İsmail Küçükkılınç, Gaspıralı İsmail Bey üzerine Muaz Ergü’nün sorularını cevapladı.
*****
İsmail Gaspıralı, Kırım Türklerine mensup bir fikir adamı, eğitimci, gazeteci… Bozguna uğramış topraklarda din için, millet için çırpınmış bir mücadele eri. Düşünceleri, yaptığı işler bütün Türkleri ve Müslümanları yakından ilgilendiriyor. Kırımlı bir Türk olmasına rağmen bütün İslam dünyasının sorunlarıyla hemhal…
Ölümünün 102. yıldönümünde XIX. yüzyıl Türk Aydınlanmasının önde gelen simalarından
İsmail Gaspıralı‘yı
İsmail Küçükkılınç anlattı.
Röportaj: Muaz Ergü
Yayıncı: http://www.dunyabizim.com
*****
İsmail Bey, adaşınız Gaspıralı Kırımlı bir Türk. Malum olduğu üzere insanın doğduğu ve yaşadığı yer ile yaşadığı zaman insanı etkiler. Bu bağlamda Gaspıralı’nın memleketini ve yaşadığı zamanı değerlendirmenizi istesek, onun hangi şartlarda ortaya çıktığını ya da onu ortaya çıkaran şartları sorsak, neler söylersiniz? İtiraf etmek biraz zor olacak ama İsmail Gaspıralı, memleketi işgale maruz kalmış, gâvur idaresine geçmiş, mahkûm ve makhur (bozguna uğratılmış) bir milletin çırpınan yaralı kuşudur. Onun Rus makamlarına müteveccih (yönelik) kimi tabasbus (yaltaklık) kokan istida (yardım istemek) ve yazıları aslında sadece merhumun değil bir milletin de çektiği azabın, duyduğu elemin terennümüydü. Bazen daha çok yalvarmak, daha çok alçalmak değildir; daha çok isyan etmek, gözyaşı dökmek, kan tükürmektir.
Kırım her ne kadar Kazan gibi Rus denizinde bir ada değil ve Kırım Türkleri, Kazan Türklerigibi tarihin kaydetmekten hicap duyduğu zulümlere maruz kalmamışsa da yine de esaret başlı başına bir felaketti. Kazan mezaliminden gerekli dersleri çıkaran Rus çarlığı, kabul etmek lazımdır ki, Kırım’da daha dikkatli hareket etmekteydi. İsmail Gaspıralı işte bu dikkatin doğurduğu, büyüttüğü, tarih sahnesine armağan ettiği silahsız bir kahramandı. Gaspıralı, mevcudiyetin artık silahla ve mukavemetle değil mutavaatı (boyun eğme) da mutazammın (içine alan) bir dikkatle temin edileceğini idrak eden biriydi. O, hayali muhal görmedi ama bazı ateşli ve heyecanlı Kırım Tatarları gibi hayatın gerçeklerinden de uzaklaşmadı. O artık Rusyasız bir şey yapılamayacağını kabul etmişti. Gaspıralı, en az ateşli gençler kadar kederliydi; ancak onun derdi, bu kederin nasıl azaltılabileceğiyle ilgiliydi. O, hayalle ve geçmişle teselli olmakla değil, yapılabileceklerle meşgul oldu ve ateşli gençlerin kuvvet ve silah bulsa da asla yapamayacakları şeyleri bu suretle gerçekleştirmiş oldu. Rusya’nın tebaası olan ve kahir ekseriyeti Türk olan Müslümanları, Rusya rejimine muhalefet ve mukavemet göstermeden de kaynaştırmayı gaye edindi. Onun bulduğu silah “eğitim” ve “haberleşme” idi. Bunu ise müşterek en üst değer olan İslam ve ayrıca Osmanlı Türkçesi ile tatbik mevkiine koyacaktı. Önce okullar açtı, sonra da Tercüman’ı çıkardı. Onunla maruf (tanınan) ve muttasıf (nitelenmiş) olan Cedidcilik kısaca buydu.
İsmail Bey, Gaspıralı’nın memleketi Kırım’da, bilhassa da Kazan’da Türkçülük neyi ifade ediyordu? Bizim bugün anladığımız manada etnik bir kökene vurgu söz konusu muydu?
Seküler-laik ama münevver namusuna sahip biri olan
Cafer Seydamet Kırımer, 1934 senesinde yayınladığı
Gaspıralı İsmail Beyunvanlı eserinde imlasına müdahalede bulunmadığımız şu satırları yazmaktaydı:
[Gaspıralı] İslam dünyasının medenî, iktisadî, siyasî perişan vaziyeti hakkında ‘Tercüman’da pek çok makaleler yazılmış ve İslam âleminde terakkiye doğru atılan her adımdan mutlaka bahsedilmiştir. Bu yalnız Rusya Müslümanlarını teşvik emelile yapılmıyordu. İslam Kongresi fikri, Hint mektepleri ıslah arzusu hep İsmail Beyin İslamcılık fikrinin neticeleri(y)di. İsmail Beyin Türkçülüğü İslamcılığile daima yanyana yürümüş ve birbirini itmam etmiştir. Zaten bu devirde yalnız İsmail Bey değil, âlelûmum Şimal Türklerinde ve Türkiye’de Türkçülük İslamcılıkla yanyana yürütülmekte idi… Türkçülüğün Türkiye’de Osmanlıcılığa, Şimalde Tatarcılığa karşı aldığı kat’î ve menfî vaziyet İslamcılığa karşı hatta bugüne kadar dahi tebellür etmemiştir denilebilir. Türkçülük, Osmanlıcılığa ve Tatarcılığa karşı yalnız tarihe ve ilme zıt birer tabir olduklarından dolayı değil, millî birliği yıktıklarından ve millî cereyanın tabiî inkişafını baltaladıklarından dolayı kat’î vaziyet almağa mecburdu. İslamın içtimaî hayatımızda oynadığı role, ananelerimize ve harsımıza girmesine ve dinin milliyetin bir temeli addolunmasına binaen, Türkçüler İslamlaşmağa karşı bir vaziyet almadılar.Kırımer, her ne kadar
İslam’ın milliyetin bir temeli olduğu tespitini tüm Türkçülere haml ve hasrediyorsa da bunun hakikatte farklı olduğunu da biliyordu. Türkçüler, genelde İslam’ı millet mefhumunun temeli/esası değil, kuvvetli bir unsuru addetmişlerdir ancak İslam’a hürmet noktasında bir iki istisna haricinde terbiyesizliğe, küstahlığa yeltenmemişlerdir.
Edige Mustafa Kırmal bile “İsmail Beyin görüşünde siyasi tezin yerini, programının Türkçülük ve İslamcılık ideleriyle belirtilen ideolojik yönü işgal etmekte idi. Türkçülük idesi onun ünlü ‘Dilde, Fikirde, İş’te birlik’ şiarında sentezleştirilmiş, İslamcılık görüşü ise bütün Müslüman dünyasının dayanışma prensibi üzerinde kurulmuştu” derken aslında İslamcılık olmadan Gaspıralı’nın anlatılamayacağını kabul ediyor ama İslamcılıkla izahı daha kolay hususları zorlamayla da olsa Türkçülük şeklinde formüle ediyordu.
Kazan’da Türkçülük, daha üst bir değer olarak kabul ve müdafaa edilmiştir. Boy ve kabilelerin “millet”, lehçelerin de “millî lisan” addedilip tefrikanın yaygınlaşması korkusu üzerine kabileciliğe [Tatarcılık, Başkurtluk, vs.] karşı Türkçülük akımı gelişmiştir. İslamcıların kahir ekseriyeti, bu meyanda Türkçülüğü savunmuştur. Burada Türkçülük, etnik bir manada değil, kabilecilik karşıtlığı manasındadır. Ne yazık ki daha yakın zamana kadar geniş bir çevrede bu kabil Türkçülük, bugünkü manada bir Türkçülük zannediliyordu. İsmail Gaspıralı’nın İslamcılık düşüncesinin tezahürü olan ‘Dilde, Fikirde, İşde Birlik’ mülahazası da aynı yanlış anlamanın kurbanı olmuştur. Yakın zamana kadar Ali Suavî’nin sarıklı bir laik, Namık Kemal’in ulusçuluğun mimarı olarak tanıtıldığı ülkemizde Kazan ve Kırım’daki kabile karşıtlığı manasındaki Türkçülüğün bugünkü manasıyla anlaşılmasına da pek şaşırmamak gerekir.
Genelde biz Gaspıralı’yı Türkçü olarak biliyoruz. Siz ise Gaspıralı’nın Türkçülükten ziyade İslamcılığa yakın olduğunu hatta İslamcı olarak nitelenebileceğini söylüyorsunuz. Burayı açabilir misiniz? Gaspıralı, bilhassa son yıllarda kendisiyle alakalı yapılan daha objektif çalışmaların da teyit ettiği veçhile Türkçülüğe değil, İslamcılığa daha yakın biridir. Ancak onun eserlerinde ifadeye çalıştığı “Türklük” ve “müşterek edebî lisan” tabirleri muhtemelen kasten işaret, ihtiva, istihdaf (hedef alma) ve tazammun (kapsama) ettiği mânâ ve gayeden tecrit edilmiş, hepsi Müslüman olan Türkî topluluklarla alâkadâr olmak ve onları daha kolay anlaşacakları müşterek bir lisana davet etmek garip bir şekilde “Türkçülük” şeklinde telâkki, tavsif ve tesmiye edilmiştir.
Gaspıralı’nın İslamcılığı aslında muamma değildi. Devrinde bu vasfıyla iştihar etmiştir. Cumhuriyet Türkiyesi’nde pek çok isim gibi onun da bu yönü inanılmaz bir nisyana ya da tahrife maruz kalmıştır. 1920’lerde bile birkaç kaynakta dile getirilmiş, ancak buna rağmen ne hikmetse hep onun Türkçülüğüne vurgu yapılmıştır. Kimi zaman Türkçülükle İslamcılık birbirine tedahül de etmiş ama Gaspıralı hep Türkçü olarak bilinmiştir. Biz, onunla alakalı yazılarımızda millet mefhumuna ve vakıasına getirilen tarif, yüklenen anlam, verilen değer açısından bir tefrike gittik. Gaspıralı’nın niçin laik olmadığına, diğer Türkî entelektüellerin hemen hepsinin niçin laik-seküler, hatta mühim bir kısmının pozitivist olduğuna bu kısa röportajda girmemiz mümkün değil. Ayrıca bu Türkî entelektüellerin çoğu, milliyetçiliğe yaptıkları vurgu ve dinî hassasiyetlere olan saygıları sebebiyle çoğu zaman itikadî inançlarını ya da İslam hakkındaki net fikirlerini de ifade edememişlerdir. Onların bir kısmı, mensup oldukları millet, İslam’a inanıyor olduğu için ihtiyatla hareket etmiştir. Gaspıralı ise itikaden de İslam’a merbut (bağlı) biri ve bir Müslüman gibi hareket etmiştir. Diğer Türkî entelektüellerin çoğunun “imanî” bir derdi yok. Dolayısıyla millet vakıasına bakışları da farklıdır.
Çeşitli vesilelerle de ifade ettiğimiz veçhile Gaspıralı mü’min ve bir İslamcı olarak İslam’a, Türklüğe temin edeceği menfaat açısından ilgi duymuyor, bilakis İslam’ı millî hayatın şaşmaz terazisi, mizanı, esası ad ve telakki ediyordu. Yusuf Akçurave Ahmed Ağaoğlu gibi Türkî entelektüeller İslam’ı, Türklüğün, daha doğrusu millet mefhum ve vakıasının, basit ya da mühim bir unsuru veya daha da ileri gidersek “baskın bir özelliği” olarak zikr ve kabul ederken, Gaspıralı onu “esası” addediyordu. Gaspıralı, Rusları kuşkulandırmamak, İslamcılık ithamına maruz kalıp -ki herşeye rağmen yine de ara sıra bu ithama maruz kalmıştır- yapacaklarına engel olunmaması için üslubuna ziyadesiyle dikkat ediyor, söyleyeceklerini naif bir şekilde dile getiriyordu.
Peki, Gaspıralı böyle de diğerleri sellemehüsselam (çekinmeden) bodosloma mı mevzuya giriyorlardı? Hayır! Onların profesyonelliği ile Gaspıralı’nınki çok farklı… Gaspıralı İslamcı ithamına maruz kalmamak, diğer Türkî entelektüellerse İslam’la bir problemleri var algısı yaratmamak için dikkat ediyorlardı. Hatta seküler aydınların çoğu, kerhen Cuma namazına bile gidiyordu. Kaldı ki bunların mühim bir kısmı, ya ulema çocuğu veya torunu, ya da o dönemki tedrisat iktizasınca da ciddi bir dinî malumatı da haiz olduklarından çok kolay renk de vermiyorlardı. İşte bunların yakayı ele verdiği en mühim şey millet vakıasına olan bakışlarıydı. Kısaca laik-seküler oluşlarını millet mefhumuna yükledikleri mana ile ortaya koyuyorlardı. Ahmed Ağaoğlu, Yusuf Akçura, kimi zaman İslamcı bir söylemde bulunmasına rağmen Hüseyinzade Ali Turan, ulema ailesine mensup Zeki Velidi Togan,Sadri Maksudî ve dinî veçhesi diğerlerine nazaran daha az görünür olan Cafer Kırımer gibi pek çok Türkî entelektüel (Türkî ibaresini Rusya Türk’ü manasında kullanıyoruz) Türklük ve millet mefhumlarını dile getirdiklerinde çok profesyonel numaralara da müracaat ederek -mesela Cemaleddin Afganî‘yi kimi zaman çok ahlaksızca istismar ediyorlar- İslam’a talî planda kıymet atfettiklerini ortaya koyuyorlardı. Gaspıralı ise İslam’ı millet ve Türklük mefhum ve vakıasının esası kabul ediyordu.
Onun İslam Birliği mücadelesi ve çabası ile millet mefhum ve vakıasının temeli olarak İslam’ı görmesini de ayırmak lazımdır. Yani Gaspıralı İttihad-ı İslamcı olmasaydı da bir İslamcıydı. Bu tespitimiz daha evvel başka bir kalemden sadır olmuşsa öncelik elbette onadır.
Bir yazınızda “ne Gaspıralı’yı ne de Akçura’yı layık-ı vechile tanıyoruz.” diyorsunuz. Evet, üstad nedir bu mevzuun hakikati? Türkçede İsmail Gaspıralı hakkında kaleme alınmış müstakil en mühim eserin tarihi 1934 olmasına ve burada bilhassa Rus ve yabancı kaynakların da yardımıyla Gaspıralı’nın “İslamcılığı”na vurgu yapılmasına rağmen geniş bir çevrede onun bu vasfı ya görmezden gelinmiş ya da önemsizleştirilmeye çalışılmıştır. Gaspıralı’nın müşterek lisan/Edebî Türkçe ve Rus Çarlığı’nda mukim Türkî toplulukları ortak bir hatt-ı harekete davet vurgusu her ne hikmetse Türkçülüğüne hamledilmiştir.
Tercüman nüshalarına;
Türk Yurdu,
Sırat-ı Müstakim külliyatına ve mezbur hakkında kaleme alınmış yerli-yabancı ilmî çalışmalara dikkatle bakılsaydı onun aslında Türk mefhumunu, bahusus millet vakıasını yukarıda izah ve ifade ettiğimiz veçhile İslam merkezli mütalaa ettiği neticesine ulaşılacaktı.
Gaspıralı’yı Türkçe ve Türk mefhumlarına yaptığı katkı ve sık atıftan dolayı tekeline alan geniş bir çevre uzun müddet muhtemelen bu inceliğin farkında olmayarak onu ülkemizde yanlış ve farklı bir kimlikle tavsif ve takdim etmişlerdir. Kusura bakılmasın, mezkur muhite mensup ve bir kısmını şahsen tanıdığımız kesanın (insanlar) Gaspıralı hakkında sathî dahi malumatı haiz olmadığını, hatta Kırımer’ın mebhus kitabından bile haberdar olmadığı ya da hiç okumadığını görmek, anlamak, fark etmek onun niçin Türkçülüğün babası gibi addedildiğini de ispatlıyordu. Bizler mukayeseli tahlil gibi okumadan da mahrumuz. Herkes kendi inanç ve ideolojisi doğrultusunda okuma yapıyor, meseleleri yine aynı şekilde mütalaa ve tahlil ediyor. Türkçülüğün babası kim ne derse desin Yusuf Akçura’dır. Peki, Akçura hakkında bilhassa milliyetçi, Türkçü camiada kaç esaslı çalışma yapılmıştır, daha da mühimi onun eserleri bir küll halinde ne zaman yayınlanmaya başlamıştır? Tercüman’ın mevcut nüshaları bile henüz ülkemizde Latinize edilemedi.
Maalesef bugün Gaspıralı, Akçura, Ağaoğlu, Musa Carullah, Rızaeddin b.Fahreddin, Bubikardeşler ayarında adam çıkaramıyoruz, hiç olmazsa bu gibi tarihî kıymet ve şahsiyetlerimizi bihakkın anlayalım. Vefatının üzerinden hele de yarım asırdan fazla süre geçmiş insanlar artık biraz da ideolojik ve siyasî değil, tarihî şahsiyetler olarak telakki ve tetkik edilmelidir. Fakir, bir İslamcı olarak, Gaspıralı’ya esasında mühim bir tarihî şahsiyet olarak kıymet vermektedir.
İsmail Bey, Gaspıralı’nın dini düşünce yönünden Cemaleddin Afgani’den etkilendiği yönünde genel bir kanı var. Bu konuda neler söylersiniz? Var mı böyle bir etkilenme? Gaspıralı’nın en mütebariz ve mütemayiz vasfı baştan beri izaha gayret ettiğimiz üzre temkin, tedbir, teennî ve ihtiyattır. Gaspıralı’nın yazdığı her şeyin çok uzun bir düşünce, gözlem ve hesabın ürünü ve neticesi olduğunu söyleyebiliriz. Onun, bir isimden, bir fikirden etkilenmesiyle, ondan bahsetmesi farklı şeylerdir. Merhumun bir İslamcı olarak, Afganî’den etkilenmemesi mümkün gözükmüyor, ancak referans ve atıf mevzu bahis oldukta Gaspıralı, kendisini bile feda edecek dikkat, fıtrat ve ihtiyatta birisidir. Afganî’nin bilhassa Kazan İslamcılarının tamamını etkilemesi, buna mukabil Gaspıralı’da makes bulmaması düşünülemeyeceğine göre tesir muhakkaktır.
Ancak onun bir Mehmet Emin Yurdakul gibi ulu orta ve mütemadî bir şekilde Afganî propagandası yapmasını da beklememek lazım. Nihayetinde Mehmed Emin Yurdakul, hem hiçbir surette İslamcı addedilemeyecek birisi hem de sırtında yumurta küfesi olmayan birisidir. Osmanlı topraklarında İslamcılık yapmakla Rusya hududunda İslamcılık yapmak nasıl aynı şey değilse, İslamcı birinin Afganî’den bahsetmesiyle laik ve milliyetçi birinin Afganî propagandası yapması da aynı şey değildir. Gerçi Yurdakul, Ağaoğlu ya da Akçura ayarında bir entelektüel ferasete sahip olmadığı için Afganî’yi bihakkın anlayamamıştır da.
Rızaeddin b. Fahreddin de Yurdakul gibi Afganî’nin dizinin dibindeki talebelerinden biriydi ama şüphe yok ki Rıza Kadı, Afganî’yi daha iyi anlamıştır. Kanaatimce Cemaleddin Afgani, “milletinize sahip çıkın” derken şunu kastetmişti: “İttihad-ı İslam en idealidir, ancak bu, mümkün olamıyorsa muhitinize sahip çıkın, kendinizi/çevrenizi İslamlaştırın”. Bunu Mehmed Emin Yurdakul mu daha iyi anlamış yoksa Rıza Kadı mı? Afganî, Türk Müslümanları Rusya’ya kışkırtıp onları kırdıracak kadar hayatın gerçeklerinden de uzak değildi. Bu sebeple Rusya tebaası Türklerle konuşurken İslamcılığın körü körüne isyan ve başkaldırı olmadığı gerçeğinden hareket ediyordu.
İsmail Bey, siz İslamcı olduğunu ifadeden çekinmeyen birisiniz. Bu özelliğinizle de alakalı bir soru sormak istiyorum. Sizin sıkça kullandığınız bir “Kazan İslamcılığı” tabiri var. Zannımca literatürde ilk siz kullandınız ve bunun Cedidciliğe hasredilemeyeceğini iddia ediyorsunuz. Kazan İslamcılığı çok mu mühim bir şey? İsmail Gaspıralı’yı da merkeze alarak bu konuda ne demek istersiniz? “Kazan İslamcılığı” diye tesmiye ettiğimiz ama esas üçlü tasnifimizle farklılığını ortaya koymaya çalıştığımız bu İslamcılık, birilerinin Ceditçilik diyerek geçiştirdiği ya da önemsizleştirdiği kadar basit bir hareket değildi. Şayet birileri İslamcı ve İttihadçı diye tevkif ve mahkûm ediliyor, sürülüyor, medresesi kapatılıyorsa onlara Ceditçi diyerek işin içinden çıkamayız. Es-Er, Bolşevik, din düşmanı bazı Tatarlar da Ceditçi olarak tesmiye ve tavsif edildiğine göre Ceditçilik başka şey, İslamcılık başka şeydir. Abdürreşid İbrahim, Musa Carullah, Rızaeddin b. Fahreddin, Abdullah ve Ubeydullah Bubi, Sun’atullah Bikbulat gibi isimlerin Ceditçi denilerek geçiştirilmesi, muhtemelen birilerinin İslamcılığı şiddetle hemhal veya mutlaka devlet hedefi gözeten bir hareket olarak görmelerinden kaynaklanıyor; oysa Kazan’da Çarlık Rusyası karşısında Kazan Tatarlarının bağımsızlık mücadelesine girişmeleri 3-4 asırdır muhafaza ettikleri varlıklarından vazgeçmeleri manasına gelecekti. Bu sebeple literatüre “Kazan İslamcılığı”nı ilk defa biz mi armağan ettik, emin değiliz ama hâlâ araştırmaya devam ediyoruz. Şayet bu tabiri bizden önce kullanan birine tesadüf edersek, hiç olmazsa bu dünyada yalnız kalmadığımızı görüp mutlu olacağız.
Kazan Tatarlarını ve Kazan İslamcılığını anlamak için Endülüs’ü, Bosna’yı, Kosova’yı da anlamak iktiza etmektedir. Kazan’ı ve Kazan İslamcılığını anlamak için Osmanlı İslamcılığını ve Sömürge Toprakları İslamcılığını da iyi bilmek gerekir. Hâsılı çok iddialı, kendince orijinal şeyler söyleyen birinin bu söylediklerini besleyecek müktesebata sahip olması lazımdır.
Şundan artık zerre miskal şüphem yok: Kazan İslamcılığı diye bir şey var ve bu, hayli orijinal bir İslamcılık türü; bu, Ceditçilik değildir. Kazan’daki Ceditçiler salt İslamcılardan müteşekkil değildir. Her İslamcı Ceditçidir ama her Ceditçi İslamcı değildir. İsmail Gaspıralı ise Cedidci bir İslamcıdır. Burada Cedidciliğin “modernlik”, İslamcılığın da modern ya da modernist bir telakki olduğu yönündeki tartışmalara girmek istemiyorum. Bunlar başka siyakta ele alınması gereken mevzular. Ancak bu röportajın birkaç yerinde de temas ettiğim gibi maalesef Gaspıralı’yı biz hep Türkçü- milliyetçi yazarlardan okuduk, öğrendik. İslamcılarsa bu konulardan haberdar olmadıkları gibi onlar, Türk dünyasıyla ilgilenmeyi de -haşa sümme haşa- şeytanın koynuna girmeyle eşdeğer gördükleri için bu işlerde çok geç kaldılar. Gaspıralı’nın hiç bir metnini doğrudan okumamıştık; okuduklarımızın ise bağlamını bilmiyorduk. Haliyle Gaspıralı’yı hep Türkçülüğün babası olarak tanıdık. Kazan İslamcılığı mefhum ve gerçeğine vasıl olduktan sonra Gaspıralı’nın da Müslüman Türklerin birliğini istihdaf eden bir İslamcı olduğunu gördük.
Bir de yukarıda da temas ettik, Kazan’da üst kimlik olarak Türklük ya da Tatarcılık-Başkurtluk tartışmalarında bu tartışmaların her iki tarafında yer alanların hemen hepsinin Ceditçi olduğunu, üst kimlik olarak Türklüğü (esasen İstanbul Türkçesini) müdafaa edenlere Türkçüler denildiğini ama bu Türkçü tabirinin Osmanlıcı-İslamcı manasına geldiğini, diğerlerine yani mahalli lehçelerin edebi dil olmasını savunanlara Tatarcı (yani etnik milliyetçi) denildiğini gördük. Mesela Rızaeddin Fahreddin ve Fatih Kerimi dayı-yeğen Türkçü olarak tanıtıldılar; halbuki bunlar İstanbul Türkçesine yakın bir dili üst-edebi dil kabul ettikleri için Türkçü olarak tavsif ediliyorlardı.
Peki, Gaspıralı, İslamcılığı, Kazan İslamcıları Abdürreşid İbrahim, Abdullah Bubi gibi mi yoksa başka bir şekilde mi anlıyordu? Şimdilik sadece şunu söyleyebilirim: Gaspıralı muhakkak bir İslamcıysa da onu salt Kazan İslamcılığına irca edemeyiz. O, Rus denizinin ortasındaki bir ada hükmündeki iç Rusya Müslümanlarını da aşan bir perspektife sahipti. Bu röportaj kapsamında pek temas edemedik ama Gaspıralı’da mevcudiyet-beka endişesi yanında daha genel bir birlik mülahazası da barizdi. Hint ve Mısır programları buna delildir. Kırım ne de olsa Kazan’a göre İslam dünyasıyla daha yakın bir ilişki kurabiliyordu; ayrıca Osmanlı pek çok açıdan Kırım’a, Kazan’dan daha yakındı. Kazan Tatarlarının Gaspıralı gibi geniş bir ufkun tezahürü görüşlere, tespitlere, çözümlere, tekliflere değil, beka-varlık kaygısıyla yakından alakalı çözümlere ihtiyaçları vardı. Musa Carullah’ın Uzun Günlerde Ruze/Oruç çalışması her ne kadar yüksek bir zekâya, içtihad gayretine istinat ediyor idiyse de bir yönüyle de mahallî bir sorunun neticesiydi. Gece-gündüz farkı orucu etkiliyor, iftar ve sahur vakitlerinin tayinini gerektiriyordu. Gaspıralı’nın İslamcılığı daha gevşek ama daha üst bir türdü. Gevşek bağlara, genelde konjonktürel-siyasi mülahazalarla müracaat ve itibar edilir.
——————————————————————
24.09.2016