Merhum Mehmet GENÇ Hocamızla ‘Eğrisi Doğrusu’ için mülakat yapmak istemiştim. Kendisiyle görüştüm, kabul etti. Soruları geçtim. Soru cevap tarzı yerine uzun bir makale yazmak istediğini söyledi. Arasına sorular koyup mülakat haline getirmem metnin ahengini bozabilirdi. Makalenin devamını beklerken vefat haberi geldi.
Okuyacağınız metinde spotlar, başlıklar, ara başlıklar bana ait. Ana metin tamamen hocamızın bana gönderdiği metindir. “Sonuç yerine” hocamızın kitabından kısa bir bölüm ekledim.
İktisat tarihçiliğimizin büyük isimlerinden merhum Mehmet GENÇ’i rahmet ve hürmetle anıyorum, nur içinde yatsın.
Taha AKYOL
*****
Mehmet GENÇ
Osmanlı ekonomisinde üç ilke[i]
Osmanlı yönetim elitinin, klasik dönemde, yani 14. yüzyıldan 18. yüzyılın son yıllarına kadar, ekonomiye bakışları, çağdaşları olan merkantilist Avrupa’dan ve aynı Batının ürünü veya mirasçısı olan çağımızın kapitalist anlayışından çok farklı özellikleri vardı.
Osmanlı yöneticilerinin toplumun/iktisadi hayatı hakkındaki tasavvurları, ihtiyaç kavramında temelleniyordu. Onların zihin dünyasında iktisadi faaliyetin hedefi, özü bütün katmanları ile toplumun ve dolayısı ile devletin ihtiyaçlarını gidermekten ibaretti. Bu anlayışla iktisadi ilişkileri düzenlerken, başlıca 3 ana ilkeye göre hareket ettiler.
İAŞE, HAZİNE, GELENEK
Dikkate aldıkları birinci ilke iaşe, yani provizyonizm ilkesi idi. Bu ilkeye göre iktisadi faaliyetin esas hedefi ülke içinde mal ve hizmet arzının mümkün olduğu kadar bol, ucuz ve kaliteli olmasını sağlamaktı. Mal ve hizmet üretenler önce kendi ihtiyaçlarını karşılamalı, ondan sonra da kademe kademe bütün toplumun ihtiyaçlarına cevap vermeli idiler.
Verimliliğin düşük ve arttırılmasının son derece zor olduğu, ulaştırma maliyetinin çok yüksek bulunduğu bir iktisadi muhitte provizyonizmin icaplarına cevap verebilmek için, üretim ve mübadele üzerinde, ziraattan başlayarak esnaflık ve ticareti de içine alan, çok kapsamlı bir düzenlemeler dünyası inşa ettiler Osmanlı yöneticileri.
Osmanlı yöneticilerinin iktisadi kararları alırken dikkate aldıkları 2. İlke fiskalizmdir. Burada hedef, iktisadi faaliyet ve ilişkileri aksamdan yürütülürken, devletin, toplumdan ayrı olarak hazinesinin devamlı olarak güçlü ve dolu kalmasını sağlamaktır; hazine gelirlerini yükseltmek ise ekonominin üretim kapasitesine ve parasal mübadele hacminin genişleme hızına bağlı idi.
Verimlilikte ve dolayısı ile üretimde artışın zor, ulaştırmanın pahalı olduğu bir iktisadi muhitte parasal mübadele de dar sınırlar içinde kalıyordu. Provizyonizmin bir ilke olarak benimsenmesi de bu şartlar altında topluma azami refahı, başka türlü sağlamanın mümkün olamayacağı düşüncesinden doğuyordu.
Ancak provizyonizme bağlılık devam ettikçe bu şartları zorlamanın riski ve maliyeti de çok yüksek kalıyordu. Neticede provizyonizm ile kaynağındaki şartlar karşılıklı destekle birbirlerini süreklileştirme eğiliminde idiler. Bu paradoksal oluşumda hazine gelirlerini yükseltmek de son derece zorlaşıyordu.
Osmanlı Bütçelerinin 1530’lardan 1780’lere kadar 250 yıl boyunca altın veya gümüş değeri olarak hacminde pek az bir artış olmasında ifadesini bulan bu zorluk, ekonomide refahı azaltıcı bir zorlamaya yol açmamak uğruna katlanılmış olan büyük fedakârlıgın bir ifadesi olarak anlaşılmalıdır.
Osmanlı otoritelerinin bir makasın iki kolu gibi işleyen bu 2 ilkeye dayanarak şekillendirdikleri Osmanlı iktisadi kurumları uzun süren deneme ve iyileştirmelerle 16. Yüzyılın ilk yıllarında esas profiline bir kere ulaştıktan sonra 3. bir ilkeyi, yani gelenekçiliği de yanlarına alarak süreklilik kazanmışlardır.
O tarihlerden itibaren değişmeleri giderek asgariye indiren bu ilke gelenekçiliktir. Bunu, sosyal ve iktisadi ilişkilerde yavaş yavaş oluşan dengeleri mümkün olduğu ölçüde muhafaza ederek, değişme eğilimlerini engelleme ve herhangi bir değişme ortaya çıktığı hallerde ise, tekrar eski dengeye dönmek üzere, değişmeyi ortadan kaldırma iradesinin hâkim olması şeklinde tanımlayabiliriz.
İktisadi hayatın türlü alanlarında doğan çatışma ve ihtilaflarını çözümü ile ilgili olarak verilen kararlarda 16-18. yüzyıllar boyunca kullanılan deyim hep aynı formülde olmak üzere “kadimden olagelene aykırı iş yapılmaması” şeklindedir. Kadim nedir? Sorusuna 17. yüzyılda düzenlemiş bir kanunnamede “kadim odur ki, onun öncesini kimse hatırlamaz” şeklinde verilen cevap, gelenekçiliğin ilke olarak ne ölçü ve derinlikte yerleşmiş olduğunu gösteren veciz bir ifadedir.
İHRACAT ENGELLENDİ
Osmanlı iktisadi ve ticari hayatı bu üç ilkenin zamana, bölgelere ve sektörlere göre farklılaşan dozlarda birleşmelerini temsil eden, matematik ifade ile bir nevi üçlü koordinat sistemi içinde vücut bulmuştur. Çeşitli icraat arasında müşahede edilen bazı farklılıkların nedeni, her icraatın bu koordinatta, ilkelerin farklı oranlarda birleşimlerine tekabül eden değişik bir mevkide yer almış bulunmasıdır.
Mesela provizyonizmin büyük oranda hâkim rol oynadığı hallerde ihracat engellenir ve ithalat kolaylaştırılır, hatta gümrük vergileri azaltılırken, münhasıran fiskalizmin etkin olduğu durumlarda ise tamamen aksine kararlar alınabilirdi.
Buna karşılık bu iki ülke açısından önemli bir fonksiyonu kalmadığı halde sırf gelenekçiliğin etkisi ile yaşamaya devam eden kurum ve ilişkilere de rastlanabilirdi. Mamafih provizyonizm dışında ilkelerden birinin tek başına hakim olduğu durumlar genellikle marjinal ve son derece nadirdir. Normal ve yaygın olan her üç ilkenin değişik oranlarda birleşerek icraatı belirlemesidir.
Bu üçlü referans sistemi, üretim faktörleri üzerinde devletin başlangıçtan beri kurmaya çalıştığı kontrole istinad ediyordu. Eğer bu kontrolü bütün zorluklara rağmen yüzyıllarca sürdürmekte Israr edilmemiş olsa idi üçlü koordinatın iktisadi ve ticari hayatı belirlemeye devam etmesi mümkün olmazdı. Başlıca üç temel üretim faktörü olarak Toprak, Emek ve Sermaye üzerinde Osmanlı sisteminin kurmaya çalıştığı kontrolü, çok kısa bir özet olarak, anlatmamız burada zorunlu görünüyor.
TOPRAK ÜZERİNDE KONTROL
I. Faktörlerin en önemlisi; zirai bir ekonomi olarak Osmanlı dünyasında üretim, istihdam ve tüketimde doğrudan ve dolaylı katkısı ile en büyük paya sahip bulunan topraktı. Bunun da en büyük bölümünü oluşturan zirai topraklardır. Zirai topraklarda imparatorluğun Asya ve Avrupa’daki arazilerinin ana-vatan statüsündeki büyük bölümünde geçerli olan ve Mirî diye bilinen bu rejimde zirai topraklar köylü ailelerine işleyebilecekleri ölçekte, reaya çiftliği adı ile bilinen, küçük birimler halinde tahsis edilirdi.
Tapu resmi karşılığında verilen bu toprak parçası üzerinde köylüye tanınan tasarruf hakkının, özel mülkiyetten çok önemli farkları vardı. Köylü toprağını vakıf, hibe veya devletin izni olmadan bir başkasına ferağ, yani devir edemezdi; mazeretsiz üç sene üst üste ekmeden bırakırsa elinden alınır ve toprağa ihtiyacı olan başka bir köylüye verilebilirdi. Toprağını bırakıp başka yere giderse, gittiği yerde yeni bir tahrir defterine kayıt edilmedikçe 10 yıl içinde geri getirilebilirdi.
Ancak Osmanlı idaresi, kontrolüne aldığı bölgede yaşayan ve reaya statüsüne aldığı halkın tamamını hür saydığı için bu kural, mutlak olarak her zaman işletilemezdi, zira hür köylüyü belli bir yerde ikamete zorlamak hukuken mümkün olamazdı, köylü eski yerine dönmek istemeyebilirdi. O takdirde çift-bozan resmi adı ile iktisadi sistemde yol açmış olacağı üretim-vergi kaybını telafi edecek bir tazminat ödemek zorunda kalırdı.
Köylü eğer yerinde kalarak hayatını tamamlarsa öldüğünde toprağı, mirasçılar arasında paylaştırılmadan bütün halinde herhangi bir miras vergisi de alınmadan oğluna intikal ederdi. Eğer oğlu yok ve kızı varsa, ona ancak tapu resmi karşılığında aynı miras tahsis edilirdi.
Bütün bu sınırlama ve düzenlemelerin zirai topraklar ve dolayısı ile zirai üretim üzerinde devlete son derece önemli yetkiler verdiğine şüphe yoktur. Devletin bu yetkileri hangi ihlallere karşı nasıl kullanacağı da kanunnamelerde açıkça gösterilmişti. Toprak köylü için işlemeden bırakılacak, terk edilecek veya satılacak bir meta değil, var oluşunun ayrılmaz parçası ve hayat kaynağı olduğu için bu ihlaller çok kere nadir birer istisnadan öteye geçmezdi.
İhlal sınırının berisinde kaldıkça köylünün tasarruf ettiği toprak parçası ile ilişkisi fiiliyatta özel mülkiyetinkinden farksızdı; yani hukuki bakımdan devletin mülkiyetinde olan toprağı köylü psikolojik olarak kendi öz mülkü gibi algılıyordu. Toprağını aile fertleri ile istediği gibi süren, ürünlerini kendisi toplayan ve yasalarda net olarak belirtilen mutedil oranlardaki vergileri ödedikten sonra kalan kısmını serbestçe tüketen ve öldüğü zaman bütünüyle oğluna, üstelik hiçbir miras vergisi de ödemeden, bırakacağından emin olan köylünün toprağını başka türlü görmesi beklenemezdi.
Osmanlı yönetiminin 14. yüzyıldan itibaren Balkanlarda hızla yayılarak yüzyıllarca varlığını sürdürebilmesinde mirî toprak rejimindeki mülkiyet kavramının, iki tarafı kesen kılıç misali, hem devlete hem köylüye aynı derecede güvenlik verici bu ikili yapısının etkisi az olmamıştır. 15. ve 16. yüzyıllardan kalan tahrir defterlerinin üretim, nüfus ve şehirleşmede kaydettiği muazzam artışta bu etkinin olumlu izleri çok açıktır.
EMEK ÜZERİNDE KONTROL
II. Emek üzerindeki kontrolün en önemli bölümü, imparatorlukta istihdam edilen toplam emeğin 2/3’ünü aşan ziraî emekle alakalıdır ve toprak üzerindeki kontrolün ayrılmaz parçasıdır. Emek üzerindeki bu kontrol, köylü emeğin kendisine tahsis edilmiş olan toprağı işlemeden tutmasını veya onu terk edip başka yere gitmesini engelleyen kurallarda ifadesini bulur.
Ancak bu kuralları sathice yorumlayarak Osmanlı köylülerini toprağa bağlı kölelere (serf) benzer bir statü içinde düşünmenin de mümkün olmadığı, Barkan’ın ayrıntılı çalışmalarında netlikle ortaya konulmuştur. Onların hür köylüler olduğunun açık delili şu ki; toprağı işlemek istemeyen köylüleri buna zorlayan bir kural yoktur; sadece iktisadî bir müeyyidesi vardır, o da toprağını elinden alıp işlemeye razı başka bir köylüye vermekten ibarettir.
Toprağını terk edip giden köylü, kanunnamelerdeki yaygın ifadesi ile “iskân şurûtu” gereği, belli şartlarda geri getirilir. Ancak burada da hür statü içindeki köylüyü zorlama söz konusu olmayıp, toprağı işlememesinden doğan vergi kaybını telafi etmek üzere normal çift resminin 7-10 katına kadar yükselen 80-120 akçe miktarında bir “çift-bozan” resmi ile bir nevî tazminat karşılığı yükümlülükten kurtulabilirdi.
Devletin emek üzerindeki kontrolü, şehirlerdeki çeşitli esnaflar için de söz konusu idi. Ancak buradaki kontrol, genellikle dolaylı idi. Zira Osmanlı şehirlerinde mal ve hizmet üretiminde genellikle uzmanlık gerektiren alanlarda, 16. yüzyıldan itibaren az çok otonomi içinde, kendi rızaları ile benimsedikleri kurallara göre örgütlenmeye başlayan esnaf loncalarının denetlenmesi ile bu sağlanırdı. Esnafın şeriata, kanunlara ve özellikle mahallî örfün icaplarına uygun oluşturulan bu kurallara göre hareketini devlet, kadı ve esnafın vergilerini toplayan mukataa emini vasıtası ile kontrol ederdi.
ESNAF ÖRGÜTLERİ
Esnaf örgütleri az çok bir uzmanlık gerektiren alanlarda oluşmuş olduğu için çıraklık eğitiminden geçmek, bütün lonca mensupları için ortak bir gereklilikti. Beşerî sermaye oluşturmanın bir başlangıcı olarak bu fonksiyonlarını eksiksiz yerine getirebilmek üzere loncalar, zamanla, üye olmayanlara kapalı birer örgüt haline gelme eğilimi içinde, her mal ve hizmeti üretmeyi belirli bir gurubun tekeline almaya yönelmişlerdir.
Başta İstanbul olmak üzere bir kısım büyük ve kalabalık şehirlerde 17. yüzyıldan itibaren birçok esnaf için söz konusu olmaya başlayan bu tekel hakkı, “gedik” adı ile bilinir. Belirli bir işi çok kere muayyen bir dükkânda yapma hakkı ile birlikte, o iş için kullanılan aletleri de kapsayan gedik, devletin destek ve garantisi ile özel mülkiyetin konusu olarak yerleşmiştir.
Gedik sahibi olanlara tanınan tekel hakkının iki yönü vardı: Herhangi bir işi, sadece o iş için örgütlenmiş olan loncanın üyeleri yapabilir ve üyeler de başka herhangi bir işi yapamazdı. 18. yüzyıldan itibaren büyük yaygınlık kazanmış olan gedik uygulaması, loncalara üye olan ustalarla yanlarında çalıştırabilecekleri kalfa ve çırak sayılarını da devletin denetimi altında sınırlamakta idi.
Şehir esnaf sektöründe istihdam kapasitesini, devlet bu yolla kontrol etmiş oluyordu. Aynı şekilde, üretilen mal ve hizmetlerin fiyatları ile ücretler de genellikle kadı, muhtesip, mimarbaşı veya mimar ağanın alakalı esnafla işbirliği içinde belirlenirdi.
Ziraat, madencilik, sanayi ve esnaflıkta çalışan emeğin çok büyük bölümü üzerindeki bu kontrollerin hedefi, üretimin hem yapısını hem de hacmini korumaktı. Sanayi öncesi ekonomide kronik olan üretim yetersizliğine karşı bir çare olarak oluşturulan bu düzenlemelerle, emeğin hareketliliği önemli ölçüde yavaşlatılmış oluyordu.
İstihdam hacminde istikrarı sağlamak uğruna, hareketliliği çok kere aynı işi babadan oğula intikal ettirecek ölçüde sınırlandırmak, özellikle şehir esnaflık sektöründe uzmanlaşmayı ve beşerî sermaye birikimini de teşvik etmiş oluyordu. Osmanlı esnaflarının 17. ve 18. yüzyıllarda madeni eşya imalatında, kuyumculuk, boyacılık, deri, dokuma vb. birçok alanda yerli ihtiyacı karşıladıktan sonra ihracata da imkân veren üretim başarılarında, bu uzmanlaşma ve beşerî sermaye birikiminin etkilerini buluruz.
OSMANLI’DA SANAYİ VE FAİZ[ii]
Bu konuda 18. yüzyıldan itibaren sayıları artan gümrük defterlerinde bolca bulduğumuz verileri bazı yabancıların gözlemleri de doğrular niteliktedir. Mesela 18. yüzyılın sonlarında Fransa’nın Selanik’teki konsolosu Felix de Beaujour, 1797 tarihli bir raporunda, Türkiye’de bakır ve demir eşya imalatında gördüğü mükemmeliyet ve mahareti hayrete şayan bulduğunu ifade eder.
İtalyan seyyah Sestini, 1779’da ziyaret ettiği Bursa’da dokuma, deri, ayakkabı, elbise vb. imalat şubelerindeki başarılı örnekleri ayrıntılı şekilde anlatırken, Avrupa’da yaygın olan önyargının aksine, Türklerin bütün bu alanlarda son derece maharetli olduklarını ifade eder. İstanbul’da Müslüman ve Ermeni kuyumcular aynı yıllarda Divan’a başvurarak, kendi imal ettikleri ürünleri Avrupa’dan ithal edilenlerden ayırt etmeğe yarayacak bir marka kullanmalarına izin isterler.
Belli ki imalatlarının daha üstün ve kaliteli olduğundan emindirler. Bir süre önce, 1750’lerde, İstanbul’da birkaç yıl kalarak incelemelerde bulunmuş olan Lyonlu Fransız iş adamı Jean-Claude Filachat, Simkeşhane’de imal edilen gümüş tellerin Fransa’dakinden çok daha ince çekilmiş olmasından hayranlıkla bahseder.
Boyacılıkta, bakır kapların kalaylanmasında ve maroken imalatında İstanbul’da gördüklerinden o derece etkilenir ki bu alanlardan birer ustayı alıp Fransa’ya götürür. Boyacılıkta Osmanlı ustalarının, özellikle kırmızı rengi elde etmede şöhreti o derecede idi ki; yerli kırmızı pamuk ipliği ihracatından başka, ayrıca Avrupa’dan ham iplik getirilir ve İzmir’de boyandıktan sonra tekrar ihraç edilirdi.
Bu üstünlük, 18. yüzyılın sonlarında Avrupa’da bilimsel kimyanın gelişmesi ile Osmanlı boyacı ustalarının meslekî sırları anlaşılana kadar devam etmiştir. Nitekim tanınmış iktisatçı E. Heckscher, 18. yy.da sanayinin her dalında İngiltere’den geri olan Fransa’nın sadece boya alanında “Doğu’nun hayranlık uyandıran boya sanayii ile temâsı sayesinde” daha ileri bulunduğunu ifade eder. Bu örnekler, Osmanlı esnaflarının beşerî sermaye oluşumu bakımından mazhar oldukları teşvike uygun cevaplar vermiş bulunduklarını yeterince ortaya koyuyor.
DEVLET MÜDAHALESİ
III. Üretim faktörlerinin son unsuru olarak nakdî ve fizikî sermaye konusunda da devletin önemli sonuçlar doğurmuş müdahaleleri vardır. Şehirlerde mal ve hizmet üretiminin en büyük bölümünü gerçekleştiren esnaflarla bunlara girdi sağlayan tüccar üzerinde, sermaye birikimi bakımından, bu müdahalelerin oldukça sınırlandırıcı etkileri olmuştur.
Provizyonizmin bir gereği olarak mümkün olduğu kadar ucuzluğu sağlama saiki ile hareket eden devletin, esnaflık ve ticaret için meşru kabul ettiği kâr oranları, 16. yüzyıldan 19. yüzyılın ortalarına kadar genellikle %5-15 sınırları içinde kalır, nadiren bunun dışına taşardı. Hangi oranın benimseneceği, faaliyetin türüne bağlı idi. Herhangi bir imalat gerektirmeyen perakende ve toptan satışlarda normal sayılan kâr haddi %5-10 arasında, bazen daha da düşük olabilirdi.
Mesela Selanik peştamalları ile Karaferye havlularına İstanbul’da 1805’te narh verilirken, yerinde alım fiyatı üzerine nakliye, gümrük vs. masraflardan başka, getiren tüccar için %5 kadar bir kâr tanınmış, perakende satacak esnafa da sadece %2,2 oranında bir kâr verilmiştir. Aynı yıllarda, İstanbul’da dokunan ipekli kumaşların fiyatı belirlenirken, Bursa’dan ipek getiren tüccara tanınan kâr haddi %3-4 arasında idi. İstanbul mamulü ipekli kumaşları perakende satan bezzaz esnafına verilen kâr da %4-7 arasında değişirdi.
Yine İstanbul’da 1726 yılında Mısır’dan gelen keteni küçük bir ameliye ilavesi ile yine hammadde olarak perakende satan esnafa tanınan kâr haddi %6,5’tu. Bu oran, malın yerinde alış fiyatına gemi navlunu, gümrük, depolama vs. masraflarla birlikte İskenderiye’den getiren tüccar için %10 kâr eklendikten sonra, perakendeci esnafın yapacağı ameliyenin gerektireceği %3’lük bir masraf da dâhil edilerek bulunan maliyetin üzerinden hesaplanıyordu.
Bu çok düşük oranlara karşılık az çok karmaşık imalatı gerektiren alanlarda, kâr hadleri biraz daha yüksek olarak %10-20’ye kadar yükselebilirdi. Mesela İstanbul’da tuğla ve kiremit imalatında 18. yüzyılın başlarında kabul edilen kâr oranı, ortalama %13,7; çivi imalatında ise 1760’larda %20 civarında idi.
FİYAT KONTROLÜ
Hemen hepsi sadece İstanbul’a ait olmakla birlikte yalnız İstanbul esnafını değil Mısır, Selanik ve Bursa gibi değişik merkezlerden mal getiren tüccarları da içine alan oldukça kapsamlı bir kâr sınırlaması ile karşı karşıya olduğumuzu ortaya koyan bu birkaç örnek, tipik olan uygulamanın mantığını ve sınırlarını yeterince gösteriyor. Tabii ki her yerde her zaman bütün mal ve hizmetleri, titiz bir maliyet hesabı ile, devlet fiyatlandırıyor değildi.
Ancak, fiyatlandırdığı zaman meşru kabul ettiği kâr hadlerinin %2-20 sınırlarını pek aşmayacağı ve ortalama %10 civarında kalacağı tahmin edilebilir. Nitekim 1680 (1091) tarihli bir kanunnamede, narhta meşru kârın %10 olduğu, çok zahmetli işlerde bunun %20’ye kadar çıkarılabileceği, ancak bu sınırı aşmaması gerektiği açıkça belirtilmiştir.
Mamafih, devletin narh koymadığı hallerde de Osmanlı esnaf sistemi, yapısı itibarı ile, piyasalardaki kâr hadlerini fiilen bu sınırlar içindeki ortalamaya doğru çekmede oldukça güçlü bir eğilim içinde bulunuyordu. Zira bu sistemde, her malın hammaddeden başlayarak nihai tüketime hazır hale gelinceye kadar geçtiği üretim ve mübadele aşamalarının her biri ayrı bir esnaf birimi olarak örgütlenmekle kalmaz, her aşamada farklı ürün türleri varsa onlar da ayrı birer örgütlenme birimini oluştururdu.
Bu sebepten her esnaf, girdi ve çıktıları ile zorunlu olarak bir veya birkaç esnafın alıcısı veya satıcısı konumunda idi ve aralarındaki fiyatlandırma ilişkisinde birinin kârını artırması diğerininkini azaltacağı için esnaflar birbirini frenlemeye çalışırlardı. Kolektif pazarlık gücü ile bunun başarılamadığı hallerde esnafın başvuracağı kamu otoritesinin belirleyeceği kâr oranının yukarıdaki örneklerin ve kanunnamenin gösterdiği sınırların içinde kalacağını tahmin etmek hiç de zor değildir.
Mamafih, bu sistemin iyi örgütlenmiş şehir esnaflarında oldukça düzenli işleme şansı bulunmakla birlikte, benzer şekilde örgütlenmiş olmayan bölgeler arası ticarette kontrolünün zor olabileceğini, risk ve belirsizlikleri dolayısıyla aynı düzenlilikte geçerli olmayabileceğini de kabul etmek gerekir.
Ancak geçerli olduğu ölçüde bu derece düşük kâr oranları ile sermaye birikimi imkânlarının çok sınırlı kalacağı da muhakkaktır. Nitekim ticaret ve sanayi bakımından önemli bazı merkezlerdeki esnaf ve tüccar terekeleri üzerinde yapılmış olan araştırmalardan da bu anlaşılıyor. Meselâ 17. yy. boyunca Bursa’da, 18. yüzyılın başında Şam’da, 17 ve 18. yüzyıllar boyunca Kahire’de yaşamış yüzlerce esnaf ve tüccara ait terekelerin ortalama değerlerine göre hesaplanan servet büyüklükleri, esnaflarda 400-1000 kuruş arasında, tüccarlarda da 1500-4000 kr. arasında değişmektedir.
Aralarındaki farklara rağmen, sermaye birikimi imkânlarının her iki grup için de sınırlı kalmış olduğu görülüyor. Bu sınırı genişletebilmeleri için, ortalama kâr oranı olan %10’un altında bir faiz haddinde kredi bulabilmeleri gerekirdi. Daha düşük faiz haddinde kredi bulabilmelerine gelince, buradaki durum ise şöyle idi:
OSMANLI’DA FAİZ
Sermayenin hem oluşumu hem de mahreci bakımından önemli bir unsur olarak faiz, Osmanlı ekonomisinde ancak belirli birkaç alanda izin verilmiş, onların dışında İslam fıkıh kurallarına uygun bir rejim içinde, yasak statüsünde tutulmuştur. Faize izin verilen en önemli alan, sarraf muameleleridir. Burada amaç, büyük çapta nakdî sermayeye ihtiyaç gösteren maliye-iltizam sektörünün aksamadan çalışmasını sağlamaktı. Bu sektöre yeteri kadar sermaye akışını sağlamak üzere benimsenmiş olan faiz haddi, 17-18. yüzyıllara ait verilere göre, %20-25 arasında idi.
Bu sermayeyi oluşturabilmek üzere, sarraflara %15 civarında bir faiz haddi ile mevduat kabul etme imkânı verildiği de belgelerden anlaşılmaktadır. Faizin izinle uygulanabildiği diğer iki alan, yetimlere ait nakdî mirasın işletilmesi ve para vakıflarıdır. Tamamen insanî ve sosyal amaçla izin verilen bu iki alanda geçerli olan faiz haddi ise %12-15 civarında idi ve sarrafların mevduat kaynaklarını oluşturmada önemli payları vardı.
Sınırlı alanlarda izinle belirlenen %12-29 arasında değişen faiz haddinin genel ortalaması %20 civarında olmakla birlikte, piyasadaki fiilî hadlerin daima daha yüksek olma eğiliminde bulunduğu düşünülürse, ortalama %10 kârla çalışabilen sektörlere sermaye akışını beklemenin imkânı olmadığı açıktır. Bu yüksek faizlerle nakdî sermayenin esas mahreci, maliyenin iltizam sektörüdür.
Ticaret ve esnaflıkta sermaye kıtlığı, devletin müdahale ve yönlendirmeleri sonucu oluşmuş bir durum olarak bilinen bir olgu idi. Küçük ölçekli basit aletlerle yapılan üretimin gerektirdiği sermayeyi, üreticiler kendi mütevazı kaynakları ile karşılayabilirlerdi. Ama az çok önemli nakdî ve fizikî sermaye gerektiren çarşı, bedesten, han, debbağhane, sabunhane, mumhane, boyahane, basmahane, kumaş apre tesisleri, mengene vb. alanlarda yatırım yapmalarının zor olduğunu bilen devlet, bu yatırımları ya kendisi doğrudan yahut da vakıflar aracılığı ile yapar ve üreticilere kiralardı.
Bu sabit tesislerde normal rant, %5-8 civarında idi ve mevcut kâr oranları ile kolayca karşılanabiliyordu. Devlet, bu sayede hem fiziki sermayeyi kontrolü altında tutarak üretimin düzgün akışını sağlar hem de bu tesislerde temerküz eden faaliyetleri, kaçakçılık riski olmadan, az masrafla vergilendirmeyi başarmış olur, ayrıca da bir rant geliri elde ederdi. Bu, Osmanlı iktisadî politika ilkelerinin tümüne âdeta ideal uygunlukta bir çözüm tarzını ifade ettiği için, köklü ve yaygın bir uygulamanın konusu olmuştur.
KONTROLÜN HEDEFİ
IV. Üretim Faktörleri Üzerindeki Devlet Kontrolünün Hedefi ve Sonuçları:
Üretim faktörlerinin mülkiyeti, fertler arası dağılımı, tedavülü ve fiyatları, yani rant, faiz, ücret ve kâr üzerinde devletin doğrudan ve dolaylı olarak belirleyici, sınırlandırıcı ve yönlendirici mekanizmalarla kurduğu kontrolün esas hedefi, ekonomide her kesimin ihtiyaçlarının karşılanması ile birlikte devlete gerekli gelirin sağlanması, yani provizyonizm ve fiskalizm ilkelerinin herhangi bir engele uğramadan uygulanabilmelerini mümkün kılacağı düşünülen bir yapının oluşturulmasıdır.
Bu yapının temel kurumları oluştukça yavaş yavaş gelenekçilik de üçüncü ilke olarak modele eklenmiştir. Klasik dönemin başlarından itibaren her türlü değişim karşısında oldukça esnek bir tutumla “ibadullaha (halka), mîriye (devlete), nafi (faydalı) ise ve kimesneye mazarratı (zararı) yoğ ise” benimsenmekte tereddüt edilmez, aksi halde reddedilirdi.
Ancak bu üç unsurun her zaman bir araya gelmesi, yani hem halka hem devlete faydalı olacak, ayrıca kimsenin hakkını ihlal etmeyecek bir demetle karşılaşmak, herhangi üç noktadan bir doğrunun geçmesi tarzında, giderek nadir hale geldikçe, değişimi asgariye indiren gelenekçilik, üçüncü önemli ilke olarak iktisadî politikaya ait çerçeveyi tamamlamıştır.
——————————————-
[i] https://www.karar.com/mehmet-gencin-son-makalesi-osmanli-ekonomisinde-uc-ilke-1610141
[ii] https://www.karar.com/osmanlida-sanayi-ve-faiz-1610271