Son Büyük Divan Şairi, (D. 1757/1171 – Ö. 1799/1213)
Hazırlayan: Mehmet Memiş, öğretmen (E), Eskişehir.
Asıl ismi Mehmed’dir. Edebî sohbetlerine katılarak kendisinden çok şey öğrendiği hocası Hoca Neş’et tarafından verilen Es’ad mahlasını 1784 yılına kadar kullanmış daha sonra da Gâlib mahlasını almıştır. 1757 yılında İstanbul’da Yenikapı Mevlevihanesi civarında doğan Gâlib’in babası Mustafa Reşîd (ö. 1801), annesi Âmine Hâtun (ö.1794)’dur. Safiyyullah Musa Dede’ye müntesip bir Mevlevi olan Şeyh Gâlib’in babası Mustafa Reşîd Dîvân-ı Hümâyûn katibi idi Şeyh Gâlib’in babası , Yenikapı Mevlevihanesi müdavimi bir Mevlevidir hatta son yapılan çalışmalara göre buranın on ikinci şeyhi Kûçek Muhammed Dede’nin oğludur.
Şeyh Gâlib çocukluğundaki ilk tahsilini babasından almış, ondan bir çok ilim öğrenmiş, babasıyla okuduğu Manzûme-i Şâhidî’den başka kimseden Farsça ve şiir bilgisi tahsil etmemişti. Ancak ilerleyen yaşlarda Hoca Neş’et (ö. 1807)’in edebiyat sohbetlerine katıldığı, Galata Mevlevihanesi şeyhi Hüseyin Efendi’den istifade ettiği, Hamdî isminde bir zattan Arapça öğrendiği kaynaklarda zikredilmiştir. Şeyh Gâlib, Dîvân-ı Hümâyûn katibi olan babası ve sohbet meclislerine katıldığı Hoca Neş’et’in çevresinde bulunan Reîsülküttâb Râşid, Vak’anüvîs Pertev gibi zâtlardan oluşan arkadaş çevresiyle paralel olarak yirmi dört yaşındayken Dîvân-ı Hümâyûn kaleminde çalışmıştır. “Kâne kelâm-ı Gâlib” terkibi onun Dîvân’ını tertiplediği yıla düşürülmüş bir tarih olduğuna göre bunun 1195/1781 senesine yani kâtipliğe başladığındaki yirmi dört yaşına tekabül ettiği görülecektir. Bundan iki yıl sonra da meşhur Hüsn ü Aşk mesnevisini yazmıştır.
Mevlevî muhitinde yetişen Şeyh Gâlib, Hüsn ü Aşk’ı yazdıktan (1197/1782-3) sonra Konya’ya giderek Ebûbekir Çelebi’nin (ö. 1784) himayesinde çileye soyunur. Ancak ailesinin Çelebi’den mektupla ricaları üzerine İstanbul’a gönderilen Şeyh Gâlib Yenikapı Mevlevihanesinde Ali Nutkî Dede’nin (ö. 1804) yanında1784’te çileye soyunur ve 11 Haziran 1787 senesinde çilesini tamamlar. Çilesini tamamladıktan sonra 4 Nisan 1789’da Trabzonlu Köseç Ahmed Dede’nin E’t-Tuhfetü’l-Behiyye fî Tarîkati Mevleviyye’sine de E’s-Sohbetü’s-Safiyye ismini verdiği bir hâşiye yazmıştır . Sütlüce’de Yusuf Sîneçâk’ın türbeleri yakınında bir ev satın alıp orada yaşamaya başladı. Yenikapı Mevlevihanesinde de mukabelelere devam ettiği bu hengâmda 1204 yılının Recep ayında (Mart 1790) Yusuf Sîneçâk’ın Cezîre-i Mesnevî‘sine şerh yazan Gâlib Dede, ayrıca Sütlüce’deki bu ikameti zarfında, III. Selîm tarafından Mevlânâ’nın türbesine gönderilecek örtünün baş tarafına yazılmak için bir beyit istemiş ve o da; “Müceddil olduğu Sultân Selîm’in dîn ü dünyâya / Nümâyândır bu nev-pûşîdesinden kabr-i Monlâ’ya” beyitini yazmıştır .
Şeyh Gâlib muhtemelen çilesini tamamladıktan sonraki bu dönemde de evlenmiştir. Ahmed, Mehmed ve Zübeyde isminde üç çocuğu vardır. Bunlardan Zübeyde’nin 1210/1795 tarihindeki doğumu için Esrâr Dede bir tarih düşürmüştür . 11 Haziran 1790 da Mehmed Emîn Çelebi tarafından Galata Mevlevihanesi şeyhliğine getirilen Gâlib Dede böylece, edebiyat tarihi yanında Mevlevilik ve siyasi tarih sahnesine de çıkmıştır. Bu tarihten sonra Şeyh Gâlib, III. Selim ve aile fertleri ile daha yakın bir ilişki içine girmiştir. Dolayısıyla ilk gençlik yıllarındaki Hoca Neş’et, Reîsülküttâb Râşid, Vak’anüvîs Pertev gibi hamilerine III. Selîm, annesi Mihrişâh Sultan, kızkardeşleri Beyhân ve Hatice sultanlar da eklenecektir. Şeyh Gâlib, şeyhliğinin ilk senesinde başında bulunduğu Galata Mevlevihanesinin tadilatını istemek için bir kaside yazıp Bâb-ı Âlî’ye takdim etmiştir. III. Selîm’in sır kâtibi Ahmed Efendi’nin 4 Mart 1792 tarihli notlarında şöyle anlatılmıştır: “Galata Mevlevîhânesinde şeyh olan Es’ad Gâlib Dede Efendi, tekyenin tamirini niyâz zımnında söylediği kaside Bâb-ı Âlîden rikâba arz olunmağla müceddeden binâ ve inşâsına emr u fermân buyurulur.” . Fermandan kısa bir süre sonra 16 Mart 1791’de tadilat başlamış ve 29 Temmuz 1792’de tamamlanmıştır.
4 Ağustos 1792’de de ilk mukabele yapılmıştır. 7 Eylül 1792 tarihinde de III. Selîm Galata Mevlevihanesinde mukabeleye katılır ve tüm dervişlere 500’er kuruş, Şeyh Gâlib’le birlikte orada bulunan misafir şeyhlere de birer çıkın altın ihsan etmiştir . Buna ek olarak III. Selîm 1207/1792’de Şeyh Gâlib’in Dîvân‘ını 3000 liraya yazdırıp tezhipletmiş, dönemin ünlü hattatlarından Cevrî’nin istinsah ettiği bir Mesnevî-i Şerîf’i de Şeyh Gâlib’e hediye etmiştir.
6 Eylül 1794 tarihli bir fermanda Şeyh Gâlib’e, mesnevihanlıklara atama için öneride bulunma hakkı verilmiştir ki bu, saray tarafından kendisine duyulan sevgi ve güvenin bir göstergesidir. Bu sevgi ve güvenin bizce en temel sebebi de Şeyh Gâlib’in III. Selîm ve reformlarına taraftar olmasıdır. Bilindiği gibi III. Selîm’in reformları, bazı dinî çevreler tarafından ağır muhalefetle karşılaşıyordu. Şeyh Gâlib tam da bu noktada hem şeyh kimliğini hem de şairliğini, bütün kalbiyle inandığı “Nizâm-ı Cedîd” ıslahatlarını desteklemeye adamıştı. Yapılan, tamir edilen tüm askerî binalar, mühendishaneler ve kurulan askerî birlikler için en az birer tarih düşüren Şeyh Gâlib, III. Selîm’in de yaptığı reformlarla devlete ve İslam’a hizmet ettiğini anlatan kasideler yazmıştır. Bugün elimizde 15 Mart 1791-Aralık 1802 tarihleri arasında gün gün III. Selîm’in neler yaptığını anlatan bir Rûz-nâme vardır. Şeyh Gâlib’in 11 Haziran 1790’da Mehmed Emîn Çelebi tarafından Galata Mevlevihanesi şeyhliğine getirilmesinden 3 Ocak 1799’daki vefatına kadarki dönemi de kapsayan bu günlükte Şeyh Gâlib’in adı sadece iki yerde geçmektedir. Bunlardan birincisi Mevlevihanenin tamiri için Şeyh Gâlib’in yazdığı kasidenin Bâb-ı Âlî tarafından sultana gönderildiği 4 Mart 1792 tarihli notta geçmektedir. İfade edildiği gibi şiir bizzat şair tarafından takdim edilmemiştir. Şeyh Gâlib’den bahseden diğer not ise 7 Eylül 1792 tarihinde III. Selîm’in Galata Mevlevihanesinde mukabeleye katılması bahsinde “zâviye-i mezkûrun şeyhi olan Es’ad Gâlib Dede Efendi’ye bir çıkın ve misâfir meşâyiha bir çıkın altun ihsân…” şeklinde geçmektedir.
Tüm bu bilgilerden hareketle, III. Selîm ve Şeyh Gâlib dostluğunun rivayetlere mübalağalı bir şekilde yansıdığı gibi olmamakla birlikte III. Selîm’in annesi Mihrişâh Sultan, kızkardeşleri Hatice Sultân özellikle de Beyhân Sultân’ın Şeyh Gâlib üzerindeki himayelerinin daha fazla olduğu görülmektedir. Şeyh Gâlib, Mihrişâh Sultân tarafından yaptırılan Sütlüce’de Humbaracılar kışlasındaki cami (1793), Eyüp’te bir çeşme (1795), yeniden yapılan Kasımpaşa Mevlevi Dergâhı (1796), Levend Çiftliğindeki kışlaya yapılan çeşme (1796) için tarih düşürmüştür. III. Selîm’in kız kardeşi Beyhân Sultân da Şeyh Gâlib’in hamilerinden biridir. Beyhân Sultân’ın Çırağan ve Akıntıburnu’nda inşa ettirdiği kasırlar için Şeyh Gâlib tarihler düşürmüştür. Biraz abartılı gibi görünse de Beyhân Sultân’ın caize olarak Şeyh Gâlib’e 10 bin altın verdiği ve Şeyh Gâlib’in Dîvân‘ını tezhip ettirerek hediye ettiği rivayetler arasındadır.
Mevleviler arasında dolaşan bir rivayete göre de Şeyh Gâlib, Beyhân Sultân’a âşıktır ancak aşkını bildirmemiştir. Fakat Şeyh Gâlib’in, şiirlerinden anlaşıldığı kadarıyla Beyhân Sultân’a aşktan ziyade derin bir hürmeti, saygısı ve buna bağlı olarak da hayranlığı vardır. Beyhân Sultan’ı özellikle yaptığı hayırlar, ehl-i irfana sahip çıkması ve benzeri dinî açılardan övmesi de bunun asılsız bir söylentiden öteye geçmediğini göstermektedir. Şeyh Gâlib’in Dîvân‘ında Beyhân Sultân’a ve yaptırdığı kasırlara yazılmış 1 terci-i bend, 4 kaside, 4 tarih ve yine Çırağan Kasrı için yazılmış 1 şarkı vardır. III. Selîm’in diğer kız kardeşi Hatice Sultân da Neşetâbâd’da bir kasır yaptırmıştır ki Şeyh Gâlib bu kasır için bir tarih düşürmüştür. Şeyh Gâlib’in Hatice Sultân’la ilgili yazdığı tek şiir budur.
1209’da (1794) annesi Emine Hatun’un, 1211’de (1796) müridi ve “yâr-ı gār”ı Esrar Dede’nin vefatı Şeyh Galib’i derinden üzdü; Esrar Dede için bir mersiye kaleme aldı. Bir yıl sonra hastalanan Şeyh Galib’in hastalığına dair çeşitli rivayetler ileri sürülmüştür. Genç yaşta şeyh olması, geniş bilgisi, sarayın kendisine teveccühü, akranı arasında nisbetsiz bir saygınlığının bulunması sübjektif kanılara yol açmıştır. En son şiiri olan Hamdullah Efendi’nin verdiği “henüz” redifli Farsça gazele yaptığı nazîrede ölümünün yaklaştığını ima eden beyitler vardır. Şeyh Galib 4 Ocak 1799) tarihinde vefat etti. Ali Enver, Semâhâne-i Edeb’de cenazenin yıkanması sırasında babası Mustafa Reşid Efendi’nin ağlayarak, “Ah oğul! Bu tahtaya o kara sakal yakışmıyor” dediğini nakleder. Şeyh Galib’in kabri, Beyoğlu ilçesinde bugün Divan Edebiyatı Müzesi olarak faaliyet gösteren Galata Mevlevîhânesi bahçesinde, içinde ayrıca dört sandukanın bulunduğu İsmâil Ankaravî Türbesi’ndedir.
Şeyh Galib’in Galata Mevlevîhânesi avlusundaki türbesi içindeki sandukası
Nedîm ile lirizmde, Nâbî ile hikemî tarzda en güzel örneklerini veren klasik şiirin artık tekrara ve taklide düştüğü bir dönemde yetişen Şeyh Galib’in divan şiirinin son büyük şairi olduğunda hemen bütün tenkitçiler birleşir. Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre Hüsn ü Aşk’ın baş tarafındaki Nâbî eleştirisiyle gerçekte şair değil ilk defa şiir geleneği hedef alınmıştır. Hayâlî Bey, Nef‘î, Fehîm-i Kadîm, Neşâtî ve Fasîh Ahmed Dede’den etkilenen Şeyh Galib’in klasik mazmunları kullanmakla beraber şiirde bilinçli şekilde yeniliği aradığı kendi ifadelerinden anlaşılmaktadır. Çoğu alışılmış tarzı devam ettiren gazel ve kasidelerinin dışında özellikle terciibend, terkibibend, müseddes ve tardiyyelerindeki hayaller, soyut ve somut kavramları birbirine yaklaştıran terkipler kendisinden bir asır sonra bunları deneyecek olan Edebiyât-ı Cedîde şairlerini müjdeler. Şeyh Galib gelenekten intikal eden, alışkanlıkların yönettiği bir şiir mekanizması yerine çok defa tesadüfî olmayarak seçtiği vezinleri, kafiyeleri, iç sesleri (aliterasyon ve asonans), girift mazmunları ve itinalı diliyle divan şiirinde son büyük hamleyi yapmıştır. Bu hamlede sebk-i Hindî akımına mensup şairlerin etkisi önemlidir. Başta Şevket-i Buhârî olmak üzere Hint, Afgan ve Türk edebiyatlarında güçlü taraftarları bulunan sebk-i Hindî mektebine bağlı şairlerin en önemli özellikleri anlamın bilmeceye dönüşecek kadar derin, girift, zarif ve ince olmasına özen göstermeleri, hayal güçlerini son sınırına kadar kullanarak anlamı şaşırtıcı güzellikte imajlarla ve duyulmadık mazmunlarla zenginleştirmeleridir. Galib bir rubâîsinde mazmunlarını anlamayanları ayıplamayacağını, çünkü bunların her birinin “güher-i gayb-ı hüviyyet” olduğunu ve akıl dalgıcının bu incileri bulup çıkaramayacağını söylerken aslında sebk-i Hindî’yi tarif etmektedir. Şeyh Galib’in divanındaki şiirlerin tamamı değilse bile büyük bir kısmı bu tarife uyar. Onun sebk-i Hindî anlayışına uygun biçimde yazdığı, “hâyîde edâ”dan (eskiden beri söylenen, çok duyulmuş bayağı söz) uzak, girift bir anlam örgüsüne sahip, zarif, fakat zaman zaman yadırganacak derecede hayallerle ve ince bir lirizmle bezenmiş şiirler gerçek Galib’i ortaya koyar. Şeyh Galib çağdaşlarına meydan okurken şiire Şevket-i Buhârî’nin penceresinden bakmaktadır ve Nâbî’nin Hayrâbâd’ının etkisini ortadan kaldırmak amacıyla yazdığı Hüsn ü Aşk’taki bütün hayaller “hayâl-i Şevket” gibi ince şekilde işlenmiştir. Daha sonra III. Selim’i övmek için yazdığı kısa bir mesnevide yaklaşık aynı kelimeleri kullanıp Şevket adını bir bakıma ince hayallerin sembolü olarak zikreden Galib bu İranlı şaire ömrünün sonuna kadar mânevî bir bağlılık duymuştur.
Şeyh Galib, altı ay gibi kısa bir sürede yazdığı Hüsn ü Aşk’ın sonundaki “Fahriyye-i Şâirâne”de poetikasının temel ilkelerini anlatmıştır. Yaşadığı devirde ciddiye alınacak tek şair bile bulunmadığını, kendi bulduğu hazineyi yine kendisinin tükettiğini söyleyerek sözde sultanlığını ilân eden Galib yepyeni bir şiir anlayışı getirmekle kalmamış, geniş ilhamı ve engin hayal gücü sayesinde çok özel bir şiir iklimi kurmuştu ve daha ilk mısralarından itibaren okuyucuyu bir ışıklar ve renkler dünyasına götürüyordu. Tanpınar bu sebeple onun şiirini “avize gibi renk ve ışık dolu” şeklinde tarif etmiştir. Hüsn ü Aşk’ın bir başka bölümünde sözü yaşadığı dönemin şiir ortamına getiren Galib, bu ortama hâkim olduklarını düşündüğü “müteşair”leri (şairlik taslayanlar) birkaç alaylı bir dille eleştirir. Bu takımın saf şiiri küçümsediğinden söz ederken “şehd-i nazm” (şiir balı, halis şiir) tabirini kullanan Galib sembolistlerin anladığı mânada saf şiiri onlardan çok önce farketmiş görünmektedir.
Hüsn ü Aşk’ta çağdaşlarını eleştirirken, “Şiir ne değildir?” sorusunun cevabını arayan ve poetikasını bu eleştiriler üzerine kuran Şeyh Galib’e göre yeni söz söyleme imkânı kalmadığı iddiası doğru değildir. Varlıkta değişme ve yenilenme varsa sözde de olmalıdır. Zira kullarına söz feyzini ihsan eden Allah feyyâz-ı sühandır ve feyz-i sühan sonsuzdur; sözlerin önceden gelenler tarafından tüketilmiş olması ve kendilerine söz feyzi ihsan edilmiş şairlerin söylenmişi tekrar söylemeleri düşünülemez. Şeyh Galib bu fikrini açıklarken “bikr-i mazmûn, mazmûn-ı nev” gibi tabirler kullanır. Ona göre halis şiir bir çeşit vahiydir ve elbette bu cevher taze edâ gerektirir. Gerçek şairin hayal şahini en çapraşık yollarda bile yönünü kaybetmez, dedikodu devine çarpılmadan şiir ceylanını avlayıverir. Şiirde yeni bir yol açmaya çalışan Galib’in kendisinden öncekilerle hesaplaşma ihtiyacını duyması tabiidir. Bu yönüyle eski şiire en güçlü eleştirinin Nâmık Kemal ve Ziyâ Paşa’dan çok önce Galib’den geldiği söylenebilir. Bu eleştiri gücü sayesinde, eski şiirin zaman zaman güçlü şairleri bile “hâyîde edâ”ya mahkûm eden zincirlerinden kurtularak gerçekten “nev” sıfatını taşıyan bir yol açmıştır. Şeyh Galib şiirinin yeniliği, farklılığı ve bünyesinde taşıdığı özellikler sebebiyle gündemden hiç düşmemiş, çağdaşlarından başlayarak günümüze kadar çok sayıda şairi derinden etkilemiştir ve etkilemeye devam etmektedir.
Şeyh Galib divanının ilk iki sayfası (Konya Mevlânâ Müzesi Ktp., nr. 2419)
ESERLERİ
1. Divan. 1781 yılında henüz yirmi dört yaşında iken divanını tertip eden Şeyh Galib daha sonra yazdığı şiirlerle eserini 5500 beyite çıkarmıştır. Divanın çoğu İstanbul kütüphanelerinde olmak üzere kırkın üzerinde nüshası mevcuttur. Türkiye dışında ise Kahire, Londra ve Paris’te altı nüshası bulunmaktadır. 1252’de (1836) ta‘lik hattıyla basılan divanda yirmi dokuz kaside, bir terciibend, dört terkibibend, yedi müsemmen, sekiz müseddes, on yedi tahmîs, dört muhammes, bir tard ü rekb, altı murabba, altı şarkı, on üç mesnevi, bir bahr-i tavîl, bir tezkire, 372 gazel, 130 kıta, altmış üç rubâî, doksan beş beyit ve beş mısra yer almaktadır. Bunlar arasında III. Selim için on bir kaside, yirmi dört tarih, bir terciibend, bir şarkı, iki mesnevi ve altı beyit bulunmaktadır. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’ndeki bir nüshasında (Hazine, nr. 941) hece vezniyle kaleme alınmış bir türkü vardır.
2. Hüsn ü Aşk. 1783’te kaleme alınan, 2041 beyit ve dört tardiyyeden oluşan tasavvufî, fantastik ve sembolik bir mesnevidir. Eserde tasavvuf yolundaki bir sâlikin seyr ü sülûk-i rûhânîsi anlatılmaktadır. Otuzun üzerinde yazma nüshası ve muhtelif neşirleri bulunan Hüsn ü Aşk (meselâ Bulak 1252; İstanbul 1304, 1341) Tâhirülmevlevî (İstanbul 1339), Vasfi Mahir Kocatürk (İstanbul 1944), Orhan Okay – Hüseyin Ayan (İstanbul 1975) ve Muhammed Nur Doğan (İstanbul 2002) tarafından yayımlanmıştır. Abdülbaki Gölpınarlı ise Şeyh Galib’in el yazısıyla olan nüshanın tıpkıbasımını yapmış, eseri yeni harflere aktararak sadeleştirmiştir (İstanbul 1968).
3. Şerh-i Cezîre-i Mesnevi. 16. yüzyıl Mevlevi şairlerinden Yusuf Sîneçâk’ın Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden seçtiği 366 beyitten oluşturduğu bir antoloji olan Cezîre-i Mesnevî‘ye Şeyh Gâlib tarafından yazılan şerhtir. Eserde her beyitin tercümesi verilip akabinde tasavvufi açıdan şerhi yapılmıştır. Bu eserde Şeyh Gâlib’in tasavvufi bilgisinin yanında nesirdeki kabiliyeti de rahatlıkla görülmektedir.
4. eṣ-Ṣoḥbetü’ṣ-ṣâfiye. Trabzonlu Şeyh Köseç Ahmed Dede’nin et-Tuḥfetü’l-behiyye fî ṭarîḳati’l-Mevleviyye adlı Arapça risâlesine yine Arapça yazılan bir ta‘lîkāttır. Şeyh Galib, Mevlevî âdâb ve erkânından bahseden bu küçük risâleyi 1789 yılında kaleme almıştır.
Şeyh Galib ayrıca Esrar Dede’nin Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye’sindeki şiirleri derlemiştir.
Şeyh Gâlib’in şiirlerine klasik Türk musıkisi formunda otuz sekiz farklı beste yapılmıştır. Bunun yanında Yalçın Tura tarafından on iki şiiri Klasik Batı Müziği formunda bestelenmiş ve Şeyh Galib’e Saygı adıyla Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından piyasaya sürülmüştür.
Şeyh Gâlib klasik Türk edebiyatının zirvesindeki son şair olarak kabul edilir. Elbette ondan sonra da klasik şiirler yazılmıştır ancak hiç kimse onun klasik şiirde ulaştığı noktadan ileriye gidememiştir, hatta onun bulunduğu noktaya dahi ulaşamamıştır. Şeyh Gâlib klasik Türk edebiyatının en güzel elvedasıdır. Onu klasik Türk edebiyatının zirvesine ulaştıran saikler, Türk ve İran edebiyatlarının kendi dönemine kadarki tüm gelişimine geniş vukufiyeti, tasavvufi derinliği, “elsine-i selase”ye yani Arapça, Farsça ve Osmanlı Türkçesine hâkimiyeti, toplumsal ve siyasi olaylara duyarlılığı, kulluk sınırlarını asla tecavüz etmeyen engin bir özgüven şeklinde özetlenebilir. Şurası muhakkak ki onu Şeyh Gâlib yapan en güçlü yan, tüm bu kalitelerinin yanında Tanrı vergisi hayal dünyasını, şairliğinin elinde bir hamur gibi yoğurabilmesidir. Bu nedenledir ki onun şiirleri, her çeşit vezinden türlü türlü nazım şekillerine, en ağır terkiplerden en yerel kelime ve deyimlere kadar geniş bir alana hükmetmiştir.
Eserlerinden Örnekler
Dîvân
Müseddes-i Na’t-ı Şerîf-i Nebevî
Sultân-ı rüsül şâh-ı mümeccedsin efendim
Bî-çârelere devlet-i sermedsin efendim
Dîvân-ı ilâhîde ser-âmedsin efendim
Menşûr-ı “le-‘amrük”le müeyyedsin efendim
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hakdan bize sultân-ı mü’eyyedsin efendim
Tâbiş-dih-i ervâh-ı mücerred güherindir
Mâliş-geh-i ruhsâr-ı melek hâk-i derindir
Âyîne-i dîdâr-ı tecellî nazarındır
Bû Bekr Ömer Osmân ü Alî yârlarındır
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hakdan bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Hutben okunur minber-i iklîm-i bekâda
Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-ı cezâda
Gülbank-i kudûmün çekilir arş-ı Hudâ’da
Esmâ-i şerîfin ânılır arz ü semâda
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hakdan bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Ol dem ki velîlerle nebîler kala hayrân
“Nefsî” deyü dehşetle kopa cümleden efgân
Ye’s ile usâtın ola ahvâli perîşân
Destûr-ı şefâ’atla senindir yine meydân
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hakdan bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Bir gün ki dalup bahr-ı gama fikrete gittim
İlden yitürüp kendümi bî-hôdlığa yitdim
İsyânım anıp âkıbetimden hazer etdim
Bu matla’ı yâd eyledi bir seyyid işitdim
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hakdan bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Ümmîddeyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz
Sermâye-i îmânı tebâh eylemeyiz biz
Bâbın koyup ağyâre penâh eylemeyiz biz
Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hakdan bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Bîçâredir ümmetlerin isyânına bakma
Dest-i red urup hasret ile dûzaha yakma
Râhm eyle amân âteş-i hicrânına yakma
Ez-cümle kulun Gâlib-i pür-cürmü bırakma
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hakdan bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Gazel
Mefâ’ilün Mefâ’ilün Mefâ’ilün Mefâ’ilün
Efendimsin cihânda i’tibârım varsa sendendir
Meyân-ı âşıkânda iştihârım varsa sendendir
Benim feyz-i hayâtım hâsılı rûh-ı revânımsın
Eger sermâye-i ömrümde kârım varsa sendendir
Veren bu sûret-i mevhûma revnak reng-i hüsnündür
Gülistân-ı hayâlim nev-bahârım varsa sendendir
Felekden zerre mikdâr olmadım devrinde rencîde
Ger ey mihr-i münevver âh u zârım varsa sendendir
Şehîd-i aşkın oldum lâle-zâr-ı dâğdır sînem
Çerâğ-ı türbetim şem’-i mezârım varsa sendendir
Gören serkeştelikde gird-bâd-ı deşt zanneyler
Fenâ-ender-fenâyım her ne varım varsa sendendir
Niçün âvâre kıldın gevher-i galtânın olmuşken
Gönül âyînesinde bir gubârım varsa sendendir
Şafak-tâb eyledin peymânemi hûn-âb ile sâkî
Sabâh-ı sohbet-i meyde humârım varsa sendendir
Sanâdır ilticâsı Gâlib’in yâ Hazret-i Monlâ
Başımda bir külâh-ı iftihârım varsa sendendir
Gazel
Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düşdi
Dayanır mı şîşedir bu reh-i seng-sâre düşdi
O zamân ki bezm-i cânda bölüşüldi kâle-i kâm
Bize hisse-i mahabbet dil-i pâre pâre düşdi
Gehî zîr-i serde desti geh ayağı koltuğunda
Düşe kalka haste-i gam der-i lutf-ı yâre düşdi
Erişüp bahâra bülbül yenilendi sohbet-i gül
Yine nevbet-i tahammül dil-i bî-karâre düşdi
Meh-i burc-ı ârızında gönül oldı hâle mâ’il
Bana kendi tâli’imden bu siyeh sitâre düşdi
Süzülüp o çeşm-i âhû dedi zevk-i vasla Yâ Hû
Bu degildi n’eyleyim bu yolum intizâre düşdi
Reh-i Mevlevîde Gâlib bu sıfatla kaldı hayrân
Kimi terk-i nâm u şâne kim i’tibâre düşdi
HÜSN Ü AŞK
Hitâb-ı Sâkî
Sâkî getir âteş-i sabûhu
Nûr eyle o âteş ile rûhu
Düşsün dile şûr-ı çeşm-i giryân
Mevc ura tenûr içinde tûfân
Yangın yerine dönüp bu sîne
Mey gark ede lîk şûlesine
Dil-beste-i sâz-ı erganûnuz
Hem silsile-bend-i mevc-i hûnuz
Zencîrimiz edemez küşâde
İllâ ki hüsâm-ı mevc-i bâde
Bir hışm ile ver ki ol şarâbı
Mirrîh-i belâ ola habâbı
Baştan çıkarıp o câm-ı gül-reng
Mansûr’a ede bizi hem-âheng
Nîk ü bedi edelim ferâmûş
Cân ile helâk ola hem-âgûş
Kannâre imiş harâbe-i Gam
Kanı hat-ı câm o hizb-i a’zam
Tutmuş yolu çünkü hâr u hâşâk
Ol seyl-i şirâre eylesin pâk
Gam deştine eylerim tekâpû
Kimdir dura şimdi bana karşu
Gelsin beri sedd-i râh olanlar
Hasret-keş-i tîğ-i âh olanlar
KAYNAKLAR:
1. https://islamansiklopedisi.org.tr,Müellif:M. MUHSİN KALKIŞIM
2. http://teis.yesevi.edu.tr,Yazar: DOÇ. DR. FATİH USLUER