
18 Nisan 1999 seçimlerinde MHP ile aynı oy coğrafyasına benzer ama çeşitli açılardan daha zayıf temalarla hamle eden DYP ve FP arasından sıyrılan MHP, bu taban ve coğrafyadan birinci parti olarak çıktı. MHP’nin oy patlamasında, bu çalışma çerçevesinde önemli olmayan nedenleri bir kenara bırakırsak, “yoksulluk” temasının ciddi bir payı olduğu açık. Seçim başarısını taşıyan oy coğrafyasının özellikleri bunu gösteriyor. “Kır yoksulluğu kendisini MHP’de ifade etmiştir” diyebiliriz. Elbette bu “yoksulluk”, (belki daha doğru söyleyişle yoksunluk) ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi olarak kendilerini en geride, “dışarıda bırakılmış” hisseden veya böyle bir ihtimalden endişeye kapılan insanları ifadelendirecek biçimde bir sosyo-psikolojik durum olarak algılanmalı. Bu pencereden bakıldığında; MHP’nin aldığı oy (özellikle ödünç oylar) bir “çözüme” verilmiş destekten çok, bir “temsile” verilmiş onay gibi duruyor. Burada, Nuray Mert’in “merkez sağ” için ürettiği “otantik temsil” kavramına da atıfta bulunmak gerek (Mert, 2001). Dolayısıyla, MHP’nin aldığı oylar ya da oy artışından, MHP’nin milliyetçi söyleminin yoksullukla kurduğu ilişkinin, yoksul/yoksun insanlarda nasıl karşılık bulduğunu, “yoksulluk algısının” nasıl bir kırılmaya uğradığını okumak mümkün.
18 Nisan seçimlerinin ürettiği meclis aritmetiği, MHP’ye “temsil”den daha fazla rol yarattı. MHP, DSP ve ANAP ile koalisyon ortağı olarak iktidara yerleşti. 57. hükümet kurulduktan sonra MHP peşin bir savunma konumuna çekilerek, “tek başına iktidarda değiliz, koalisyon şartları var” argümanını öne sürdü. Tabanın siyasi beklentileri konusunda üst üste ciddi krizler yaşayan MHP, asıl olarak hükümetin ekonomik performansı ve istikrar programı dolayısıyla sıkıntıya düştü. Ekonomik beklentiler konusunda taban baskısına en açık iktidar partisi olan MHP, istikrar programının yarattığı sıkıntılara doğrudan muhatap kaldı. Özellikle Kamu-Sen ve tanın kesiminden gelen tepkiler, MHP’yi tabanı nezdinde bir temsil sıkıntısına sürükledi. Son ekonomik krizle bu tablonun daha da arttığı düşünülebilir.
MHP’nin başta IMF’in ekonomik programı ve AB uyum süreci konusunda gösterdiği direncin ideolojik yönü kadar, temsil meselesiyle ilişkisinikurmak mümkün. Özellikle, Tarım Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp’in kimi zaman Devlet Bakanı Kemal Derviş’le karşı karşıya gelme pahasına gösterdiği direnç, asıl olarak taşra seçmen tercihleri üzerinde hala ciddi bir belirleyiciliği bulunan toprak sahibi ort-köylü sınıf ve onlarla organik bir birliktelik içinde olan kasaba eşrafı tarafından daha “alt” kesimlere taşınacağı beklentisiyle yakından ilgili. Aynı şekilde, MHP AB konusundaki direncini silahlı kuvvetler, ulusalcı aydınlar gibi müttefiklerle buluşturarak ve asıl olarak “millicilik” vurgusuyla ifade etmeyi tercih etmekte. Ancak, bu zorunlu stratejinin, milliyetçiliği bir “tutunma ideolojisi” olarak takviye etmeye, yani pozitif bir çıkanın sağlamaya ne kadar yarayışlı olabileceği tartışmalı.
Milliyetçilik ve yoksulluk: Bir ilişkisizlik hikayesi
Yoksulluk – Zenginlik algısı
Şimdi, bu araştırma çerçevesindeki anlatılardan oluşan yoksulluk-zenginlik algısına biraz daha yakından bakalım. Zira, yoksulluğun siyasal temsili ve yoksulların hakim ideolojik referanslarla ve dolayısıyla milliyetçilikle kurdukları ilişki ya da ilişkisizlik biraz da bu algı üzerinden kuruluyor:
Yoksulların hallerinden şikayetçi olmadığı görüşü (veya illüzyonu), en az “yeterince rasyonel olmadıkları” inancı kadar yaygındır. Bu kanıyı haklı kılan en önemli faktör, yoksulların yaşama pratiklerinde ve daha da önemlisi anlatılarında yaygın bir “iyileşme” veya entegrasyon perspektifi olmaması veya bunun açıkça gözlenmemesi. Sadece genç insanlarda ve çocuklarda çizilmemiş ve tarif edilmemiş ama “olur herhalde” diye düşünülen bir “gelecek” ifadesine rastlanıyor. Ancak bu “geleceksizlik” algısı, bir optik sorun olmadığı gibi, ilk anda öyleymiş gibi görünen bir karamsarlığın uzantısı da değil; derin bir kültürel kopuşun etkileri daha belirleyici gibi görünüyor. Her şeyden önce, yoksulluk, yoksul tarafından sadece ekonomik bir durum olmaktan çok kültürel bir mesele olarak algılanıyor. Fakat, burada bahse konu olan “yoksulluk kültürü” bir tür özgünlük veya kendi içinde süreklilik arzeden bir dil kuran bir kimlik değil, bir tür kültürel dışlanmışlık haliyle hayli ilgili.
Urfa’da yapılan görüşmelerde dile gelen; “zenginlik bize göre değil” veya “başkalarının zenginliğinden bize ne” gibi sözler, neredeyse bütün görüşmelerde farklı düzeylerde karşılık buluyor. Dolayısıyla yoksul insan için, “alışılmış/tanıdık” sosyal çevre içinde olmak -ki kentlerde artık bunun da pek geçerli olmadığı görülüyor-, kendini “yoksulluk kültürü” halkasının içinde görmek ya da buradan çıkamayacağı, hatta çıkmaması gerektiğini düşünmek önemli bir nokta. Bu hareket noktası, ötekini tarif ederken daha da belirginleşiyor ve bu yüzden “zenginlik” biraz da “hafiflik” gibi yorumlanıyor; bazen de “kötülük”le özdeş oluyor. (Dikkat çekici bir nokta: genç insanlarda bu daha da keskinleşiyor). Örneğin, on- dört yaşındaki Mediha (97) “zenginler insanları sevmez” diye düşünüyor ve oniki yaşındaki Selda (99) ise, “zenginleri bakışlarından tanıdığını” söylüyor.
Zenginliği “hafiflik” olarak yorumlayan söylem, zaman zaman dinsel motifler ağırlıklı ve öğrenilmiş bir “milliyetçi-muhafazakar” kod sistemiyle buluşuyor ve zenginlik-fakirlik, sınıfsal içeriğinden çok hayat tarzı üzerinden kavramlaştırılıyor. Tıpkı, onsekiz yaşında bir işçi olan ve milliyetçi bir gençlik örgütü üyesi olan Hasan’ın (143 ), zenginleri tarif ederken kullandığı “Bunlar batıya yönelmişler.. Şu anda Türk aile yapısı denen bir şey yoktur bence … ” sözlerinde olduğu gibi.
Yoksulluk halinin tariflenişinde, “zenginle” uzaklığın, kültürel kopuşun ve iletişimsizliğin önemli bir yeri var ve bu çoğu zaman oldukça keskin ifadelerle aktarılıyor. Mesela, otuzaltı yaşında ve sağlık nedenleriyle uzunca bir süredir işsiz olan Hüsamettin (132), zenginler için “Onlar öldüğünü bile duymaz” diyor. Onse- kiz yaşındaki lise mezunu Veli (151) ise, uzaklığı ilişkisizlik vurgusuyla aktarıyor: “Anlamıyorlar ne dediğimi.. konuşmamızı anlamıyorlar” . Veli zengin muhitlerde “yardımlaşmanın hiç olmadığını” düşünüyor ama konuşmanın ilerleyen bölümlerinde zenginmahallelere hiç gitmediğini sadece birkaç kere geçtiğini öğreniyoruz.
Bu kopuşun ve kültürel algının siyasi tercihlere yansıması bazen de, onbeş yaşındaki seyyar satıcı Mert’in (145) “BBP sempatizanı” olmagerekçesinde olduğu gibi “otantik temsil”le ilişkilenebiliyor: Metin, BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nu kastederek; “Muhsin köyde büyümüş” diye ona yakınlık duyduğunu ifade ediyor. Mevsimlik olarak inşaatlarda çalışan Kayserili Asım (121) da, Ülkü Ocağı’na geliş nedenini; “Kimse burada bize şuraya git buraya git demiyor abi” diyerek aktarıyor. Kendine benzeyen ve en çok benzediğine inanılana duyulan yakınlık -ki bu mevcut siyasi temsil kanallarında giderek azalıyor- ya da böyle bir aktarım söz konusu olanın siyaseten temsil ettiğinden bağımsız bir önem kazanabiliyor.Fakat, yoksullar giderek kendilerine benzeyenler olduğuna olan inançlarını kaybediyorlar.
Yoksulların, “miras” olarak devredilmiş zenginlikle, “sonradan edinilen” zenginlik arasında da kategorik bir ayrım yaptıklarına sıkça tanık olunuyor. Taşrada toprak mülkiyeti üzerinden meşrulaştırılan “zenginlik”, kentlere “babadan, dededen kalma” mal varlığını meşru görme biçiminde yansıyor. Birinci tür, yani “meşru” kabul edilen, hatta açıktan pek de sorgulanmayan “miras” kaynaklı zenginlik, dolaylı olarak yoksulluğu normalleştiren bir algıyı da besleyebiliyor. Örneğin, Urfa’dan aile sorunları nedeniyle göç etmiş olan Ahmet (89), köyündeki bir deyimi tekrarlıyor:”Sen ağa hen ağa sıltıl kim sağa..» Belki de onheş yaşındaki Mert (145), hu yüzden “zengin değil” “zengin çocuğun babası olmak için hırslanıyorum” diyor. Sonradan edinilmiş zenginlikle ilgili olarak meşruluk sının ise, “başkalarına ekmek yedirmekle” açıklanıyor. Çok yatırım yapan, yanında çok kişi çalıştıran insanların zenginliği “ayrı” tutuluyor.
Yoksul kimliği: Umut, güven ve diğerleri
“Yoksulluk durumunu” veya kültürünü kriminalize eden yaklaşımlar, kimi zaman -baklava çalan çocuklar örneğinde olduğu gibi-5 haklılaştırarak da olsa yoksullara potansiyel suç odağı olarak bakılmasını yaygınlaştırıyor. Zaruret içinde olmanın veya “düşük kültür” mensubiyetinin suç yaratacağı inancı, yoksullar için sürekli tekrar edilmesi gereken bir güven yaratma sorununu beraberinde getiriyor.
Temizlikçi olarak çalışan Fatma (88), halı yıkamaya gittiği evde kendisine verilen elbisenin içinden çıkan bileziği geri verdiği için nasıl güven kazandığını anlatıyor ve bu tür “denemelerin” sıkça uygulandığını söylüyor. Sürekli olarak kendinin güvenilir ve samimi olduğunu kanıtlamakzorunda bırakılan bir sosyal kesime mensup olduğunu düşünmenin ve daha önemlisi hayatta kalabilmek için bunu kabullenmenin, özgüven açısından nasıl bir sonuç doğuracağını tahmin etmek zor olmasa gerek.
“Yoksulluk kültürü”nün, ayakta kalmak için geleceğe dair bir “umut” üretmiyor olması, sık karşılaşılan bir durum olmakla birlikte, bu algının ciddi bazı kırılmalara uğradığı noktaları görmek de mümkün. Çok etkileyici bir örnek Urfa’dan: Kenar mahallelerden bir kadın doğum yapmak için geldiği zengin mahallesinde, konuk olduğu evin sahibine şunları söylemiş: “Nüfus kağıdına doğum yeri Yenişehir yazılacak, belki kaderi de değişir”. Aslında, çocuklar için veya çocuklar üzerinden üretilen “umut” yoksullar arasında çok sık rastlanan bir şey.
Aynı şekilde, zaman zaman karşımıza çıkan, okumuşları zengin olarak algılama veya okuyunca zengin olunabileceği inancı da, daha çok kültürel dışlanmanın bir ürünü gibi duruyor. Çünkü, okumuş olmak, her hal ve şart altında “öteki” kültür dairesi ile ilişki dernek. Okumanın yoksulluktan kurtulma yolu olduğu inancı, biraz da okullarda ögretmenlerin veya sosyal hizmet kurumlarıyla ilişkinin etkisiyle hala geçerliliğini koruyor sanki. Fakat, ailelerin giderek çok daha azı böyle düşünüyor. Ayrıca, politikleşme de “okuma” ile beklentileri etkileyebiliyor.5 1998 yılında Gaziantep’ıe bir dükkana girerek baklava çalan çocukların hapis cezası alması medyada haber olmuş ve bu olay üzerine çokça tartışılmıştı.
Araştırma dahilindeki çoğu görüşmede, içinden çıkılmaz yoksulluk döngüsünün başlangıcı olarak, hastalık, aile sorunu ve beklenmedik iş kaybı gibi travmatik olaylara gönderme yapılıyor ve bu olayların çoğu da “uzaktan” veya “dışarıdan” bir nedene bağlanmıyor. Böyle bir algının kaçınılmaz sonucu, travmatik bir kırılma/savrulma ile yoksulluk döngüsüne girildiğinde, eş zamanlı olarak önce aileye sonra da kendine kapanan ve bir anlamda sürekli olarak içeriye doğru dökülen bir çökme süreci işlemeye başlıyor… Bu içe çöküş öylesine belirleyici bir hal alıyor ki; dışarıya ne pozitif, ne de negatif anlamda bir reaksiyon verme imkanı kalmıyor. Hatta, “öteki” bile sadece öteki oluşuyla anlamlandırılıyor, bir tepkinin veya öfkenin nesnesi haline bile gelmiyor. Bu döngü, içine milliyetçiliği de yerleştirebileceğimiz her türden siyasi tepkinin bu dinamiğin bir çıktısı olmasını engelleyen ana faktör. Belki, hep lafı edilen “sosyal patlama”nın önünü kesen de belki bu süreç. Fakat, bu içe çöküşün sosyo-psikolojik maliyetinin bir “sosyal patlama” ile kıyaslandığında nasıl bir sonuç üreteceği ile ilgili soru hala boşlukta duruyor.
İlişki Örgüsü – Dayanışma Ağı
“Yoksulluk” durumunun toplumsal ifadesi konusundaki sorunlu noktalardan biri de, yoksullar arasında var veya sürdürüldüğü kabul edilen feodal ilişkilere sadece “bağlayıcılık” noktasından bakan kestirmecilik. Özellikle, kent yoksulluğunu şehre göçle doğrudan bağlayan -ki büyük ölçüde doğru- ve bu bağlamda da “kentlerdeki dev köyler” ile “hemşehri gettolarına” aşırı vurgu yapan yaklaşımlar, yoksulların ilişki ağları konusunda fazlaca efsane üretebiliyor.
Göç sürecinde, kente yerleşme ve tutunma sırasında “geleneksel ağa” veya benzeri bir yapıya ihtiyaç duyuluyor. Ayrıca, siyaset, din ve benzeri üst ilişkiler de hala geleneksel ağın/feodal hiyerarşinin tepesini muhatap alma şeklinde bir zorlama yapıyor. Fakat, kentte oluşan feodal ilişki örgüsü, belki geleneği taklit ediyor ya da hazır zemini devralıyor olması, bunun bir yeniden ve farklı bir kuruluş olması gerçeğini değiştirmiyor. Bu yüzden hem doğuş şartları, hem de sonuçları açısından biçimsel özellikleri aynı da olsa, köyde ve kentte kurulan feodal ağın ve ilişki örgüsünün aynı şey olduğunu, en azından tamamen aynı işlediğini söylemek imkansız. Hele kentsel rantın alt sınıflarca da tüketilmesine imkan yaratan ilk dönem gecekondulaşma sonlanıp, kentsel rantın “tabana” yansıma kanalları tükendikçe ve ailenin geleneksel ekonomik- sosyal rol paylaşımı ciddi darbeler aldıkça, bu işleyişdaha da imkansız hale geliyor.
Kente göçle -hatta eski geleneksel ilişki ağının kırda da kayboluşuyla- birlikte, keskin kültürel kopuş bazen şizofrenik bir algı üretebiliyor. Aslında bir çelişkiden çok, bir tür uyumlanma çabasını andıran bu algılama biçiminin bir örneğini Urfalı Ahmet’in (89) anlattıklarında izliyoruz: Mehmet; karısının çalışması konusunda “Burası doğu değil. Ben doğuyu doğuda bıraktım” derken, sözlerinin başlarında televizyona çıkmakla ilgili olarak söylediği “Bu ba- tılıların hiçbir şey umrunda değil” cümlesini hatırlamıyor bile. Babası hamallık yapan ve kendisi de dört senedir mendil satan onbeş yaşındaki Serdar (136) ise, HADEP’i desteklediğini söylüyor ve en çok “Türkiye’nin yabancı Hıristiyan eline düşmesinden” korkuyor. Çünkü, doğu-batı, gelenek-modern ve köy-kent ayrımlarının çakışmaları ve çatışmaları her yeni durum için yeniden kurulmak zorunda. Dolayısıyla, bütün hayatı kavrayan bir kültürel duruşun ve bu duruşun ürettiği algı ve söylemin kurulabilme, sürdürülebilme zemini yok; o zaman da geriye refleksif bir seçim şansından fazlası kalmıyor.
Görüşmelerde, kentte tutunma aygıtı olarak hemşehriciliğin de hala işlemekte olduğuna dair çok fazla veri ile karşılaşmamakla birlikte, zaman zaman yoksulların hemşehriciliği kendi dışlarındaki negatif bir ağ olarak varsaydıklarına da tanık olunuyor: Örneğin, eşi felç geçirdiği için çalışmayan sekiz çocuklu ve otuz yaşındaki Vartolu Sultan (29) Sivaslıların hep birbirini tuttuğuna ve o yüzden kendilerine pek yardım gelmediğine inanıyor. Ve “Her şeyi Sivaslılar ele geçirmiş zaten” diyor. Kayserili mevsimlik inşaat işçisi Asım (121) da, askerlik anılarını anlatırken “Kantinler hep doğulu kroların elindeydi.. ” diyerek kendi dışındaki ve kendi aleyhine bir ilişki-dayanışma ağı olduğuna dair imada bulunuyor.
Fakat, bu tür “yatay” önyargıların ve varsayımların bu araştırma sınırındaki “görüşmelerde” bir “düşmanlaştırma” sonucuna varlığını söylemek neredeyse imkansız. Hatta çok daha sert olması beklenen etnik farklılıkların bile yoksulluk üzerinde aynılaştırıcı bir etkiyi düşündürdüğüne tanık olunabiliyor. Örneğin Ağrı’dan dokuz yıl önce İstanbul’a gelmiş olan Saciye (11) “Kürtlükle filan ilgisi yok fakirliğin. Kürtler var apartman yaptılar” diyor. Başka bir Kürt Diyarbakırlı Zeynep de (125) -en yakın arkadaşı Polatlılı, biri diğerinin de Bulgar göçmeni olduğunu belirttikten sonra- “Yoksullukla etnik kökenin bir alakası olmadığını” söylüyor. Ancak, yoksul mahallelerde özellikle çingenelerle ilgili katı dışlayıcı tutumun büyük ölçüde geçerliliğini sürdürdüğünü izlemek mümkün: Mesela kırkaltı yaşında ve kocasından ayrılmış olan Sevim (108), kendi mahallesinde oturan çingeneler için, “temiz de olsalar ben onlara gitmem” diyor, hatta onlarla görüşmenin bela getireceğine inanıyor.
Ayrımcılık, etnik gerilimler ve resmi söyleyişle “bölücülük” türü kavram ve içerikler, yoksulların dilinde özel bir biçim kazanmıyor. Hatta, bu konulara girmek zorunda kaldıklarında, resmi- hakim söylemin en beylik örneklerini sıralayabiliyorlar. Bunun da çok basit bir sebebi var aslında; “onlar da herkes gibi sürdürdükleri hayattan bilgilenme güçlüğü çekiyorlar” ve bir şeyi herkes gibi söylemeye çalıştıklarında -ki bu, ideolojik taarruzun yoğun olduğu alanlarda ortaya çıkıyor- kolayca devralınan kanaatleri sıralıyorlar.
Kente gelişin ve gelmiş yoksullar için kentte olmanın/kalmanın en belirleyici yönünün, giderek kendini tariften vazgeçip “diğerlerinin” onlar için ürettiği tarifi kabul etmek anlamına geldiği söylenebilir. Bu da, ister kente gelinen, isterse kentte içinde bulunulan kültürel atmosferden hızlı bir kopuş demek. Bu yüzden, kent yoksulları artık kendilerini kendi atmosferlerinin dışında hissediyorlar; hatta bu hissediş neredeyse “havasız kalmak” gibi zorlu bir varoluş yaratıyor. Yoksullar için, kente geliş ve kentteki yoksul mahallerinde yığılma, geçmişte olduğu gibi iktisadi, sosyal, kültürel ve hatta siyasi olarak “merkeze taşınma” gayreti ve sonucu üretmeyip; tam tersi daha da “çevreye” savuran bir süreci işletiyor. Bunun kaçınılmaz sonucu, en fazlası öznesiz bir itiraz, belki biraz da içe dönük bir öfke olarak karşımıza çıkıyor.
Siyasi temsiller meselesi
Yukarıda özetlemeye çalışılan “yoksul kimliği” ve daha önemlisi zenginlik-yoksulluk algısı, yoksulların siyasi-sosyal temsil konusundaki tavırveya “tavırsızlıklarını” da büyük ölçüde belirliyor. Hatta, siyasi temsil kanallarının, ideolojik tahakküm mekanizmalarının ve genel siyasi kanaat odaklarının yoksullara nüfuz imkanlarını bile etkiliyor. Çok genel bir kabulle, mutlak yoksulluk ve açlık sınırındaki yığınların siyaseten kolay yönlendirilebileceği, savrulabileceği beklenir/söylenir. Dünyada bunun pek çok örneği de yaşanmış ve yaşanmaktadır. Fakat, bu araştırmanın örnekleminde karşımıza çıkan mutlak yoksulluk ve açlık sınırındaki ve daha önemlisi çaresizlik döngüsüne girmiş kalabalıkların “sürüklenemeyecek” kadar takatsiz kaldığını görüyoruz. Elbette bunu, Türkiye’de toplumsal dinamiklerin işleme ve eyleme biçiminin yarattığı engelleri de hesaba katarak söylemek gerek.
Genel olarak tüm siyasi temsil biçimleri için geçerli olan bu hal, milliyetçilik için de aynen geçerli. Hemen her sosyal kategori için Türkiye’de fazlasıyla geçerli olan “arada”, “eşikte” ve “yer değiştirmeye müsait bir alanda” durma/bekleme hali, yoksullar için daha belirleyici olan bir “dışardakalma” haliyle tezahür ediyor. Türkiye’de doğrudan iktidarla -hatta özel olarak devletle- bağlantı alanı olarak işleyen siyaset, sistem boşluklarından elverişli imkan devşirme becerisi ölçüsünde pozitif bir işlev kazanabiliyor. Dolayısıyla, sistem boşlukları veya siyaset aygıtına dahil olma gücü ve yeteneği olmayan, daha da önemlisi böyle bir girişimden sonuç alacağına ilişkin inancı bulunmayan yoksullar için, iktidarla ilişki “en uzak noktaya çekilmek” biçiminde yaşanıyor. Bu nedenle, güçlü dinsellikle bağ kurularak, “tevekkül” inancının yoksulluk durumunu yatıştırdığına ilişkin yaygın kanaatin; “dinsel kaynaklı tevekkül” ifadelerindeki “uzağa kaçma” içeriğini gözden kaçırıyor olmasına dikkat çekmek gerekir. Yani, dinselliğin ne kadar “kabullenme” ürettiği ile “kabullenmenin” meşrulaştırılmasında din- selliğin ne ölçüde “kullanıldığı” arasındaki yorum açısı önemli bir nokta olarak duruyor.
Siyasi-ideolojik temsil kanalı olarak milliyetçiliğin yoksullardaki karşılığına baktığımızda, bu araştırmanın ömeklemini oluşturan mutlak yoksulluk sınırındaki insanlarda güçlü bir milliyetçi refleksin ve daha önemlisi bir tepki potansiyelinin görülmediğini peşin olarak söylemek gerek. Birçok alanda farklar, “uzak durmalar” hatta gerilimler olsa da, etnik topluluklann bile yatay ilişki düzleminde birbirlerini “ötekileştiren”, “düşmanlaştıran” ve daha önemlisi mevcut durumun sorumlusu gibi gören bir yaklaşım içinde olmadıkları anlaşılıyor.
Milliyetçiliğin yoksullarla temas alanı
Yazının daha önceki bölümlerinde miliyetçiliğin yoksullukla ilişkilenme biçimlerine değinmiş ve milliyetçiliğin, yalnızlık- çaresizlik hissini yumuşatan kurgusal bir kalabalık üretmede ve yoksulluktan doğan tepkiselliği -hatta saldırganlığı- yansıtma pratiği yaratmada etkili olabildiğini işaret etmiştik. Ancak, yine Türkiye örneğinde milliyetçi ideolojinin bu ülke koşullarındaki özgün biçimlenişine dikkat çekerek, bu siyasi çizginin ağırlıklı olarak taşra merkezli ve alt-orta sınıfların desteğini celbettiğini belirtmiştik. Bu araştırma sonuçları da bir kez daha ortaya koyuyor ki, milliyetçilik asıl olarak yoksulluk tehdidi altındaki alt-orta sınıflar üzerinde etkili … Mutlak yoksulluk sınırına inildikçe – ve özellikle de büyük kentlerde-milliyetçi refleksler ve milliyetçilikle kurulan ilişki önemsizleşiyor, en azından bağlam değiştiriyor. Yoksulların milliyetçilikle ideolojik olarak eklemlenmesi orta sınıfların üzerlerindeki kanaat etkisiyle doğrudan ilişkili, taşrada bu etkinin çok daha belirleyici olduğunu söylemek mümkün. Ancak, yine de milliyetçiliğin yoksullarla doğrudan temas etmediğini, etse bile bu temasın milliyetçilik üzerinden olmadığım söylemek çok yanlış olmaz.
1990’ların ikinci yarısında Türkiye’nin taşrasındaki çeşitli merkezlerinde Kürt göçü dolayısıyla meydana gelen gerilimler ve hatta kalkışmalarda,belirleyici ve sürükleyici kitle orta ve üst-orta kesimlerdi. Bu gelişmenin büyük kentlere sirayet etmemesinde, orta ve üst-orta kesimlerin kitlesel bir içerik kazanabilecek organik ilişki ağlarının mevcut olmaması kadar; böyle bir gerilimin temas alanında yer alan yoksul kentlilerin bu tepkiyle bir bağ kuramaması da etkili oldu. Yapılan bu çalışmada da, böyle bir gerilimin ve bu gerilimin ürettiği bir tepkinin pek olmadığı ortaya çıkıyor.
Milliyetçiliğin yoksullar üzerindeki ideolojik belirleyiciliği, diğer kesimlerle kıyaslandığında daha zayıf gibi duruyor. Yoksulların anlatılarındaki milliyetçi-ideolojik içerik de çoğu zaman, “yoksulluk durumunun” kendi pratiğinden beslenmiyor. Örneğin, Türk milliyetçiliğinin “eskinin ihyası”hedefli nostaljik yaklaşımı, 15 yaşındaki Mert (145) okulda tarih dersine yatkınlığını anlatırken ortaya çıkıyor: “Rönesans’ta neler yapılmış mesela onları sevmem. Kimse sevmez. Onları değil de, onlara karşı neden Osmanlı girmiş savaşa, onun gibi şeyleri severim” … Yozgatlı inşaat işçisi Mahmut (152) ise, reaksiyoner milliyetçiliğin “dış düşman” algısını, bilinen ve öğrenilmiş komplo kalıplarıyla tekrar ediyor: “Biz ABD’ye bağlıyız … Tam ayağa kalkacağımız zaman bize otur diyor … Bizim bilim adamlarımızı çaldılar ve şimdi bizi bir düğmeyle yok edecek teknoloji elde ettiler”.
Eşinden boşandıktan sonra, işsiz kalan ve çocuklarından birini yetiştirme yurduna bırakan ve ümitsizliğini ifade eden kırkaltı yaşındaki Tokatlı Mehmet (149) ise, bütün bu ezilmişliğin altında; “Devletten bir şey beklemiyoruz, biz bir şey verebilirsek ne mutlu” diyor. tik bakışta “şaşırtıcı” gelen bu duruş, aslında “durabilme yöntemi” olarak bakıldığında o kadar da şaşırtıcı değil.. Çünkü, aynı insan konuşmanın ilerleyen bölümlerinde “politikaalanının” sınırında “Beni fazla konuşturmayın işte” diye kestiriveriyor. Sadece, “çözüm” cümlesi olarak ‘Türkiye’nin dışarıyı beslememesi lazım. Yabancıyı içine almaması lazım” sınırında duruyor.
Milliyetçi ideoloji ve daha ileri giderek milliyetçi ideolojik örgütlülük içinde herhangi bir nedenle politikleşmiş olanların “devlet algısı”, hatta”özdeşliği” konusundaki problemli tavrını daha önce “Türkiye örneği” bölümünde aktarmıştık. Tokatlı Mehmet örneğinde, yoksulluk ve yoksunluk durumunun ürettiği tepkinin “yukarıya” veya doğrudan “iktidara” ve “devlete” yansıtılması önündeki ideolojik zorluğu görüyoruz. Milliyetçi ideologlar ve miliyetçi siyasi organizasyonların yöneticilerinin de sıklıkla, yoksulluk durumunun dışa vurulmasını engelleyen “gururlu millet”, “milli seciye” ve hatta “devletine bağlı sorumlu vatandaş” gibi gerekçelere müracaat ettiğine tanık olunuyor.
Fakat, kendisini politik olarak angaje bir milliyetçi, hatta alt kademe bir lider olarak tanımlayan onsekiz yaşındaki Hasan (143), sokaklara dökülüp hak aramak konusunda diğer siyasi çizgilere özendiğini söylemekten çekinmiyor ve “Sağcı hakkını aramıyor ahi” diyor.
Sadece milliyetçiliğe has olmayan bir noktayı daha işaret etmek gerekiyor; yoksul insanlar, yoksulluktan bağımsız veya yoksulluk durumuyla doğrudan ilgisi olmayan ve çoğu zaman ras- lantısal ya da başka dinamiklerin etkisiyle politikleşince, kendilerini mutlak yoksulluk alanı dışında farzetmeye başlayabiliyorlar. Daha doğru bir deyişle, herhangi bir düzeyde sosyal-siyasal alana çıkılınca ve eger bu çıkışta bir dışlanma ile yüzyüze kalınmamışsa yoksulluk döngüsünün rutini bozuluyor ve içe kapanan sarmal süreç kesintiye uğrayabiliyor. Fakat, bu cümleye hemen şunu ilave etmek gerekir ki; bu raslantısal etkinin “rastlama” sıklığı giderek azalıyor.
Yoksulların anlatılarındaki “milliyetçi söylem” esintileri, çoğunlukla siyasi olarak milliyetçi bir organizasyona angaje olmuş kişilerden veya sempatizanlardan geldi. Fakat, anlatıların geneline bakıldığında, yoksulluk durumunun sert bir milliyetçi tepki ürettiği, hatta esmekte olan milliyetçi rüzgardan “diğer” kesimlerden daha fazla etkilendiği bir tablonun sözkonusu olmadığı rahatlıkla görülüyor. Milliyetçi partilerin veya milliyetçi söylemle ilişki arayan siyasi organizasyonların yoksulluk durumuna dair söyledikleri veya bu durumla ilişkilendirmek üzere dolaşıma soktukları propaganda materyalinin yoksullara ulaştığı ya da yoksullarca tüketildiğine dair fazlaca veriye rastlanmıyor. Hatta, ilişkiyi kendiliğinden kurduğu/kuracağı varsayılan reflekslerin bile önemli ölçüde zayıfladığı görülüyor.
Siyasi yandaşlık veya “uyma” davranışı
“Halk öyle istiyorsa biz de katılalım dedik…” Otuzaltı yaşındaki Yozgatlı Erkan’ın (113) son seçimlerde verdiği oyun (MHP) gerekçesini anlatırken kurduğu bu cümle; Türkiye’de seçmen davranışları üzerinde çok etkili olan bir duruma, “uyma” davranışına işaret ediyor. Yoksullarla sınırlı olmayan ve her kesimden Türkiye seçmeni için gözlemlenebilen bu davranış; bir taraftan “oyum boşa gitmesin” anlayışı ile ilişkilenirken, bir taraftan da genel eğilim kalabalığı ile yakınlık -dolayısıyla güvenlik- ihtiyacıyla buluşuyor, belki biraz da kanat oluşturma hazırcılığı bu toplama eklenebilir. Elbette bunları çerçeveleyen, “siyaset ve siyasetle ilişki geleneği”ni de hesaba katmak gerek … Bu durum, kimi zaman popüler bir aşağılama ifadesi olarak kullanılan “koyun gibi millet” açıklamasından fazlasını hakeden “bir “uyma davranışı” olarak karşımıza çıkıyor.
“Uyma davranışı” konusunda yoksulların da, Türkiye seçmeninin bu “özgün” karakteri dışında olmadığı, hatta ağır bir “dışarıda bırakılmışlık” hissi nedeniyle bu karakteri fazlasıyla abartmaya meyyal olduğu söylenebilir. Ortalama seçmen için bu davranışın, siyasetle kurulan ilişki bakımından “rasyonel” bir gerekçesi olduğu muhakkak: Daha önce de değindiğimiz gibi; Türkiye’de siyaset, politik mekanizmaya ve iktidar sürecine politik olmayan kanallar, daha çok da “boşluklar” aracılığıyla “sızma” biçiminde kurumlaştığı, siyaset “müdahale” değil “dahil olma” ya da “ilişkilenme” şeklinde algılandığı için, “genel eğilim” veya “akıntı” yönündeki bir katılım, “sızma” imkanlarını artıncı bir avantaj üretebilir, en azından böyle bir beklentiyi canlandırabilir. Fakat, kendilerini politik olarak da “dışlanmış” hisseden yoksullar açısından böylesi bir rasyonalitenin varlığını düşünmek için fazla neden yok. Çünkü, siyaset aracılığıyla “dahil olma” imkanları, sürdürülebilir bir “ilişki” ile mümkün ve yoksulların çoğu “sürdürülen” bir ilişki bir yana çoğu zaman bir “temas” kanalından bile yoksun. Dolayısıyla, yoksullar/yoksunlar için “uyma”, biraz da irrasyonel bir içeriği olan “tutunma” çabası olarak tanımlanabilir. Türkiye’de hala çok yüksek seyreden “seçimlere katılım oranı” da, oy verme mecburiyetinden çok bununla ilişkili gibi görünüyor.
“Tutunma ideolojileri” olarak öne çıkan dinsellikle veya milliyetçilikle bağlantılı siyasi organizasyonların, “tutunma” ve “uyma” davranışlarına elverişli bir söylem inşa edebilmeleri, otantik temsil avantajları ve temas alanlarının genişliği gibi özellikler nedeniyle, kalabalıklarla buluşması daha kolay oluyor. Geçmişte, kentlerdeki yoksul mahallelerin Refah-Fazilet Partisi için oy depoları olduğu efsanesinin arkasında da böyle bir gerekçe yatıyor olabilir. MHP’nin de 1999 seçimlerinde yoksul köylülerin büyük desteğini arkasına almış olmasında aynı gerekçenin izlerini bulmak mümkün.
Taraftarlık ve mensubiyetin raslantısallığı
Ankara’daki yoksul bir ailenin iki çocuğu Deniz ve Tolga’nın siyasi eğilimleri hakkında anlattıkları öykü, aslında genel bir tablonun mikro örneği gibi. Onsekiz yaşındaki Derya (129), okulda önce MHP’ye sempati duyan arkadaşları olduğunu ve onlarla benzer bir yakınlığı paylaştığını anlatıyor. Sonra, Derya’nın “solcu” olduğunu söylediği yeni arkadaşları olmuş ama kendisi “solculuğun” tam olarak ne olduğunu bilemediğini ve arkadaşlarının da bildiğini pek sanmadığını söylüyor. Sadece, “özgürlük”le bir ilişkisi olduğu düşünüyor. Şarkıcı Tarkan’a ve Devlet Bakanı Kemal Derviş’e hayran ve ilk seçimde DSP’ye oy vereceğini söylüyor. Kardeşi 14 yaşındaki Kaan ise, MHP’li. Neden MHP’yi sevdiğini anlatırken, “Kurdunu seviyorum” diyor. Bu tercihi belki de biraz ablasıyla arasındaki gerilimle ilgili gibi duruyor.
Siyasi tavır geliştirirken aile ve çevrede oluşan gerilim potansiyelinin siyasi davranışlara ve daha çok da taraftarlığı etkilediğinin bir başka örneğini de, Kayserili bir inşaat işçisi Asım’ın (121) anlattıklarında görüyoruz: Ailesinin, amcalarının ezelden beri CHP’ye yakınlık duyduğunu anlatıyor. “Onlar sola gider, ben sola gitmem abi … Babamı eski devirde onlar Ecevit’e kadar çekmişler. .. Her kabilede, her şeyde baş olur, ağa olur. .. Onlar azcık okumuş muhtarlık falan yapmış … Onları götürmüş ama bizi götüre- memiş. Bu yüzden aramız açıldı yani … Bizim aramız iyi değil abi. .. Vakit geldi siyasi yönden amcalarımla dövüştüm yani. Ben aileme vasiyet yaptım, ben ölürsem sola oy vermeyin dedim … Bu partiye biz gönül verdik, bu parti çok ileri giden bir parti. .. Müslümanlarla alakası olan bir parti … “
Türkiye’de siyasi reflekslerin ve oy davranışlarının sınıfsal karakterinin neredeyse yok denecek kadar zayıf olduğu, siyasi yandaşlığın yakın çevre ve “ilk temas” gibi rastlantısal süreçlere fazlasıyla bağlı olduğu bilinen bir gerçek. Yoksul insanlar -özellikle de gençler- için, “yeni çevre” ve “değişen sosyal şartlar” gibi değişkenlerin son derece sınırlı oluşu, bu rastlantısallığı kalıcılaştıran bir işlev görüyor. Ayrıca, siyasi taraftarlık, giderek de mensubiyetin kültürel referanslarla tahkim edilerek pek de politik olmayan bir kimlik içeriği kazanmasıyla, parti bazında olmasa bile siyasi yelpaze seçimi açısından “kalıcı” bir tercih haline geldiği söylenebilir. Türkiye’de sosyo-ekonomik ciddi travmalara/kaymalara, sınıfsal erozyonlara ve hızlı sosyal değişime rağmen, kanat tercihleri arasındaki dengenin yaklaşık 30-35 senedir değişmiyor olmasının nedeni belki buraya bakılarak daha kolay anlaşılabilir.
Örgütsel bağların ve siyasi seçimlerin raslantısallığının yazları lokantalarda çalışan Ömer’in (148) ifade ettiği türden “kendini rahat hissetmek” ve bu mensubiyetin “ileride yardımı olabileceği” fikri gibi “rasyonel” istisnalarının azınlıkta kaldığını belirtmek gerek. Aynı şekilde, politikleşmenin, bir örgütsel bağ kurmanın “zarar” getireceği, hele bunu deklare etmenin hiç hayırlı olmayacağı konusundaki inancın da yoksullar arasında epey yaygın olduğu izleniyor.
Bu araştırma çerçevesinde yapılan görüşmelerde, yoksulların bizzat yoksulluk durumundan beslenen siyasi bir tavır konusunda göstermedikleri homojenliği aile içindeki siyasi sempati dağılımında da görmüyoruz. Hatta yoksullarda aile içi “siyasi çeşitlilik” diğer sosyal kategorilerle karşılaştırıldığında çok daha geniş gibi görünüyor. Örneğin, sola yatkınlık gösterdiğini söyleyen bir kadın, kocasının Faziletli olduğunu belirtiyor ve duvarda asılı üç hilalli bayrağı da çocukların getirip astığını ifade ediyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi, siyasi katılım ve tavır konusunda -oy verme hariç tutulursa- genel bir ilgisizliğin ve daha önemlisi “kendi dışlarında gelişmekte olan bir olay” bakışının özellikle “aile büyüklerinde” son derece baskın olduğunu tekrar etmek gerek. “Kimseden fayda yok” cümlesiyle özetlenen yaygın “siyasi eleştirinin” ardında, bir tür “uzak durma” hali hemen göze çarpıyor. Ebeveynlerin “siyasi kanaat” açıklamakta, en azından toplum önünde böyle bir kimlikle tanınmaktan daha fazla çekindikleri, gençlerin ise bu konuda daha atak görünmekle birlikte politize olmaktan çok sembolik bir sempati çevresi tarif ettikleri izleniyor.
Özel olarak “miliyetçilik” ve milliyetçi söyleme sahip siyasi organizasyonlarla ilişkide de, belirleyici olanın “milliyetçi ideoloji-söylem” değil, içinde bulunulan “kültür çevresi” olduğu onaya çıkıyor. Bu, kimi zaman şehre göç edilen bölgenin karakteri, kimi zaman da kentte yerleşilen mahallenin özellikleri şeklinde; bazen “otantik temsille”, bazen de -özellikle gençler için- kolay dahil olunabilir bir kimlik sunumuyla kendisini ifade ediyor. Bu bağlamda, -bu araştırma çerçevesinde- yoksulların milliyetçilikle kurduğu ilişkinin “milliyetçi ideoloji” ile bağının hayli zayıf olduğu söylenebilir.
Sonuç
Daha önce de belirttiğimiz gibi, yoksulların yoksulluk durumundan hareketle siyasi temsil biçimleriyle kurdukları ilişkisizlik veya ilişki zayıflığı, fazlasıyla milliyetçilik için de geçerli. Yoksulların, milliyetçi söylemle “dilde aynılık” temelindeki ilişki ise, yoksulların bu hakim dil ve söylemin bu kesimler üzerinde mutlak bir hegemonik bağ oluşturduğu anlamına gelmiyor. Tam tersi: bu durum, ayrı bir dil veya sistemli bir söylem reddini oluşturmayı gerekli kılmayan bir ilişki zayıflığının ürünü. Daha doğru bir söyleyişle, zaman zaman karşımıza çıkan bu “dil benzerliği” bir ideolojikiçselleştirmenin veya kendini ifadenin sonucu değil.
Bu araştırmanın örneklemi çerçevesinde, yazının başlarında özetlediğimiz milliyetçilik-yoksulluk ilişkisinin beklenen veya öngörülen biçimde gerçekleşmemesi hem yoksulluk durumunun ürettiği sosyal-siyasal algıyla, hem de Türkiye’deki siyasal temsil süreçlerinin işleyiş biçimiyle ilgili “özgünlükleri” olduğu muhakkak. Dolayısıyla, tıpkı bu sertlikte bir yoksulluğun herhangi bir tepki potansiyelini açığa çıkartmıyor olması gibi, milliyetçiliğin becerikli olduğu sürükleme imkanı da doğmuyor. Yoksulluk durumunu tarifte en çok karşılaşılan “kafam almıyor” sözünde, yoksulöznenin kendisini, bu durum dolayısıyla kurulmuş veya kopmuş bütün ilişkileri anlatan bir içerik mevcut. Bütün diğer siyasal -ve belki de kültürel- temsil biçimlerinde görüldüğü gibi, milliyetçilikle de ilişkide, bu mesafelenişin önemli bir etkisi var. Buna rağmen, çok kabaca yoksulların milliyetçilikle daha çok seçmen bazında ilişkilenişinde üç biçimden sözedilebilir. Birincisi, daha önce değindiğimiz “uyma davranışı”, yani siyasi tercihleri genel havadan koklama yaklaşımı. İkincisi, neredeyse tamamen kültürel referanslara dayalı olarak gelişen bir “otantik temsil” beklentisi. Üçüncü olarak, çoğunluğu rastlantısal siyasi angajmanların ürettiği “alt-kültür” etmenleri. Daha önce değindiğimiz gibi, söylem paralelliklerinin ise yoksulluk durumuyla doğrudan bağını kurmak son derece zor görünüyor.
Bu sözünü ettiğimiz ilişkisizlik biçimi, mutlak yoksulluk sınırındaki kent madunları için büyük ölçüde geçerli. Ancak, özellikle son yıllarda “tarım politikası” ve “kamu sektörü” değişimi ekseninde oluşan/oluşacak tansiyonun alt-orta sınıflar üzerinde yarattığı/yaratacağı tansiyonun içinden üreyecek milliyetçi ajitasyonun nasıl sonuçlar yaratacağını kestirmek güç. Fakat, bu noktada da etkilenecek kesimlerin “kaybedecek bir şeyi” olanlar olacağı açık.
Dipnotlar
[1] Örneğin Mao’da, Cezayir ulusal kurtuluş mücadelesinin kuramcılarından Frantz Fanon ile Portekiz Ginesi ulusal kurtuluş mücadelesinin önderlerinden Amilcar Cabral’da “ezilen ulusları” “dünyanın proletaryası” sayan yaklaşımlarında, bu somut olarak görülür.
[2] Bu genellemenin dı.şında sayılabilecek ve belirli bir to plu msal desteği arkalayarak parlamenter sisteme dahil olmayı becermiş bir örnek olarak 60’lı yıllardaki Türkiye işçi Partisi deneyini özel olarak zikretmek gerekir.
[3] Çok partili hayata geçişle birlikte kurulan Demokrat Parti’nin başlangıç döne mle rindeki “avam hareketi” vurgusu, dönemin seçkinci partisi CHP’ye karşı tepkinin bir tür siyasi ifadesi olmakla birlikte, sınıfsal olmaktan çok kültürel bir referans olarak okunmaya daha uygun bir içerik taşıdığı söylenebilir.
[4] MHP 18 Nisan 1999 seçimlerinde başta Orta-dogu Anadolu taşrası olmak üzere, taşra oylannda birinci parti oldu.
*Kemal CAN
1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı.