Prof.Dr. Haldun GÜNER
Yolda, Nasreddin hocaya rastlayan birisi, ‘hocam bak bir tepsi baklava gidiyor’ demiş. Hoca hiç istifini bozmadan,
-‘Bana ne’ demiş.
-‘Ama hocam, baklava sizin eve gidiyor’
– ‘O zaman da sana ne kardeşim’ deyivermiş.
‘Sana ne, bana ne’. Bunlar çok kullanılan sözcükler.
“Salgın hastalıklarla mücadele Cumhuriyet’in çok daha öncesinde başladı. 1887 yılında İstanbul’da kuduz enstitüsü açıldı. 2 bin 521 kişinin tedavi gördüğü enstitüde sadece 13 ölüm vakası raporlandı. 1889 yılında Bağdat’ta patlak veren ve 1893 yılında İstanbul’a sıçrayan kolera salgını için Sultan Abdülhamit, Dr. Henry Chantemesse’yi ülkemize davet ederek salgını durdurdu ve onu altın madalya ile ödüllendirdi. Fakat o dönem atılan bu adımlar, Osmanlı topraklarındaki tüm salgınları engelleyemedi. Araya giren savaşlarla birlikte hastalıklar çoğaldı.
Cumhuriyet kurulunca, 27 Mayıs 1928’de Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü adı verilen Türkiye’nin ilk halk sağlığı laboratuvarı hizmete girdi. Enstitü, hızlı yayılan enfeksiyon hastalıklarıyla mücadele etmeye başladı. 1931 yılında, ağız yoluyla uygulanan BCG Aşısı üretimine başlanıldı. 1932 yılında, serum üretiminin ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye gelmesi sonucu, dışarıdan serum ithali durduruldu 1933 yılında, Simple Metodu ile, kuduz aşısı üretimi ele alındı. 1934 yılında, İstanbul Aşıhanesi, Enstitü bünyesine nakledildi ve çiçek aşısı üretimi ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye getirildi.
1935 yılında, Farmakoloji Şubesi kurularak yerli ve yabancı ilaçlar ile diğer hayati maddelerin kontrolüne geçildi. 1936 yılında, Hıfzıssıhha Okulu açıldı. 1937 yılında, kuduz serumu üretilmeye başlandı. Aynı zamanda Enstitü’nün İlaç Kontrol Şubesi, ülkedeki ilaçları denetlerdi. Bu durum ilaç firmalarının korkulu rüyasıydı. Aşı ve Serum Şubesi Müdürlüğü Difteri, Tetanoz, Boğmaca, ve her türlü tedavi anti-serumunun üretildiği bölümdü. Bakteri besiyerleri, büyük cam galonlar içinde imal edilir ve oda kadar büyük neredeyse tarihi otoklavların içinde sterilize edilirdi.
Üretilen anti serumlar arasında, akrep, yılan sokmalarına karşı serumlar olduğu gibi gazlı gangren anti serumları da bulunmaktaydı.
Enstitü, Mustafa Kemal Atatürk hayatını kaybettikten sonra öyle başarılı işler yaptı ki 1940’lı yıllarda Türkiye, Ortadoğu ülkelerine Tifüs aşısı satacak noktaya geldi. 1942 yılında, tifüs aşısı ve akrep serumu üretimine başlandı. 1947 yılında, biyolojik kontrol laboratuvarı kuruldu. Enstitü bünyesinde aşı istasyonu açıldı. İntradermal BCG aşısı üretimine geçildi. 1948 yılında ülkemizde ilk defa boğmaca aşısı üretimi yapıldı. 1950 yılında, İnfluenza Laboratuvarı, Dünya Sağlık Örgütü tarafından Uluslararası Bölgesel İnfluenza Merkezi olarak tanındı ve İnfluenza aşısı üretimine başlandı. 1951 de, ilk kez antibiyotiklerin ve bazı vitaminlerin kalite kontrolüne başlandı.
1954 de, İlaç Kontrol Şubesi kuruldu. 1956, tetanos aşısı daha modern metotlarla üretilmeye başlandı. 1958, ilk kez frenginin modern yöntemlerle teşhisi ele alındı. 1966, ‘Kolera Referans Laboratuvarı’ kuruldu. 1974, Mikoloji Laboratuvarı açıldı. 1976, BCG aşısının deneysel üretimine başlandı. 1983, kuru BCG aşısı üretimine başlandı. 1984, ‘Zehir Danışma Merkezi’ ve 1987, ‘AIDS Araştırma Merkezi’ açıldı.
1950’lerden sonra Hıfzıssıhha Enstitüsü; Türk halk sağlığının korunmasında laboratuvar hizmetlerinin Türkiye genelinde yaygınlaştırılması başlatıldı. 16 ilde bölgesel düzeyde hizmet vermek amacıyla şubeler açıldı. Atatürk’ün, yokluk döneminde var ettiği Enstitü, 4 Ocak 1941 tarih ve 3959 sayılı yasayla kabuk değiştirdi. Pek çok birim oluşturularak kökleşti.
Peki, sonra neler oldu?
* 1997’de, aşı üretim tesisleri faaliyetleri durduruldu.
* 1999’da, aşı üretim tesisleri kapatıldı.
* 2004 yılında ise, Manisa Tavuk Hastalıkları ve Aşı Üretim Enstitüsü, Bakanlar Kurulu Kararı ile kapatıldı!
* 2 Kasım 2011 de, Cumhuriyet’in büyük yokluklarla kurduğu ve harikalar yarattığı ‘Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı’, 663 sayılı kararname ile kapatıldı. Personeli, Halk Sağlığı Kurumu’na devredildi. Demirbaşları, depolara kaldırıldı.
Şimdi sormak lazım! Cumhuriyet’in ilk yıllarında ve devamında sürdürülen aşı politikası desteklenseydi, uluslararası endüstriye pazar olmak yerine milli endüstri korunup kollansaydı, bugün yabancı ülkelerden, korona virüs aşısı bekler miydik?” www.kocaelikoz.com / G. Karabulut
Aranızda, ‘sana ne kardeşim, biz aşıyı dışarıdan çok daha ucuza temin ediyoruz’ diyenler olabilir. Savaş olur, kıtlık olur, pahalılık olur, hatta düşmanlık olur da, size aşı vermiyoruz dediklerinde, ne yaparız, nerelerden aşı buluruz, hiç düşündünüz mü?
Evet düşündük ve korona aşısını üretmeyi başardık, Zorda kalınca, Kurtuluş Savaşı’nı da, aşı üretmeyi de başarırız. Hiç kuşkunuz olmasın. Halen, insan/veteriner aşı ve serumlarının en azından bir kısmı ve bazı aşamaları ülkemizde de üretiliyor. Buna rağmen, aşıların çoğunluğu ithal. Aşı ve serum, dünyada kabul edilen stratejik ürünlerdir.
Duyduk duymadık demeyin, işte bu yüzden, çok büyük stratejik önemi olan aşıların, tamamı olmasa da çoğunluğunun, ülkemizde üretilebilmesi çok önemli, hatta zorunludur. ‘Sana ne bana ne’ diyerek geçiştirir ve unutabilir miyiz?
—————————————
Kaynak:
https://www.akademikakil.com/hifzissihhayi-kapattilar-sana-ne-bana-ne/haldunguner/