Gerekçe Amaç Hedef ve Değerler

YENİDEN MEDENİYET TASAVVURU

“Üçüncü bin yıl”ın henüz başlarında olduğumuz şu günlerde, bilim ve teknikte kaydedilen ilerlemeler hayalleri zorlayacak bir seviyeye ulaşmıştır ve beklentilerin aksine giderek hızlanmaktadır.

Teknolojik gelişmelerin yanısıra, küreselleşme ile birlikte ülkeler arasındaki ilişkilerin her alanda önceki dönemlerle kıyaslanamayacak ölçüde yoğunlaşmış olmasına bağlı olarak, dünyâ ticâret hacmi de katlamalı bir şekilde artmaktadır.

Ne var ki, teknolojide ve ekonomideki hayranlık uyandıran gelişmelere karşılık, açlık ve yoksulluk sınırında yaşayan insanların dünyâ nüfusuna oranı artmakta, gelir dağılımdaki bozukluk daha da vahim boyutlara ulaşmaktadır, zenginler ve yoksullar arasındaki uçurum, insanlığın geleceğini daha da fazla tehdit edecek şekilde, açılmaya devam etmektedir.

Teknolojik ve iktisâdî gelişmeler, beklendiği şekilde insanlığa refah, huzur ve mutluluk getirmediği gibi, çıkar çatışmalarının daha da şiddetlenmesine yol açmıştır. Dünyâ nüfusunun büyük bir kesimi, “kaynakların” ve “pazarların” üzerinde daha etkin bir hâkîmiyet tesis etmek isteyen büyük güçler arasındaki çatışmalardan zarar görmekte ve bu yüzden, “ötekiler-diğer medeniyet mensupları” var olma, beslenme, barınma, sağlık, eğitim, güvenlik gibi en temel haklardan yararlanma konusunda dahi giderek daha büyük sıkıntılar yaşamaktadır.

‘Haklı olduğu, ötekinin de kendisi gibi olması gerektiği, bunun içinde güçlü olmanın zaruret olduğu’ düsturuyla hareket eden ve 18. yüzyıldan itibâren dünyânın gidişâtının belirlenmesinde giderek daha fazla söz sahibi olan Batı Medeniyeti, bilim ve tekniğin gelişmesindeki muazzam katkılarına rağmen, “daha yaşanabilir bir dünyâ”nın inşâı konusunda beklenen başarıyı sağlayamamıştır.

Batı Medeniyetini şekillendiren felsefenin özünü teşkîl eden ve ‘Güçlü olmak, Tanrının bir lütfudur; zayıflık ise, Tanrı tarafından reddedilmiş olmanın işaretidir!’ şeklinde özetlenebilecek “ilâhî takdir” anlayışı, Batı’nın “evrensel, bütün insanlığı kucaklayan” bir medeniyet inşaı çabasına yönelmesini engellemektedir.

‘Ötekini var kabul etmeyi ve hak vermeyi Tanrı’nın irâdesine karşı gelmek’ olarak değerlendiren”, “güç” ve “kudret” sâhibi olmaya kutsallık atfeden Batı Medeniyeti, bu düşüncenin tabii bir sonucu olarak, “adâlet” kavramını gözardı ederek, ‘Güçlü olan, kuralları koyar, ötekiler kuralı koyanın istediği gibi olmalıdır’ ilkesiyle hareket etmektedir. Biyolojik Darwinizm görüşünün sosyal hayata yorumlanması ile güçlülerin zayıflara revâ göreceği her türlü muameleyi tabii gören bu anlayış, yalnız hukûkî konularda değil, hayâtın her alanında güçlülerin varlığa sahip olmasına ve zayıflara tahakkûmüne meşruiyet kazandırmaktadır.

Batı Medeniyeti’ne hâkîm olan bu düşünüş biçimi, yalnızca “öteki” medeniyetlerin mensuplarını hedef almamaktadır, Batılı toplumlar için de geçerlidir. ‘Sadece haklı olmayı değil, güçlü olmayı’ önemseyen bu zihniyetin sebep olduğu anlaşmazlıklar sebebiyle, XVI. yüzyıldan buyana, Batılı toplumların ─hem birbirleriyle, hem de kendi içlerinde─ sürekli çatışma ve huzursuzluk hâli içinde oldukları, büyük acılar çektikleri, dünyaya da büyük acılar çektirdikleri bilinmektedir.

İnsanlık târihi boyunca edinilen tecrübeler çerçevesinde insanların/toplumların huzur ve sükûn içinde yaşamalarını temin etmek maksadıyla geliştirilen demokrasi, hukûkun üstünlüğü, lâiklik, uluslararası hukûk gibi kavramların, bu kavramların oluşumunda çok ciddî katkıları bulunan Batı Medeniyeti’nin “gücü kutsayan” medeniyet tasavvuru sonunda asıl anlamlarından uzaklaştıkları ve -bir anlamda, toplumsal/toplumlararası çatışmalarda, taraflar yenişemeyecek duruma geldiklerinde, taraflar arasında “geçici barış” tesis edilmesini amaçlayan “mütâreke” vasfını kazandıkları; dolayısıyla, sözüedilen kavramların muhatabı/tarafı olan kesimlerden birisi zayıfladığında, söz hakkını da yitirdiği, müşahede edilmektedir. Başka bir anlatımla, Batılı toplumlarda, ‘Yaratılanın, yaratılmış olmaktan ötürü doğuşundan itibâren kendiliğinden (tabii olarak) sâhip olduğu hak, hürriyet ve vazifelerin güvence altına alınması’ demek olan “tabii hukûk” artık dünya ölçeğinde geçerli değildir.

Bir toplumun, ülke yönetiminde “ortak aklı” ve “ortak vicdanı” hâkîm kılma çabasının müesseseleşmiş ve müşahhaslaşmış şekli olması gereken “demokrasi”, Batı’nın “gücü kutsayan” ve “adâletsizliği meşrulaştıran” anlayışı sonucunda, günümüzde, hâkîm sınıfların karar ve uygulamalarının toplumun geneli tarafından onaylanmasını sağlayan toplumsal bir gösteriye dönüşmüş vaziyettedir.

‘Batı’nın ötekine, zayıfın güçlüye tâbî olmasını’ esas alan Batı Medeniyeti, toprak ve emeğin hâkîm üretim faktörleri olduğu zamanlara mahsus “sınıflı toplum yapısı”nın sanayi inkılâbından sonra “evrilerek” devam ettirilmesini sağlamıştır. Bunun sonucunda, modern toplumlarda dünün feodal beylerinin yerini “sermâyedar sınıfı (burjuvazi)” alırken, eski dönemin yarı köle durumundaki serflerinin yerini ise, gayrımüsâit şartlarda karın tokluğuna çalıştırılan işçi sınıfı almıştır. Sınıf farklılığına ve sermayenin menfaatine dayanan kapitalizm, kaynakların daha da arttırılması ve olabildiğince az maliyetle elde edilebilmesi için de emperyalizmi dünyaya dayatmıştır. İşte bu “adâletsiz” toplumsal yapı, XIX. yüzyılın ortalarından itibaren, başta sanayileşmiş Batılı toplumlar olmak üzere, dünyânın hemen her yerinde önemli toplumsal çatışmalara sebebiyet vermiş, kaynakların ve pazarların “paylaşılması” konusundaki anlaşmazlıklar yüzünden, ülkeler arasındaki pek çok irili-ufaklı çatışmanın yanı sıra, on milyonlarca insanın hayatını, çok daha fazlasının da sağlığını, yerini-yurdunu kaybetmesine sebebiyet veren ve insanlığın gördüğü en büyük vahşet dönemleri olan iki büyük dünyâ savaşına neden olmuştur.

Sonuç itibâriyle, Batı Medeniyeti “sömürü”ye dayanmaktadır; Batılı olan, ötekine, güçlü olan, zayıf olana hayat hakkı tanımamaktadır. Hálbuki, varlık âlemi, “yaşamak için, yaşat” esâsı üzerine binâ edilmiştir ve Batı’nın “yaşamak için, itaat ettirt” felsefesinin ilâhî irâde ile bağdaşması mümkün değildir. Batı Medeniyeti’nin içinde bulunduğu açmazlar, onun kendini sorgulamasına da izin vermemekte; aksine, onu daha da saldırgan hale getirmektedir. Bu şartlar altında, Batı Medeniyeti’nin, bütün insanlığın refah ve huzura kavuşmasını sağlayacak bir “dünyâ düzeni” tesis edebilmesi mümkün görünmemektedir. Sonuçta artan adaletsizlikler, dünyada yaygın olarak yaşanan zulümler, büyük çoğunluğu oluşturan dünyanın ezilen insanlarını daha adaletli ve huzurlu bir gelecek arayışına itmektedir. Bütün dünya zemini yeni söylemlerin çalışma alanı olacak derecede duyarlı ve hiddetli; yeni medeniyetler arayacak kadar da yüreği açık ve insani bir halde beklemektedir. Doğu’dan gelen her türlü insani söylem çabası ise yaşananlar karşısında yetersiz kalmış, umutlara çaresizlik göstermekten öteye geçememiştir.

***

Türkler, târih sahnesine çıktıkları ilk anlardan itibâren, ‘Yeryüzünün tamâmında, bütün varlık âleminin sulh-sükûn, huzur, emniyet, adâlet ve refah içinde yaşayabileceği cihanşumûl bir düzen tesis etmeyi ve bu düzeni korumayı’ ilâhî bir vazife addetmişler; bu ilâhî vazifeyi yerine getirmekte zaaf gösterdikleri takdirde, “yeryüzünü yönetme yetkisinin (Kut)” kendilerinden alınacağı inancıyla, Batı Medeniyeti’nin tam zıddı bir anlayışla, “en güçlü” zamanlarında “en âdil” uygulamaları gerçekleştirmişlerdir.

“Adâlet” kavramını mihenk alan, bireyler/toplumlar arasındaki üstünlüğün ancak “iyi ve güzel” uygulamalarla olabileceğini kabûl eden, “insanın insana tahakkûmüne izin vermeyen” İslâm Dîni, Müslüman olduktan sonra, Türklerin yukarıda bahsedilen “insanlık ülküsü”nün daha da derinlik ve mânâ kazanmasını sağlamıştır.

Türklük, bu yüksek ahlâkî vasıfları sebebiyle, İslâm inancının kabûlünden sonraki çağlarda, “İslâm/Müslümanlık” kavramlarıyla eşanlamlı addolunmuş; yeryüzünün ─kudretinin eriştiği─ bölgelerinde, şiâr edindiği yüksek insanlık ülküsünün tatbikini her hál ve şartta kendisi için en mühim ve ulvî vazife saymış; yönetimi altında bulunan toplulukların “saadet asırları” yaşamasını temin etmiştir. Bu dönemi ‘Türk Medeniyeti’ dönemi adıyla anmak gerekir.

Ancak, XI – XII. yüzyıllarda temelleri atılan ve hızla Batılı toplumları sarıp sarmalayan “aydınlanma hareketi” yeni dönemlerin felsefi temellerinin atılmasını ve Batı’da gerekli kurumların kurulmasını teşvik etmiş, kolaylaştırmış, zamanla üretimin esas unsurları olan emek ve toprağın üretimdeki önemi azalırken, “bilgi”, “sermâye”, “teşebbüs gücü” gibi yeni unsurlar insan hayatına girmiştir. Batılılar, yeni dönemin gerektirdiği zihniyet dönüşümünü ve bunun gereği olan ilke, kural, müessese, araç ve yöntemleri oluşturma konusunda, dünyânın geri kalanından hızla ayrılmışlardır. Yeni dönem, ağırlıklı olarak Batı ve Kuzeybatı Avrupa ülkelerinde, akıl, eleştiri, araştırma ve muhakemeye dayalı bilim zihniyetinin teşekkül etmesine; teknolojinin gelişmesine, millî servetin artmasına; sosyo-ekonomik yapının durağanlıktan kurtulmasına ve bütün bu değişim ve dönüşümlerle ilintili olarak, her alanda büyük bir atılım gerçekleştirilmesine imkân ve zemin hazırlamıştır.

Bilim zihniyetinin gelişmesi, ilmî gelişmenin önünde engel olarak görülen dînî inançlar karşısında pozitivist ve sekûler bir düşünme/yaşama biçiminin hayat bulmasını sağlamış; dînin toplumsal alandaki belirleyici konumu sınırlanırken, inanma/inanmama hürriyeti de “lâiklik ilkesi” ile teminat altına alınmaya çalışılmıştır.

Sosyo-ekonomik yapının değişmesiyle birlikte, nüfusun önemli bir kesimi şehirlerde yaşama yolunu seçerken, feodal sistem hızla zayıflamış; burjuvazi, esnaf-zanaatkâr kesimi ve işçi sınıfının nüfus içindeki oranı ve millî gelirden aldıkları paylar artmıştır. Bu dönüşüm, tabiatıyla, sözkonusu sosyal gurupların siyâsî-sosyal hak taleplerinin de güçlenmesine yol açmış; gerek sözkonusu kesimler arasında, gerekse bunlarla devlet (yâhut, hâkîm sınıflar) arasında yüzyıllarca süren ve büyük acıların yaşanmasına sebebiyet veren mücâdele ve çatışmalar sonucunda, çalışma hayâtı ve içtimâî-siyâsî alandaki ilke, anlayış ve kurumlar (sendikalar, sosyal haklar, siyâsi partiler, fikîr ve düşünce hürriyetini güvence altına alan ilke, kural ve kurumlar, demokrasi, hukûkun üstünlüğü vs.) yeniden yapılanmıştır; vahşi kapitalizmden sürdürülebilir kapitalist modele geçilmiştir.   

Batı’da bu değişimler yaşanırken, Medeniyetimiz yeni dönemin gerekleri ile kendi ilke ve esaslarına uygun şekilde yeni bir yeryüzü nizamı vücuda getirme konusunda yetersiz kalmıştır. İnsanlar arasında sınıf ve statü farkı gözetmeksizin, kamusal hakların ve yükümlülüklerin paylaşımında adâlet ve hakkaniyetin mutlak olarak sağlanması esasına dayanan Türk-İslâm Medeniyeti, XV. asır sonrasında, Batı’da meydana gelen gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkan sorunlara rağmen, sözkonusu kendine ait ilkelerin her ne pahasına olursa olsun yaşatılmasını varlık sebebi saymış; fakat, bu durum, giderek daha da güçlenen Batı karşısında, takatinin tükenmesini önleyememiştir. Yeni dönemin şartları, sorun ve imkânlarına cevap veremeyen, çözümler üretemeyen medeniyetimize olan inancımızda tereddütler belirmesine yol açmıştır.

XVIII. yüzyılın sonlarındaki sanayi inkılâbı ve sonrasında Batı Medeniyeti’ndeki gelişimlerin başdöndürücü bir hál alması sebebiyle medeniyetimizi, dayandığı ilkelerle birlikte ayakta tutma çabasının sürdürülemez duruma gelmesi, Haldun’un “mağluplar galipleri taklid eder” ilkesini bir kez daha doğrularcasına, Batı karşısında teslimiyete kadar varan bir çözülmeye yol açmıştır.

‘Bütün insanlığın sulh-sükûn, huzur, emniyet, adâlet ve refah içinde yaşatılmasını’ şiar edinen medeniyetimiz, günümüzde hava ve su kadar ihtiyaç duyulan bu değerlerin sürdürülebilir şekilde insan ve toplum hayâtında hükûm ifâde etmesini sağlayacak ilke, kural ve kurumları geliştirme konusunda hâlâ yeterli seviyeye yükselebilmiş değildir.

Adâletsizliğin/hakkaniyetsizliğin her alanda kendisini en bâriz şekilde gösterdiği günümüz dünyâsında, insanlık, huzur ve emniyet içerisinde yaşamasını temin edecek yeni ve âdil bir yeryüzü nizâmının özlemi içindedir. Bu bekleyişi karşılıksız bırakmayacak değerleri ve potansiyel olarak ilke ve kurumları bünyesinde bulunduran tek medeniyet anlayışı ise, Türk Medeniyetidir. Bu itibarlâ, medeniyetimizin, tıpkı geçmişte olduğu gibi, bütün insanlığın huzur ve refah içerisinde yaşatılmasını sağlayacak bir mevkie yükseltilmesini sağlamak, bu müstesnâ medeniyetin vârisleri olarak, bizler için tarihi bir sorumluluk ve görev olmak gerekir.

Hál böyle olmakla birlikte, Medeniyetimiz, şahsiyet, hürriyet, akıl, irâde, çalışma/gayret, tahkikî imân, birey/toplum sorumluluğu, hak ve yükümlülüklerin bireyler ve toplum kesimleri arasında hakkaniyet esaslarına göre paylaşılması gibi konularda fevkalâde mühim ve insanlığın huzur ve mutluluğu için mutlak surette yaşatılmasında zaruret bulunan değerlere sâhip olmasına karşılık, yaklaşık dört-beş asırdan buyana her bakımdan içe kapanmış olmanın etkisiyle sözkonusu değerlerin “müesses biçimde” yaşatılmasında güçlük çekilmektedir.

Hâlihazırda, İslâm toplumları, gelir dağılımının alabildiğince bozulduğu, hukûkun üstünlüğü kavramının uygulamada pek ciddî sıkıntılarla karşılaştığı, birey-toplum arasında çıkar dengesinin kurulamadığı, belli zümrelerin toplumun kaderine hükmettiği, toplumun eğilim ve düşüncelerinin yeterince dikkate alınmadığı; miskinliğin ve uyuşukluğun dinî bir kaide/vecibe olarak algılanmasına yol açan kaderci bir zihniyetin aklın ve irâdenin kullanımını ve gayret/azim/sebat gibi değerleri işlevsiz kıldığı; medeniyetimizin temel değerlerinin hayatımızı tanzim etme gücünü yitirdiği ve “teferruat kabilinden” şeklî hususların esasın önüne geçtiği, buna karşılık “insanlığa acı ve elemden başka bir şey vermeyen” Batı Medeniyetine ait müessese, anlayış ve kavramların hızla medeniyetimize ait kavramların yerini aldığı “vahim ve hızlı” bir çöküş sürecinin içinde sürüklenmektedirler.

Türkler, tarihlerinin en derin kültürel soğuma günlerini yaşıyor; milli ve ahlaki değerleri tahrip ediliyor, maddi ve insani yoksulluk yayılırken, toplumun engin bir geçmiş ve birikimle inşa ettiği değerleri toplum hayatından kararlılıkla siliniyor; egemen güçlerin istediği genel bir sıradanlaşma yaygınlaşıyor. Bu şartlar altında, yeni bir medeniyet tasavvurunun yapılması bir yana, Türk ve İslâm topluluklarının ─birkaç asırdan buyana akıl, irâde, çalışma, kişi ve hak ve özgürlüklerinin korunması gibi değerleri kendilerine şiar edinmiş olan Batılı toplumlar karşısında─ varlıklarını sürdürebilmelerinin dahi güçleştiği, çok açıkça müşahede edilmektedir. Bu müşahade de bize şimdilerde, mensubu olduğumuz medeniyet dairesi içinde, geçmişte sadece teoride kalmayıp uygulamada da yaşanan insani değerlerin yeniden yorumlanmasına mutlaka çok ihtiyaç olduğunu göstermektedir. Ve aslında bu durum sadece içinde bulunduğumuz kültür dairesinde değil, dünyanın da kültürel ve insani sorunlarının çözülmesi yönünde büyük bir ihtiyaçtır.

Türk milleti içselleştirilmiş kültür, haksızlık, zulüm ve zorlanan sıradanlaşmaya karşı milli duyarlılığının diriltilmesini ve yeniden inşa edilmeyi beklemektedir. Genel toplum kitlelerinin orta-yoksul yapısı, eziklik ve ahlaki değerlere saldırı, bu kitlelerin yeni medeniyet modelleri için çalışılacak önemli bir zemin olduğunu göstermektedir.

Yukarıda belirtilen hususlar çerçevesinde, medeniyetimize ait kavramların yeniden ihya edilmesini, müesses biçimde devamını ve hayatımızı tanzim edecek etkinliğe kavuşturulmasını sağlayacak “yeniden medeniyet tasavvuru” çalışmalarının vakit geçirilmeden başlatılması ve yaygınlaştırılması gerekmektedir. İşte bu sorumluluğu üstelenecek “aydınlar grubu” oluşmasını sağlayacak çalışmalar, en öncelikli konu olarak karşımızda durmaktadır.

Doğru okunan toplum yapı ve dinamiklerinin doğru yöntemlerle kurgulanması durumunda inanılmaz bir başarı ve “tarihin önemli fırsatlarından birisi”nin yeniden tasarlanması ve hayata geçirilmesi imkânları vardır. Kırmızılar Hareketi, tarihin yeni bir dönüm noktasında olduğu kanaatiyle, yeniden Türk Medeniyet tasavvuru ve dönüşümü noktasında Türk Kültürünün yeni ve insani bir “medeniyet modeli” çıkarabileceği öngörüsüyle ortaya çıkmıştır.

KIRMIZILAR HAREKETİNİN AMACI

Kırmızılar Hareketi, sadece Türkiye’nin ve mensubu olduğu medeniyet dairesinin değil, bütün insanlığın geleceğine ilişkin ‘Yeni Bir Türk Medeniyet Tasavvuru’ nun felsefi ve sosyolojik görüşüne ait çalışmaların tarihin birikimi ve geleceğin beklentileri ekseninde daha da vakit kaybedilmeden hızla yapılması gerektiğine inanmaktadır.  Bu inançla Kırmızılar Hareketi’nin temel amaçları şunlardır:

Türk kültür ve medeniyet coğrafyasındaki bilim, kültür, sanat ve düşünce insanları arasındaki münasebet, XVI. yüzyıldan itibâren zayıflamıştır. Bu münâsebetlerin artırılması, canlı ve üretken bir kültür ve düşünce ikliminin tesisi için hayâtî önem taşımaktadır. Hareketimiz bu konuda dâimi bir çaba içinde olacaktır.

Türk kültür ve medeniyet dâiresindeki insanların yüzyıllardan buyana en önemli sorunlarından birisi, geçmiş ve hâldeki gelişmeler ile gelecekteki muhtelif gelişmelerin öğrenilmesi ve yorumlanması konusunda umûmiyetle “yabancı” kaynaklardan yararlanma zorunluluğunda kalınmış olmasıdır. Hâdiselere kendi zaviyemizden bakabilmek, toplumun “güncel olaylar” ve “yakın gelecekteki muhtemel gelişmeler” konusunda sağlıklı bilgilenmesini sağlamak, medeniyet tasavvuru çabalarının en mühim gereklerinden birisidir. Hareketimiz, bu ihtiyâcı gidermek ve ‘Herkes için, en güvenilir bilgi, haber ve yorumların insanların istifâdesine sunulacağı imkân ve kaynakları oluşturmak’ azim ve kararlılığındadır.

KIRMIZILAR HAREKETİNİN HEDEFLERİ

Kırmızılar Hareketi’nin kuruluş ve çalışma hedefleri aşağıda ifade edilmektedir:

KIRMIZILAR HAREKETİNİN DEĞERLERİ

Kırmızılar hareketi;

İnsan, akıl, irâde ve şahsiyet sahibi bir varlıktır. Yukarıda sıralanan değerlerin hangi gerekçe ile olursa olsun göz ardı edilmesi Kırmızılar Hareketi tarafından kabul edilemez yanlışlar olur.

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen