Ulus Devlet dediğimiz form, insanlığın başlangıcından beri var olan bir şey değil, tarihsel bir kategori. Ulus da öyle. Feodal toplumlara baktığımız zaman, önce bir imparatorluk yapısı vardı. İlerleyen süreçte imparatorluğun kurumları dağıldı. Üniversal bir yapı olarak sadece üniversite ve kilise kaldı. Siyasal yapılar tamamen çöktü ve o istikrarsızlık içinde çok sancılı biçimde ortaya çıkan karşılıklı vassal ilişkileri doğdu.
Ben burada bunun tarihine girecek değilim. Fakat şu kadarını söylemek lazım gelir ki, bu denli büyük bir kıskacın içinde merkezi otorite ve meşruiyetin sağlanması yüzlerce yıllık bir kargaşa ve istikrasızlık dönemi içinde ikili bir sarmalda oluştu. Bir yanda kralın kısmî otoritesi, diğer yanda ise feodal yapıların kendi içinde tesis ettiği farklı otoriteler şeklindeki bir yapıydı bu.
Çan bile çalarken kimin adına çaldığı belli olmayan bir çandı bu. Kral adına mı senyör adına mı kilise adına mı, kim için ve kimin adına çaldığı belli olmayan bir çandı. Ve fakat şurası kesinde: hep aynı tekdüzelikte çalan bu çan her şeyiyle bir vassal ilişkisini hatırlatıyordu ama çalan çan bile kesinlikle tek bir merkezin ve herkesin çanı değildi. Bu şekilde dehşetli bir parça bölüklük vardı Feodal Avrupa’da.
Devlet de bu parçalı ve enfeksiyonlu ilişkiler ağının bir parçasıydı ve orada bile devlet denince kimin devleti olduğu belli olmayan bir yapı vardı. Merkezi monarşilerin doğması bu zeminde ve uzun bir süreçte oluştu. Bu sefer de yıkılan serf-senyör ilişkisinin yerini burjuva-proletarya ilişkisi aldı.
Bu istikrarsızlık döneminde toplumdaki en değerli varlık şövalye idi. Her şey gücünü ondan almış, ona dayanmıştı. Alman imparatoru ve Kutsal Roma-German İmparatoru Frederic Barberousse (1122-1190) bile o yüzden bir şövalyeye hitaben “senin gibi bir şövalye uğruna iki imparatoriçe veririm” demek [2] zorunda kalmıştı.
Fransız İhtilali
Fransız ihtilaline gelinceye kadar ulus devletlerin oluşmasının, işte bu tür çok uzun bir tarihi var. Balzac’ın Köylüler ve Köylü İsyanı romanında ihtilal sonrası Fransa’da yaşanan ikili yapı ve bu ikisi arasındaki gerilimler görünebilir. Bu iki romanda da bir yanda Fransa, diğer yanda kilise ve kral var. Halkın bir kısmı Fransa için çarpışırken bir kısmı da kilise ve kral için çarpışıyor.
Şunu iyi anlamak lazım, kavramlar sadece kuru birer içerikten ibaret değil, bunların sembolik içerikleri ve her bir sembol ve içeriğin de uzun bir tarihi var. Gökalp’in büyüklüğü de burada. O sadece kavramlar arasında ilişkiler kuran bir ip cambazı değil, kavramların temellerine inen, onların ortaya çıktığı dönem ve geçirdiği tarihsel aşamaları dikkate alan büyük bir mütefekkir, sahici bir bilim ve sanat insanı. Mitoloji ve bilinçdışının karanlık dehlizlerine nüfuz eden bir dikkat ve tecessüs.
Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikayesi kitabı Londra ile Paris arasında tam da devrim sırasında yaşanan olayları konu alır. Aristokrasiye karşı biriken hınç ve bu hıncın Devrimden sonra dehşetli görüntülerini konu alan bir eser. Paris’te giyotinin bir tırpan gibi işlediği Concorde Meydanı ve o meydanda uğultusu kulakları sağır eden kalabalıkların sesleri.
Devrin öncesi sefalet yılları ve baskıyı bin defa geride bırakan bir terör, devlet terörüdür her şeyi kasıp kavuran. Hukuk ve adaletin olmadığı, şekilsiz kalabalıklar ve onların içlerinde asırların biriktirdiği öfke ve histerinin kuralsız biçimde patladığı bir durum. Devrim sonrası Fransa’sı tek kelimeyle öfke ve histerinin çılgın biçimde giyotin olarak patladığı bir durumla sembolize edilebilir ancak.
Gerçi her şey yasaldır yasal olmasına, ama yapılan yine de bir terör ve katlamalı bir terördür: hem de bir devlet terörü. Dillerden düşmeyen kelime ulustur ulus olmasına ama bu bildiğimiz kurallı ve kurumsal bir bütünlük olan ulustan çak faklı, öfkeli kalabalıkların oluşturduğu bir insan ve öfke selinden ibarettir. Buna ulus denemez. Bilinçdışında biriken öfkenin yönettiği şekilsiz, büyük bir hayvandır sahnede olan.
Oysa ulus demek kurumsal bir bütünlük olarak her şeyin belirsizlikten çıktığı tanımlı bir yapı, insan ve toplum olmanın ileri bir aşamasıdır. Öyle bir yapı ki, insanın toprak yanı olan yerel ve etnik tortularından çıkarak, ondan çok daha büyük bir konvansiyon ve değerler kümesine, ulusun bütün üyelerini kapsayan ulvi bir amaç ve kaygı birliğine adım atılmasından ibaret olan bir yapı. Bu yapıdır ki yurttaşla devlet arasındaki bütün mesafeleri eşitler ve bunları güvenceye alır. Bunu da ulusal kapsamdaki kurumsal araçlarla yapar.
Fakat devrim sonrasında ortaya çıkan yapı böyle bir yapı değil de gücün sadece siyasal erkte biriktiği ve hukuk da dâhil diğer her şeyin avara kasnak olduğu bir durum ortaya çıkartıyor. Bilhassa devrim ve kargaşa yıllarından sonra ortaya çıkan Napolyon çağında böyle oluyor. O zaman da hukuk sadece bir retorikten ibaret kalıyor. Kuru ve etkisiz bir içerik.
İşte o zaman Fransız aydınları fark ediyor ki hukukun kuru ve etkisiz bir retorik olmaktan çok, siyasal erkten ayrı ve özerk, müstakil bir yaptırım gücü olan bir güç haline gelmesi gerekiyor. Bunu fark ediyorlar ve bütün güçlerini bunun üzerine teksif ediyorlar. Bizde de bir şekilde siyasal erkin her şey, onun dışındaki bütün erklerin hiçbir şey olduğu dönemler oldu ve her şey avara kasnak aline getirildi.
Ulus, ulusal kurumlar ve bunların kendi aralarında belli bir uyum içinde işlemesi; işte bütün bunlara ve bunların kurumsal pratiğe aktarılmasına milliyetçilik deniliyor ve bu da bir anda sabahtan akşama ve sloganlarla olmuyor. Fransız Devriminden sonra bütün bunların ete kemiğe bürünme ve belli ölçüler içinde kurumsal pratiğe kavuşturulması meselesi yıllar alıyor.
Ulus, Uluslaşma ve Gökalp
Ulus işte böyle bir iş. Ciddiye alınması gereken ve üzerinde büyük mesailer, uğruna büyük mücadeleler verilmesi gereken bir iş. Bizde bu meseleye sistematik şekilde ve belli bir bütünlük içinde kafa yoran ilk düşünür Ziya Gökalp. Ne ki gereği bir anlaşılamayan ve sadece “Vatan Türklere ne Türkiye’dir ne Türkistan/Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir Turan” şeklinde hamasi bir şekilde sunulan bir şair (!).
Fakat o şairden de öte büyük bir düşünür ve bilim insanı. Gençlik yıllarımızda hepimiz onu spekülatif şeyler yazmış biri olarak düşünürdük. Fakat mesele öyle değil. Tanpınar bir yerde Gökalp için ‘’Gökalp çok şümullü bir işti, yarım kaldı’’ der. Gerçekten de öyledir, şümullü fakat yarım kalmış bir teşebbüs.
Oysa bazıları Gökalp’e Durkheim’ı doğrudan doğruya aktaran kuru bir nakilci olarak bakıyor, öyle görüyorlar. Bu, çok ciddi bir yanılgı. O, özgün bir düşünür ve kültür adamıydı ama erken vefatı, girişimini yarım bıraktı. Gökalp’in erken ölümü olmasaydı, hazret fikirlerini muhtemelen çok daha ileriye taşıyacak ve farklı yorumlamalara gidecekti. Fakat ömrü vefa etmedi ve bunları olgunlaştırma imkânına kavuşamadı.
İmdi, tekrar ulus ve ulus devlet kavramına gelecek olursak, her iki şey de bir form olarak yeni ve gençtir ve belli bir dönemin ürünüdür. Buna yukarıda bir nebze temas edildi. Kavram aynı zamanda ve her yerde sürgit aynı biçim ve içerikte gelişmiş de değil. O da her yerde olduğu gibi içinde bulunduğu şartlardan etkilenmiş ve onların tortularını taşıyor.
Bir yerde emperyal duyguların dışarıya taşması şeklinde tezahür eden kavram, başka bir yerde anti emperyalist bir forma dönüşerek ulusal kurtuluş savaşlarına ilham kaynağı olurken, başka bir yerde modernizmin bayrağı, başka bir yerde ise çareyi tarih ve tarihî sembollerde arayan eğilimlerin simgesi olmuştur. Bazen de sağlıksız kentleşme ve sosyalleşme süreçleriyle içe kapanma şeklinde tezahür eden taşra tepkiselliğinin içeriğini boşalttığı bir mecra haline getirilmiş.
Bu, dün olduğu gibi bugün de böyledir ve milliyetçilerin asıl görevi, kavramı, içine düştüğü bu tortulardan temizlemek ve asli mecrasına oturtmaktır. Gökalp’i diğerlerinden ayıran milliyetçiliği bir hamaset olarak değil, bir mesele olarak ortaya koyan yaklaşım farklılığındaydı. O, meseleyi ulus çağında ortaya çıkan zaruretler ve meydan okumalar karşısında bir cevap olarak ele alıyor ve ona göre çözümler üretmek istiyordu.
Cihan harbinden sonra imparatorluk formları tek tek yıkılmış ve ulus devletler doğmuştu. Onun arkasından gelen Cemiyet-i Akvam (BM), Devletler Hukuku ve Self Determinasyon gibi bütün kavramlar bunun üzerinde yükselmişti. Bu, bugün de böyledir ve aynı temel üzerinde gelişerek devam etmektedir. Bu dönemde yıkılan geleneksel siyasal formlar içinde üç geleneksel yapı da aynı dönemde çökmüştü. Bunlar Çarlık Rusya’sı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı imparatorluğuydu.
Geleneksel imparatorluk yapıları çöktü. Peki, bu yapıların içerisinde sosyalleşme süreçleri ve ilişkiler ne üzerinden yapılıyordu? Henüz gazete gibi modern araçların olmadığı geleneksel bir devirde ilişkiler pek tabii ki yerel ağlar ve geleneksel kurumlar üzerinden yapılıyordu.
Geleneksel yapılarda meşruiyetin kaynağı her ne kadar bizde olduğu gibi şeriat olsa da padişah buyruk ve fermanıyla bunları yorumlama tekelini elinde bulunduran Şeyhülislam, Kadı ve müftü de bunun meşru araçlarıydı. Modern devirlerle birlikte Tanrı yerine insan, vahiy yerine akıl, ümmet yerine ulus geçince meşruiyet araçları da değişti ve her şey tepeden tırnağa değişmek durumunda kaldı.
Böylece yeni kurumlar ihdas edildi. Bu her yerde aynı olmadı. Bizde başka diğerlerinde başka şekillerde gelişti. Nihayet yerel kural ve kurumların yerine ulusal kurumlar geçti. Yeni dönem her şeyin ulusal boyutta standardize edildiği bir dönemin de başlangıcıydı. Böylece başta dil olmak üzere her şey standardize edildi. Bunun bizdeki ilk adımı II. Mahmud döneminde başlar. İlk defa zorunlu eğitim denemesi olmak üzere açılan mekteplerle ilk resmî gazetemiz olan Takvim-i Vekâyi ve bunun sivil alandaki uzantısı olan Servet-i Fünun hareketi bu dönemin ürünleridir.
Vatan kavramı da ilk defa o dönemlerde bütün bir ülkeyi ifade anlamında Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre’siyle ortaya çıkan bir kavramdır. Bu, Avrupa’da da böyledir ve orada da geç tarihlerde Floransalı biri kendini İtalyan olarak değil de Floransalı olarak tanımlar.
Eski dönemde devletle ilişkiyi yerel aracılar ve eşraf üzerinden kuran tebaa yerine yeni dönem ulusal kurumlar ve kurallar getirirken, her şeyde genel-geçer bir norm birliğinin tesis edilmesini sağlıyor ve ulusu bu ilişkiler üzerinden tahkim etmeye çalışıyordu. Bunların şu veya bu arazlar tarafından bozulması, tıpkı tertemiz bir kumaş üzerinde iz bırakan güve izleri neyse, geleneksel tortular da ulusal zemin üzerinde iz bırakan güve izleri gibiydi.
Bu anlamda devlette yurttaş arasındaki ilişkilerin ulusal kural ve kurumlar üzerinden değil de kısmen bile olsa yerel aracı ve nüfuz grupları veya cemaat ve zümreler üzerinden yapılması da ulusal kural ve kurumlar üzerinde varlığını devam ettiren geleneksel tortular ve güveler olarak görülebilir. Uluslaşma sürecinin önündeki en büyük engellerden birisi bu türden alışkanlık ve kurumlardır.
Reformasyon çağıyla birlikte nasıl Tanrıyla kullar arasından Kilisenin tahakküm ve aracılığı çıkartılmak istenmişse, ulus çağıyla birlikte devletle yurttaşlar arasından da yerel aracı ve eşrafın tahakküm ve aracılığı çıkartılarak bu tahakküme son verilmek istenmiştir. Cumhuriyet uluslaşma süreciyle işte bunu, aradaki aracıların çıkartılıp yurttaşların doğrudan doğruya devletle ilişki kurmasını sağlayan araçlar inşa etme teşebbüsüydü. Gökalp’in üzerinde çalıştığı konu da buydu.
Burada pekâlâ şöyle bir soru sorulabilir: Ulus çağından önce bir Türk Milleti var mıydı ve varsa bu ulus nasıl bir ulustu? Evet bir ulus vardı. Buna vâki ulus deniyor. Vâki ulus da devlet formu altında bir araya gelen ulustu. Birincisiyle ikincisi arasındaki fark, birinde ilişkiler yerel araçlar, diğerindeyse modern araçlar üzerinden kuruluyordu.
Vâki Ulus
Türk kimliği, Fransız Devrimiyle birlikte ortaya çıkan bir kimlik değil, çok eski çağlardan beri oluşmaya başlayan bir kimlikti. Bu kimlik de siyasal bir form olarak devlet ve onun oluşturduğu kurumlar tarafından şekillendirildi. Birinciyle ikincisi arasındaki fark, sadece gelenek ve modernlik farkıdır.
Bunun da nedeni bizdeki devlet formunun Batı’da olduğu gibi bir sınıf veya zümreye değil, doğrudan doğruya o siyasal bütünlük içinde yaşayan herkese ait olmasıyla ilgili bir şeydi. Evet, beylik bir soy aristokrasisine ait olmayı gerektiriyordu, ama bey ve beyin malı bütün bir topluma aitti. Mesela Dede Korkut’ta geçen han sofrasının yağmalanması bunun en tipik örneklerinden biridir.
Farsça hân-ı yağma veya Moğolca Şölen sözüyle anlatılan toy kelimesi tam da bu duruma örnek olarak gösterilebilir.[3] Bu, boy beyinin mülkünü paylaştığı ve adına hân-ı yağma denilen bir gelenek olarak boy beyiyle bağlıları arasındaki ilişkileri eşitleyen ve aralarındaki bağı sağlama alan bir uygulamaydı. Dedem Korkut ne demişti: “Karakoça kıymayınca el alınmaz; öz kılıcı çalmayınca kırım dönmez; Er malına kıymayınca adı çokmaz”. [4]
Evet, tam olarak böyleydi. Kısrakları kan terleterek sürmeyince maksuda erilmezdi. Oysa at demek Türk için kardaşından ileri bir şey demekti. O yüzden de tıpkı diğer destan kahramanları gibi Köroğlu da at deyince bir başka söylemiş, bir konuşmamış mıydı?
““Kır atım meydan yerinde
Gezer horlayı horlayı
Bir kötü, az bir kavgadan
Kaçar zorlayı zorlayı”
Ne ki, böyle bile olsa o da bey malıydı ve o yüzden yağmalanırdı. Bey olmak böyle bir şeydi. Beylik vermekle sözü o yüzden bizim genetik şifrelerimizden biri olmuştu. Hâl böyle olunca kimlik de bu ortak zeminde, beyle sembolize edilen devlet etrafında teşekkül etmişti. Devlet etrafında teşekkül eden bir velâyet-i âmme oluşmuştu.
Bu kolektif kimliğin şifrelerini çok erken devirlere kadar uzatmak mümkün. Toynbee gibi biri bu husus üzerinde dururken, “neden” diye sorar; “Neden, Kuzey Amerika bozkırlarında üniversal devletler değil de kabile yapıları doğdu da Avrasya steplerinde üniversal yapılar doğdu?” Hazret bu konuda sağlam bir sonuca ulaşabilmiş değil. Fakat böyle bile olsa bunun en temel sebeplerinden biri Avrasya steplerinde ortaya çıkan siyasal yapıların üniversal bir meydan okumasıyla karşı karşıya gelmiş olmalarıdır.
Bir diğer sebep de steplerin de tıpkı okyanuslar gibi benzer yapıya sahip olmalarıdır. Birincide lojistik merkezleri olarak adalar öne çıkarken diğerinde vahalar öne çıkmaktadır. İkisinde de bireysel olarak yaşamak neredeyse imkânsız olduğu için sürüden ayrılanı kurt kapar sözü darb-ı mesel olmuş, hayatın rotasını belirlemiştir. O nedenle hem deniz hem de bozkır hukuku sert hükümler içermiş ve cemiyet hayatını bireysel hayatın önüne çıkartmıştır.
Mançurya steplerinden batıda Macaristan ovalarına kadar uzanan step çizgisi ve bu çizginin efendileri olan Türk varlığının kimliği de aynı hat üzerinde doğudan batıya doğru güneyinde konumlanmış Çin, İran ve daha batıda Roma ve Akdeniz dünyasıyla temasa geçmiş ve bu sahadaki meydan okumalara başarıyla cevap vermiştir. Kimlik bu hatta belirlenmiş ve bireysel özgürlük yerine devlet merkezli ulusal bağımsızlık fikri öne çıkmıştır.
Mesela Büyük Hanlıklar dönemi olan Göktürk Çağı; bu çağı ele alalım. Onların geldiği ve hâkim olduğu yerler ve bilhassa Zerefşan Vadisiyle Baktriya ve Hârizm havzaları: Bu havzaların tamamı çok eski çağlardan beri tıpkı İtalyan şehir devletleri gibi müstakil yapılar halinde örgütlenmiş uluslararası birer ticaret diasporası ve o diasporanın merkezi antrepoları idi. Türkler işte buralarda, her biri birer ticaret merkezi olan bu kültür, sanat ve imalat merkezlerinde hâkim olmuş, buralarda sultan muamelesi görmüşlerdi.
Basit anlatımla buraları erken Cumhuriyet devrinin Çinçin Bağları değil, gelişmiş ana kentin merkezi yerleriydi. İran bahçeleri de öyleydi, Soğdiya’nın Usruşuna, Semerkant, Buhara, Urgenç, Belh ve Merv gibi ana kentleri de öyle; Tarım Havzasının Kaşgar’dan Turfan, Hoten ve Yarkent’e kadar uzanan şehirleri de öyleydi. Hepsi de tarihi bin yılları aşan bir geçmiş ve yönetim kıdemine sahipti.
Aynı şey Akdeniz ve Anadolu sahasında devam etti. Orada da 2.000 yıllık Roma başkenti 50 yılda Türk-İstanbul oldu. Balkanlara serpilen Türk tarzı imaret, vakıf, medrese ve ince minareli camiler, orada da Türk varlığını çil çil taşa toprağa nakşettiler. Kurumları ve kurallarıyla bugün de etkileri hissedilen Türk etkisi Marakeş’ten Delhi ve Dalmaçya sahillerine kadar bütün bir İran, Horasan ve Güney Türkistan sahasına damgasını vurdu.
Bu damga her şeyiyle Türk’tü.
Türk Milliyetçiliğinin Çağdaş Sorunları
Erken Cumhuriyet devrinden günümüze kadar köyden kente yönelen göçün sağlıksız biçimleri kadar uluslaşma sürecine zarar veren ikinci bir şey olmadı. Ankara’ya taşradan gelen insanlar gecekondulara yerleşti. Alt yapının olmadığı ve herkesin kendi yerel renk ve dilleriyle geldiği bu bölgeler tıpkı insan bedenindeki çiçek hastalığı gibi benek benek izler oluşturdu ve sosyal yapıyı o haliyle belirlediler.
Kültürel davranış kalıpları da ulusal değer ve ulusal kurumlar üzerinden değil, çoğu kez cami dernekleri etrafında kümelenen kültürel renklerle şekillendi. Sosyalleşme süreçleri de aynı şekilde bu kalıplar tarafından belirlendi. Bütün bunlar oluşurken ister istemez enfeksiyonlu ve kapalı, gri alanlar oluştu.
Bir tür eskinin kalıplarını da taşıyan tortu ve atıklar da hayatın içinde kendilerine yer buldu. Enfeksiyonlu alanlar derken bunları kastediyorum. Bunların büyük kısmı bilincin erişimine kapalı bilinçdışının asırlara uzanan kaynaklarından beslenmiş arkaik ürenler olarak hayatımıza girdi ve davranışlarımızı belirledi. Bunların toplamına zihniyet diyoruz ki, Gökalp’in de asıl olarak çözmeye odaklandığı alanlar bunlardı.
Bilinçdışı en yalın haliyle, organizmanın kaydettiği şeylerdir. Gökalp milli kültür derken, bilincin erişimine açık olmayan, kendiliğinden alanları ifade ediyordu. Bilinç ve talimle öğrenilen şeylere ise medeniyet diyordu. Bu üzerinde durulması gereken bir konudur. Gökalp bunu su geçirmez alanlar gibi birbirinden ayırmıştır. Su geçirme alanlar şeklinde tanımladığı metafor elbette eleştirilebilir fakat bulduğu yöntem doğrudur.
Uluslaşma sürecinde, kendiliğinden alanlarla sonradan oluşturulmuş alanlar arasındaki ilişkilerde enfeksiyonlu alanlar oluşuyor. Bazı durumlar davranışlarımızı zehirliyor. Buna mutasyon veya hücre anarşisi şeklindeki metastazlı alanlar da diyebiliriz. Biyoloji de olduğu gibi kültürel faaliyetlerde de bununun benzerleri oluşuyor.
Uluslaşma sürecince etüt edilmesi gereken alanlar bunlar.
Uluslaşma derken bireyselleşme ve sosyalleşme süreçlerinin ortak araç, ilke ve değerler üzerinden yürütüldüğü süreçler kastediliyor. Bunun da yolu bu ilkelerin retorik olarak sırf sözle değil de kurumsal pratiğe aktarılma biçimlerindeki gelişmiş araçlarla yapılmasıyla mümkündür. Buradaki yetersizlik pek tabii ki diğer alanlara da sıçrıyor ve süreçleri zehirliyor.
O yüzden gerçek anlamda uluslaşma gerçek demokrasiyi sonuç verir. Hal böyle olunca milliyetçilik bahsini OECD kriterleri gibi bir gelişmişlik ölçütü olarak ele almak ve o şekilde değerlendirmek icap eder. Bu da başta resmî kamusallık araçları olmak üzere sivil kamusallık araçlarındaki gelişmişlikle doğru orantılı bir süreç ve sosyal sabit sermaye meselesidir.
Bizde tarihten gelen koşullanmışlık yüzünden güç büyük ölçüde devlette biriktiği için ne sivil kamusallık araçları ne de sivil kamusallık alanları istenen ölçüde gelişmedi. Sivil kamusallık araçları derken Gökalp’in de üstüne basa basa altını çizdiği Barolar, odalar, meslek kuruluşları, öğretmen ve öğrenci birlikleri gibi sivil ve yarı resmi sivil toplum örgütleri kastediliyor.
Bunlar yeterince etkili olmadığı için bu boşluk zaman zaman kapalı ve arkaik cemaat yapıları ve ağır devlet baskısıyla dolduruluyor. Dolayısıyla merkezi ele geçiren her şeyi ele geçirmiş oluyor. O yüzden iktidar değişimleri bizde çok sancılı ve gerilimli olmuştur. Sivil kamusallıklar yeterince geliştirilebilseydi bunlar olmayabilirdi. Ama sivil kamusalların anlamlı olması için de işlevsel olmaları gerekiyordu. Anayasal güvence altında yaptırım gücü olan teşekküller olması halinde ancak mümkün olabilecek bir yapıya kavuşturulmadan bunların sahaya sürülmelerinin bir anlamı olamazdı ve de olmadı. Bugün Türkiye bunun eksikliğini ve sancılarını yaşıyor.
Dipnotlar
[1] Bu yazı 4 Kasım 2023, Cumartesi Günü Türk Ocakları Ankara Şubesinde yapılan konuşma metni esas alınarak hazırlanmıştır.
[2] Michelet, J. (1989), Rönesans, (çev), Kâzım Berker, M.E.B. Basımevi, İstanbul, s. 15.
[3] Koca, S. (2012), “Toy”, TDV, İA-41, ss. 270-272.
[4] Gökyay, O.Ş. (1997), Seçme Makaleler: Kim Etti Sana Bu Kârı Teklif, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 192.