Prof.Dr. Feyzullah EROĞLU
Mücadele ve Savaş Kaçınılmaz Bir Gerçekliktir
Ontolojik ve tarihi bir süreç olarak, kaynakların paylaşımı ve değerlerin farklılığına dayalı, ortaya çıkan çok sayıdaki sebepler yüzünden milletler arası savaş, bütün hızıyla devam etmektedir. Bütün varlıkların ve evrenin tek “bir” yaratıcısı olan Allah, kişioğlunu yaratıp cennetine koymuş ve her şeyin serbest olduğunu bildirerek sadece yasak ağaca yaklaşılmamasını emretmiştir. Ancak, insanın yaratılışını hazmedemeyen şeytanın kışkırtmasının sonucunda kişioğlu, “Rabbinin” emrine uymayarak, yasak ağaca yaklaşmış ve bu eyleminin sonucunda cennetten kovulma cezasına çarptırılmıştır. Cennetten yeryüzünde yaşamaya yollanan kişioğlu için “….Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana kadar yaşamak vardır…”(Bakara, 36) denilmiştir. Kişioğlu için kaynakların bol olup, insanların birbiriyle uğraşması gerekmeyen cennetten, kaynakların kıt ve hayat alanlarının sınırlı olduğu dünyada yaşamak zorunda kalmak, insanların ve toplulukların yeryüzündeki hayatlarında birbirleriyle uğraşmalarının ve çatışmalarının en önemli sebeplerinden biri olmuştur. Ayrıca, insanların ve toplumların, farklı değerlere sahip olmaları yüzünden ortaya çıkan çok sayıdaki sebebe bağlı çeşitli çatışmalar ve anlaşmazlıklar yaşadıkları bilinmektedir. Bundan başka, tarihi ve antropolojik çalışmaların veri ve bulgularına göre insanlık ve milletlerin tarihi büyük milletlerin birbiriyle mücadele ve çatışmaların tarihi gibidir.
İnsanlık âleminde yaşanmış olan ilk mücadele, Hz. Âdem’in çocuklarının kurban olarak adanmasının, Allah katında kabul edilip edilmemesiyle ilgili anlaşmazlığın yol açtığı bir çatışmadır. Bu ilk anlaşmazlık ve çatışma örneğinde, “inanç” ve inanca dair “değerlerin” farklılığının insanlar (aynı zamanda toplumlar) arasında nasıl bir gerilim ve çatışmaya, hatta cinayete neden olduğuna ya da olabileceğine dair vahiy bilgisi, ilk insan ve peygamber Hz. Âdem’in çocukları üzerinden örneklenmektedir. Buna göre, insanlığın ontolojik ve tarihi tecrübelerine bakarak, yaşanmış olan ya da yaşanmakta olan bütün anlaşmazlıkların ve çatışmaların tamamının arka planında iki önemli etken grubunun bulunduğu söylenebilir. Bunlardan birinci grubu, kaynakların kıtlığı ve sınırlılığı ile ilgili nedenler oluştururken, ikinci grubu inanç ve değerlere dair farklılıklar oluşturmaktadır. Bu çerçevede, insanlar ve milletler, haklı ya da haksız, saldırganca ya da savunma amaçlı olmak üzere sürekli olarak mücadele ve savaş halinde olmuşlardır.
Klasik Savaşın Psikolojik Savaşa Dönüşü
Savaşların tarihine bakılacak olursa ilk savaşların, delici, parçalayıcı, kesici ve bir şekilde insanın nefes almasını sonlandıran nesne ve işlemler aracılığıyla yapılmış oldukları görülür. Savaş aletlerinin teknolojisi ise insanlığın ilk zamanlarından şimdiki zamana kadar bütün zamanlarda diğer hayat alanlarına göre daha fazla ilerleme göstermiştir. Görülen odur ki medeniyetlerin ilkel ve geri olduğu zamanlarda etkisi sınırlı ve bireysel ölümlere yol açan savaş ve mücadele aletleri yapılırken, çağdaş Batı medeniyetinin giderek “ilerlemesi” ile birlikte, kitle imha silahları ve kitlesel ölümlere neden olan savaş malzemeleri ve mekanizmaları icat edilmeye başlandı. Çağdaş Batı medeniyeti, kitle imha silahları ve teknolojisi alanında en büyük aşamaya atom bombası ile ulaşmıştır. Üstelik çağdaş Batı medeniyetinin tasarlayıp ürettiği bütün silah ve ileri askeri teknolojiler, hiçbir hukuki ve ahlaki sınır tanımadan da bir şekilde kullanılmıştır. Bu anlamda, çağdaş Batı medeniyetinin “ölüm kültürü” kapsamındaki “ileri savaş teknolojisinin” neden olduğu insan ve tabiat kayıplarına karşı, ciddi bir “özeleştiri” ve “sorgulama” da yapılmış değildir. Hatta dünyadaki savaşlara bağlı “ölümlerden”, “katliamlardan”, “soykırımlardan” ve “çevre felaketlerinden” büyük ölçüde çağdaş Batı medeniyetinin güçlü ülkeleri değil de bir şekilde onlara muhalif olan az gelişmiş ülkeler sorumlu tutulmaktadır. (Mesela, Saddam’ın kitle imha silahları vardı; İran’ın atom bombası yapması büyük felaket olur v.b.gibi)
Çağdaş Batı medeniyetinin “ileri” ve “yüksek” askeri teknolojilerinin yoğun bir şekilde kullanımı, son iki dünya savaşında birçok ekonomik, fiziki ve doğal kaynak yanında, çok sayıda insan kaynağının kaybedilmesine neden olmuştur. Klasik savaş yöntemlerinin, hem beşeri hem de fiziki kaynaklar üzerindeki yok edici ve yıkıcı etkileri nedeniyle dünya ekonomisinin en önemli zenginlik ve güç kaynaklarının bitmekte olduğuna dair kaygılar artmaya başladı. Yani, sürekli genişleyen ve yıkıcı sonuçları denetimsiz şekilde yükselen savaşlar, neredeyse “fason üretimde” kullanılabilir “insan” sayısını azaltırken, Batılı dev şirketlerin üretiminde yer alacak ham madde ve enerjiyi tedarik etmekte olan nüfusu kırmaya ve zengin ülkeler adına üretilen ürünleri satın alacak potansiyel müşterileri yok edecek bir çılgınlığa dönüştü. Güçlü Batı medeniyetinin egemenliğini borçlu olduğu yoğun ve kârlı ekonomik faaliyetlerinin, kendilerini büyüterek ve daha da güçlenerek devam etmesi bakımından, her şeye rağmen yeryüzünde “savaşsız alanların” ve ihtilafsız uluslararası ilişkilerin varlığı zorunluluk arz etmekteydi. Bu bağlamda, yeryüzündeki gelişmiş ülkelerin denetimindeki mevcut küresel sömürü ve egemenliğin kendini yeniden üreterek sürdürülmesi için “klasik savaş yöntemlerinin” yerine, büyük ölçüde yeni bir savaş mekanizması olarak “psikolojik savaşın” ikame edilmesi gerekiyordu.
Psikolojik savaş, kitle iletişim süreçlerinin sinsice kullanımı sonucunda, karşı tarafın ya da hedef kitlenin moralinin bozulması, kendilerine olan güvenin ve saygının yıkılması, kendilerinden utanmak suretiyle önemsiz oldukları izlenimine kapılmalarının sağlanmasıdır. Böylece, karşı tarafın harekete geçme ve mücadele etme iradesi yok edilerek onlar üzerinde gerçekleştirilmek istenen amaçlara, kolay, düşük maliyetli ve hiçbir dirençle karşılaşmadan ulaşılması sürecidir. Psikolojik savaşın en önemli vasıtası, kitle iletişim araçları başta olmak üzere her türlü bilgi ve görüntünün, belirli bir maksadı ortaya koyacak şekilde sinsice kullanılmış olması hâlleridir. Karşı taraf ya da hedef kitle, çok üstün ve güçlü mücadele etme yeteneğine sahip olsa bile, yoğun ve tek merkezli iletişim ve mesaj bombardımanı altında kalmaktan dolayı bir süre sonra “savaşamaz”, “karşı gelemez”, “direnemez”, hatta “savunma” dahi yapamaz bir hale gelir. Aslında, burada söz konusu olan yetenek kaybı fiziki bir güç kaybı olmaktan çok, karşı taraf ve hedef kitlenin mevcut yetenek ve kapasitelerini kullanma ve yönetme iradesini kaybetmesidir. Bu bakımdan, psikolojik savaşın sahibi ve merkezi, klasik ve fiziki savaşın karşı tarafı ve hedef kitleyi öldürmeden, kendileri de ölmek zorunda kalmadan, gerçekleştirmeyi amaçladıkları hedefleri, “savaşmadan” elde etme imkânını bulmaktadır.
Küreselleşme sürecinin hızlandığı 1990’lardan sonraki dönemde, gelişmiş Batı ülkelerinin, kendi zenginliklerinin asıl kaynağı olarak tebarüz eden Batı dışı coğrafyaları, çoğunlukla topyekûn bir psikolojik savaş cephesi haline getirdikleri görülmektedir. Başta Türkiye olmak üzere, bütün Orta Doğu, Kafkaslar, Balkanlar, Hazar Havzası ve Orta-Asya coğrafyası (ki buralar çoğunlukla Müslüman toplulukların yaşadıkları yerler), önemli bir psikolojik savaş alanlarındandır. Bu bölgelerde, yer yer sıcak çatışmalar şeklinde klasik savaş teknikleri de (tanklar, bombalar, toplar v.b ile) kullanılıyor olmakla birlikte, aslında bu bölgelerin çoğunda, öncelikle hükümetler, siyasi partiler, iş adamları, askeri kuruluşlar, kitle iletişim araçları, üniversiteler ve bir kısım sivil toplum kuruluşları üzerinde psikolojik savaş yöntemleri sürekli kullanılmaktadır. Bu çerçevede, kitle iletişim araçları vasıtasıyla verilen çeşitli bilgi, düşüce, haber, görüntü, duygu ve korku gibi mesajlar yoluyla bu bölgelerin resmi ve sivil karar mekanizmaları ile halk kesiminin algıları topyekûn baskı ve etki altına alınmaktadır. Psikolojik savaşın dayandığı temel süreçler olarak manipülasyon, dezenformasyon, algılama yönetimi ve benzer etkili iletişim teknikleri aracılığıyla hedef ülke ve toplumların bölünme ve parçalanmalarına da ortam hazırlanabilmektedir. Böylece, psikolojik savaş yöntemleriyle hedef ve toplumlar, klasik savaşın telafisi mümkün olmayan yıkıcı sonuçları yaratılmaksızın ve onların millî kimliğinin direnme ve mücadele iradesi de sindirilmek suretiyle daha düşük maliyetle denetim altına alınmaları mümkün olmaktadır.
Türkiye Üzerinde Resmi Stratejik Müttefiklerinin (?) Psikolojik Savaş Oyunu
Türkiye, çok uzun süredir gizli ve örtülü, ancak 1990’lardan sonra açık ve yoğun bir şekilde, batılı stratejik müttefiklerinin (!) psikolojik savaş baskısı altında bunaltılmaktadır. Batılı küresel güçler, Tanzimat’tan bu yana etkileri altına aldıkları bürokratik mekanizmalar ve siyasi hükümetler aracılığıyla nüfuz ettikleri zorunlu kültür değişimleri, eğitim ve bilgi sistemleri, zaman zaman ihtilal ve darbeler, kitle iletişim araçları ve son zamanlarda da bir kısım sivil toplum kuruluşları üzerinden, Türkiye’yi kendi stratejilerine uygun bir ülke haline getirme çabalarını kesintisiz olarak devam ettirmektedirler. Ayrıca çağdaş batı kapitalist ülkeler, kendi şirketlerinin büyüklüğü ile halklarının refahını devam ettirmeyi teminat altına alma amacıyla çevredeki ülke ve toprakları dönüştürmede bir rol üstlenme yönünde de Türkiye’ye, özellikle 12 Eylül 1980’den sonraki dönemde çok çeşitli psikolojik savaş teknikleri uygulamalarını daha fazla hızlandırmışlardır. Mesela, PKK terörü ve bu terör çerçevesinde oluşan mekanizmalar, başta ABD ve AB’li küresel güçlerin, hem klasik çatışma yöntemleriyle hem de psikolojik savaş uygulamalarının birlikte kullanılması suretiyle Türkiye’yi sıkıştırma ve çaresizleştirme stratejilerinin bir sonucudur.
Batılı küresel güçler (ABD, NATO, AB, v.b), Türkiye’yi, kendi stratejilerinin gerçekleştirilmesinde uygun bir kıvama getirerek, bölgede verilecek her türlü rolü üstlenmeye hazır hale getirmek ve kabul etmeye zorlamak üzere, uzun bir süredir birbiriyle bağlantılı bir dizi psikolojik savaş yöntemleri tatbik etmektedirler. Bu psikolojik savaş uygulamaları içinde en fazla dikkat çeken operasyonlardan bir grubu, Türk kimliğini ve Türklüğü, “suçlu”, “baskıcı”, “katil”, “soykırımcı” ve benzeri gibi olumsuz sıfatlarla anılacak bir kimlikle özdeşleştirme yönünde kışkırtıcı yakıştırmalar oluşturmaktadır. Bu çerçevede, Batılı küresel güçlerin, Türklerin kendi kimliklerini dahi “savunamaz” bir duruma sokulması çabaları, Türkiye’nin ve Türkiye aracılığıyla bölgenin, kendi egemenlik alanlarının sorunsuz bir arka bahçesi haline getirilmesi stratejisinde, en önemli aşamalardan biri olarak dikkat çekmektedir. Kendi çıkarlarını ve kimliklerini dahi savunamayan, sindirilmiş ve hükümranlık iradesini kaybetmiş bir Türklük projesi sağlandıktan sonra, hem Türkiye’ye, hem de böyle bir Türkiye üzerinden bölgeye nüfuz etmek, nihai olarak buralarda tam anlamıyla egemenlik tesis etmek son derece kolaylaşmış olacaktır.
Bir süredir, küresel kapitalizmin ülke içindeki “Truva atları” gibi rol oynayan kitle iletişim araçlarının ve bir kısım üniversitelerin öncülüğünde, üst düzeyli siyasetçi ve bürokratik yöneticilerin de katımıyla Türk kimliği tartışmaya açılmıştır. Türk kimliğini ve özellikle Türk Milliyetçilerini sindirmeye yönelik bu yoğun psikolojik savaşın, en yaygın iddiası, sosyoloji bilimi alanında şimdiye kadar hiçbir toplumsal yapı için öngörülmeyen ve kullanılmayan bir “mozaik” yakıştırmasıdır. Sosyolojik ve tarihi bir sürecin sonunda ortaya çıkan ve esas itibarıyla kültürel bir Türk Milleti oluşumunun, belirli bir anlamlı bütünlükten yoksun olup sonradan bir araya getirilmiş çeşitli inşaat malzemelerinin karışımı olarak bilinen “mozaik” metaforu ile adlandırılması, sadece bilimsel kavram oluşturma mantığına aykırı olmayıp, aynı zamanda insanlık ve dünya medeniyet tarihine çok büyük katkılar yapmış olan bir “Türk Milleti hakikatine” yapılmış ağır bir hakarettir. Batılı küresel güçlerin yönetimindeki Türklüğü önemsizleştirme projesinin, ülke içerisinde oldukça etkili ve yetkili bir Batıcı ve küreselleşmeci bir çalışma grubunun, başka konularda farklı düşünce ve görüşleri bulunsa bile, Türklüğü hafife alma ve yok sayma yönündeki Batı kaynaklı kışkırtmalarda etkili bir işbirliği içerisinde oldukları görülmektedir. Böyle bir dış odaklı psikolojik savaşın en etkili ve ateşli “taşeronları” olarak, en başta kendilerine “liberal” adını takan (sağcısı, solcusu, dincisi, laikçisi v.b. ile) bilumum batıcı kitle iletişim aracı mensupları, batıcı siyasetçi ve bürokratlar, batıcı akademisyen ve işadamları ile kendilerine bir şekilde kültürel meşruiyet arayan bir kısım “cemaat” yandaşları, dikkat çekmektedirler. Bu kesim, Türk Milleti ile ilgili olumlu hususlarda her fırsatta “mozaik” metaforunu vurgularken, olumsuzluk ve kötülük çağrıştıran konular söz konusu olduğu vakit birden bire “Türk” ismini kullanmaya özen göstermektedir. Mesela Türkiye’deki Türk Milleti hakikatine “mozaik” tanımlaması ile yaklaşan her türüyle batıcı kesim, 1915 tarihinde Ermeni komitacıların ihaneti karşısında o zamanki devlet yöneticilerinin aldığı tehcir kararı ile ilgili olayları ve bu arada meydana gelen bazı olumsuzlukları, “Türklerin” Ermenilere yönelik katliamı şeklinde tanımlamaktadırlar. Eğer bu ülkenin insanları hep birden bir “mozaik” oluyorsa, aslında bir iftiradan ibaret olan “soykırımı” da bu “mozaik’in” yapmış olması gerekmez mi? Yine aynı çevreler, dünyadaki trafik kazalarındaki ülke sıralamasında ön sıralara yer alan Türkiye’nin yerinden bahsederken, söze yine “Türkler” diye başlamaktadırlar. Yani söz konusu olan, eğer olumsuzluk ve kötülük ise “bizim mozaikçiler” hemen Türkçü (!) olabilmektedirler. Bu anlamda, birçok konulardaki ikiyüzlülük ve tutarsızlıkları bu hususlarda da kendini göstermektedir.
Bir psikolojik savaş tarzı olarak, Türkiye’deki Türk kimliğini kasıtlı olarak olumsuz duygu ve düşüncelerle özdeşleştirme çabaları içerisinde yer alan diğer bir kavram “töredir”. Töre, sosyolojik anlamda çok yüksek derecede uyulması gereken bir sosyal kural türüdür. Özellikle gelenekli ve tarihi kökenleri derin olan toplumların, bütün zamanlarda egemen olan kültür ve davranış kodlarına “töre” (ya da örf) denilmektedir. Bu bağlamda, hem İslamiyet öncesi, hem de İslamiyet sonrası Türk kültür kodunu en iyi temsil eden dünya görüşü olarak Hacı Bektaş Veli’nin “eline, diline, beline sahip ol” özdeyişi, Türk töresinin ana eksenini oluşturmuştur. Bu anlamda, “töre” kelimesi neredeyse “Türk” kelimesiyle özdeşlik kurulacak kadar birbirine anlam olarak kaynaşmış bir kavramdır. Oysa Türkiye’de bir süredir, bilerek ya da bilmeden başta batıcı kitle iletişim araçları mensupları, TRT, yazar, akademisyen, bürokrat, siyasetçi ve sivil toplum öncüleri olmak üzere, Güney Doğu Anadolu’da görülen, kaçan kızlar için ölüm cezası verilen yöresel göreneklere de “töre” demektedirler (Aslında, devlet otoritesine inanan insanlar, kendileri ceza vermeye kalkışmazlar; bu tür uygulamalar, sosyolojik olarak devlet olma bilincine ulaşamamış sınır halklarında gözüken bir görenektir). Üstelik bu uygulama Türkiye’nin bütün bölgelerinde ve bütün Türk dünyasında görülen bir hareket değildir. Bu görenek, Kuzey Irak’ta yaşayıp özellikle devlet otoritesi ile doğru düzgün bir temasları olmayan bir “peşmerge” âdetidir. Bu bağlamda, kızın kaçması sonucunda ailenin erkeklerinin kaçan kızın suçsuz yere canına kıymaları şeklindeki bu “peşmerge âdeti”, bir şekilde Türkiye’nin Güney Doğu bölgesine de kültürel olarak nüfuz etmiştir. Türk töresinde, cana kıymak, en ağır suç ve günahlardan biridir. Bu çerçevede, bir psikolojik savaş tekniği olarak, Türk töresi ile hiç ilgisi bulunmayan, üstelik sınır dışındaki bir “sınır halkının” kötü alışkanlığını kültürel olarak sadece belirli bir bölgede etkisiyle görülen “cinayet” fiiline “töre” adı verilmesi, çok açık bir Türk kimliği ile ilgili temel kavramlardan birini daha “kirletme” ve “olumsuz anlam yükleme” operasyonu olarak dikkat çekmektedir. Böylece, Türk kimliğinin temel kültür ve davranış kodlarını temsil eden “Türk töresi”, kolay kolay kimsenin diline ve kalemine düşmeyen bir kavram haline gelmiştir.
Türkiye’de, bir süredir uygulanan psikolojik savaş kapsamında, Türk kimliğinin aşağılanması ve önemsizleştirilmesi bağlamında, en çok kirletilen kavramlardan biri de “Ergenekon”dur. Ergenekon destanı, Türk tarihi ve kültürüyle özdeşleşmiş olan temel kültür değerlerinden biridir. Ergenekon destanı, temsili anlam olarak, “dirilişi, direnişi, mücadeleyi, bağımsızlığı ve egemenliği” çağrıştıran anlamlar ve motifler yüklüdür. Böyle olmakla beraber, Ergenekon, Türkiye’de cereyan etmiş olan son yılların en önemli ve çarpıcı olaylarının arkasında olduğu iddia edilen ve şu sıralarda görülmekte olan büyük bir davaya da isim olmuştur. “Ergenekon” adı, baskın iddialara göre Türkiye’nin NATO’ya girişinden sonra, özellikle batı stratejileri ve çıkarları doğrultusunda, ülke içerisinde çeşitli hukuk ve ahlak dışı eylemlere ve provokasyonlara giriştiği anlaşılan yasa dışı bir “çalışma grubuna” verilmiş olan bir isimdir. Böyle bir adın, gerçekten resmi olarak verilip verilmediğini, ortada gizli bir örgütlenme ve çalışma grubu iddiası olması nedeniyle bilme imkânımız yok. Ancak, Türkiye de çok uzun bir süredir, yabancı dil olarak İngilizceyi, kültürel kimlik olarak “Grek-Latin” destanlarını, tarihi eserler olarak sadece Anadolu’daki eski medeniyet kalıntılarını kutsallık derecesinde yücelten, resmi ya da gayri resmi, “laikçi” ya da “dinci” çok etkili bazı çalışma gruplarının varlığı bilinmektedir. Bütün bu “İngilizce” ve yabancı destan sevdalısı çalışma gruplarının, bir şekilde varlığı hakkında kuvvetli iddialar bulunan bu çalışma grubuna, İngilizce ya da pagan yahut da Hıristiyan kültür motiflerinden birinin adını vermiş olmaları, kendi meşreplerine daha uygun düşerdi. Mesela Batı stratejilerine uygun eylemler ortaya koyan ve bir sürü de silahları ve bombaları olan böyle bir hukuk ve ahlak dışı örgüte, “Teksas” ya da “gladyatör” terör örgütü adının verilmesi, varlığı iddia edilen bu oluşumun amacına da daha uygun adlandırma olurdu. Fakat Türk kimliği kapsamındaki temel değerleri ve simgeleri kirletme ve aşağılama çalışmaları sürdüren batı ve batıcı çalışma grupları böyle bir yasa dışı oluşum üzerinden, Türklük ile ilgili imajları büyük ölçüde bozmayı hedeflemektedirler. Yani Batılılar ve bizdeki Batıcılar, Türklükle ilgili kavram ve değerleri kirletme konusunda, yine bir taşla birkaç kuş vurma taktiğini başarıyla yürütmektedirler.
Sonuç: “Onlarla mücadele edin ki Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın” (Tevbe,14)
Tarihsel süreç içerisinde batılıların tarihi, çoğunlukla bir haksızlık ve sömürü tarihi olmuştur. Türklerin ilk anavatanları olan Orta Asya coğrafyasına sığmayarak sürekli Batıya yönelmeleri, sadece bir coğrafi mekân değişikliği olmayıp, tarihi bir misyonun ortaya koyduğu hareketliliğin bir sonucudur. Türklerin hâkimiyet çağları, yeryüzünde aynı zamanda Batı haksızlık ve sömürüsüne fırsat verilmeyen dönemler olarak tarihe damgasını vurmuştur. Bu anlamda Batılılar ile Türklerin tarihi, birbirine zıt iki kutbu meydana getirmektedir ki Batılıların yükselmesi (bir anlamda yeryüzünde haksızlığın ve sömürünün artışı demektir), Türklerin hâkimiyet duygularını ve iradelerini kaybettikleri zamanın bir türevidir. Böyle olduğu için Batılılar, kendi hâkimiyet ve iktidarlarını süreklileştirmek ve kalıcı kılmak adına son iki yüzyıldır Türkler üzerinde sadece klasik savaş yollarını kullanmakla yetinmeyip, özellikle son yıllarda psikolojik savaş yöntemlerini de yoğunlaştırmışlardır. Bu psikolojik savaşın temel hedefi ise Türk kimliğini önemsizleştirmek, parçalamak ve sindirmektir. Böylece, tarihi bir hakikat olan Türk milleti olgusunun “direnme” ve “mücadele” etme iradesi kırılmak istenmektedir. Türklerin varlığı ve kalıcılığı, haksızlıklar karşısında direnme gücüne ve her zaman mazlumun yanında olmasına bağlıdır. Bu yüzden Türkler, ancak “direnme ahlaklarını” ve iradelerini koruyarak Türk kalabilirler.
—————————————–
Atıf:
EROĞLU, Feyzullah; “Türk Kimliğini Söndürmeye Yönelik Psikolojik Savaş”, Türk Yurdu Temmuz 2009, Yıl 98 – Sayı 263