Metin KAZAN
“Eleştirinin olmadığı yerde putçuluk başlar.” (Ali Şeriati)
Topluluk üyelerini birbirine bağlayan ‘totem duygular’ var. Yıkılması asla kabul görmeyen, üzerine söz söylenemeyen, duygu kopuşu istenmeyen konular bunlar… Bir meseleyi saygı ile eleştirip konuşmak istediğinizde ‘tabu’ ile karşılaşırsınız. Muhkem/ sağlam tutulmak istenen ve eleştiri kabul etmeyen egemen düşünme biçimde bir çeşit ‘Totemcilik’ kalıntıları bulurum ben.
Bu kültürel sorunu Ahmet Haşim de görmüş olmalı ki Bize Göre kitabında “Münekkit” yazısında:
“Bir mühendisi, bir şairi, bir doktoru, hatta ismini bile ömrünüzde işitmediğiniz herhangi bir mesleğe mensup birini, hiç anlamadığınız bir işinden dolayı beğenir gibi olunuz. Derhal bütün faziletler sizindir: Hayırseversiniz, zekisiniz, sevimlisiniz, terbiyelisiniz; ilminize, irfanınıza hiç diyecek yok. Ağzınızdan düşürüverdiğiniz küçük ve mürai bir methe mukabil sırtınıza geçirilen tantanalı altın hil’ati bir an içinde kaybetmemek ve yağmur altında bir çıplak gülünçlüğüne düşmemek istiyorsanız, sakın sözünüze en ufak bir ihtiyat kaydının gölgesini düşürmeyiniz.
İşte rahat yaşamanın düsturu! Hâlbuki her fikir otlağından, topal ve yaralı bir hayvan gibi, sopa ile taşla, tekme ile uzaklaştırılan münekkit, hakikatte insan zekâsının en müessir hâdimlerinden biridir. Müstakbel şafaklara doğru yürüyen alayın ta önünde, ümidin bayraklarını dalgalandıran onun koludur.
Büyük üstadım Gourmont şunu der: ‘Bütün canlı mahlûklara göre insanın üstünlüğünü yapan, istidatlarının çeşitliliğidir. En zeki hayvan bir tek şey yapar. Fakat onu mükemmel yapar. At, arka ayaklarıyla en kuvvetli boksörlerin yumruklarından daha mükemmel çifteler atar; arı, kimyahane fırınlarına ve dolaşık imbiklere hiç muhtaç olmaksızın balını süzer; örümcek, en usta bir dokumacı gibi havai tuzağının görünmeyen tellerini örer. Fakat o kadar!’
Hâlbuki binbir sahaya dağılmış çalışan insan faaliyetinin mahsulleri ister istemez noksan ve muvakkattır. Hayvan, gayesine varmış, duruyor; insan gayesini hâlâ aramakla meşguldür.
Herhangi bir sahada insanı daha ileriye gitmekten müstağni görenler, bilmeyerek onu, hayvan seviyesine indirmek isteyenlerdir. Münekkit ise her beşerî marifetin gelişmeye muhtaç olduğunu bağırmakla her sabah, insana hayvan olmadığını hatırlatıyor.” demiştir.
Eleştirel düşünmenin önemine vurgu yapan bu yazı, topluma felsefe dinamizmi kazandırmak istemektedir. Çünkü felsefe; zihni farklı düşüncelere açmakta; aykırı düşünen insanlara karşı duygusal hoşgörü sağlamakta; herkesin farklı inanış, düşünüş ve eylem içinde olmasını normalleştirmektedir. Kültürel hayatı çöl olmaktan kurtaran, yeni yorumların ve çözüm yollarının ortaya çıkmasını sağlayan felsefedeki eleştirel düşünme yöntemidir. Eleştirel düşünme sayesinde siyaset çoğulculuğa, ekonomi verimliliğe, toplumsal yaşam birlikte yaşama kültürüne kapı aralar.
Aliya İzzetbegoviç “Ben olsam, Müslüman Doğu’daki bütün mekteplere eleştirel düşünce dersleri koyardım. Batı’nın aksine Doğu, bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafın kaynağı budur.” şeklindeki ifadesi ile Doğu toplumlarındaki eksikliğin eleştirel düşünme olduğunu söylemiş değil mi? Doğu toplumlarının gelişmiş ülkeler kategorisinde yer alamayışı ve geri kalmasının başlıca nedenlerinden birisi bu değil mi? Artık sürekli Batı’yı suçlamak yerine, şu soruyu sormak gerekmiyor mu? “Niçin sömürülmeye bu kadar açık ve müsait bir kültürel yapı var, bunun sebepleri neler?”
Burada, Namık Kemal’in cehaletin körleştirdiği insanlara seslenişini hatırlayalım isterseniz: “Ey gaflet uykusundakiler! Ey sefalete alışanlar! Ey esarete bağlanmaya tapanlar! Ey alçalmayı seçen korkaklar! Ey her alçaklığı işleyenler! Gözlerinizi mahşerin sabahında mı açacaksınız?”
Cehaletin gözleri ne zaman açılır bilemiyoruz! Çünkü kültürel anlayışımızda birçok yanlışlar var: ‘Yetkin makamda oturanlar, her şeyin en iyisini bilirler!’ düşüncesi bunlardan birisi meselâ. Egemen anlayışa karşı farklı düşünce üretmek, ‘fitne çıkarmak ve devlete karşı gelmek’ olarak görülüyor… Hâlbuki yetkin kimseler de düşüncede yanılırlar ve herkesi yanıltabilirler… Yanılmaz olduklarına dair karizmatik lider kültü, kültür endüstrisi merkezlerinde üretilir çünkü… Toplumda bilgi yetersizliğinin verdiği öz saygı yoksunluğu, sosyal ilişkilerde aşırı hiyerarşi ve güç mesafesi doğuruyor. Bilememenin sağladığı kolaylıkla otoriter düzen, bireylere uysal olmayı öğretiyor. Bireyler güç sahiplerinden gelen emir ve talimatları sorgusuz sualsiz uyguluyor. Egemen güç sahiplerinin dediklerinden şüphe etmek ve bu taleplerin akla, ahlaka ve adalete uygun olup olmadıklarını sorgulamak ‘hainlik’ sayılıyor. Özellikle okul hayatında yanlış eğitim ile bu kültür kazanılmışsa, ortada okumuş bilgisizler bulunuyor. Atatürk’ün tanımladığı şekilde: “Biz cahil dediğimiz vakit, mutlaka mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz! Kastettiğim ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan, en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okuma bilmeyenlerden de bilhassa sizlerin içinizde görüldüğü gibi hakikati gören, hakikî âlimler çıkabilir.” denmiştir oysa. Bu ‘eğitimli’ cahiller; akıl sahibi olarak bireysel düşünmekten, hak ve hakikate saygılı olmaktan, hayata özgür bakmaktan ve onurlu yaşamaktan uzaktırlar.
Örneğin, Osmanlı’nın gerileme döneminde, karakterli insan sorununu anlatan Yahyâ Kemâl Beyatlı’nın hikâyelerine bir göz atalım: ‘Sultana yakın jurnalciler; daima güçlünün yanında duran dalkavuklar; hiçbir önemli işe karışmadan ve olumsuzlukları görmezden gelerek sessiz sakin yerini muhafazaya çalışan, makam ve ikbal için dostunu yok etmekten çekinmeyen’ insanlar da ‘eğitimli’dirler. Bu kimseler, idareciler değişse de hep gözde kalmayı başarır; güçlülerin yanında yer alır ve olur ya gözden düşseler yeniden göze girebilmek için her şeyi -haksızlık ve zulüm demeden- yapabilirler… Çünkü Yahyâ Kemâl’in deyişiyle onların kesin bildikleri şudur: “Devlet, uysal ve uslu bendeler istemektedir.” Bir Gözdenin Gafleti hikâyesinde, bunu Yahyâ Kemâl şöyle anlatır: “Bu devlette her türlü noksanın revacı vardır. Yalnız safdillik ve boşbogazlık, bilhassa bu noksanların ikisi bir arada asla geçmez. İşin başında bulunanlar cin gibi zeki ve taş gibi ketum olurlarsa en yüksek mertebelere fırlayabilirler.” Damad Mehmed Paşa hikâyesinde, Mehmed Ali Bey isminde, eleştirel düşünebilen, yetenekli bir insan vardır: Yeniçeri Ocağın’daki pislikleri, halkın perişanlığını, ağaların ve beylerin haydutluklarını, Bâbâli’yi ve Saray eşrafını dürüstçe tenkit etmektedir. Devlette fark ettiği eksiklikleri ve düzelmesi mümkün problemleri yetkin kimselerle paylaşan Mehmed Ali Bey’in devlete sadakati ve vatanperverliği şüphesizdir; zira mertlik dolu karakteri, ona bu gördüğü yanlışları çevresine söyletmektedir. Ama Mehmed Ali Bey, “Devletin etrafında daima mevcut olan yiyici bir güruhun her şeye mâni olduğunun farkında değildir.” Devletlûlerin gözüne batmamak için her şeyden önce, yeri geldiğinde sessiz kalmasını bilmek gerekmektedir(!) Bâbâli’ler bir süre sonra Mehmed Ali Bey’i görevden alırlar ve onu yalnız yaşamaya mahkûm ederler… Mehmed Ali Bey onurlu şahsiyetinin kurbanı olurken, eserde bahse konu, ‘İkbal merdivenlerinden nasıl ve hangi becerileriyle çıkıldığını, böylece yükselme ve itibar için kişide hangi hasletler arandığını’ bilen Damad Mehmed Paşa, tam tersi bencil biri olarak, ömrünce ‘Devletlû’ kalmayı başarır ve her muradına erer. Yahyâ Kemâl bu hikâyede, Osmanlı’nın yıkılış nedenini açıklarken, idarecilerin güçsüzlüklerini ve erdemsizlikleri anlatır; yönetici kadrolara çıkarcı ve zararlı kimselerin yerleştiğine vurgu yapar. Ataerkil anlayış içinde aileden başlayan, sonra okul ile birlikte çevreye, siyasete, devlete ve tüm topluma yayılan, şahsiyet oluşumunu bastıran, ‘susmayı’ değerli kılan, yaygın yanlış bir kültürün varlığını ortaya koyar. Cemil Meriç’in Mağaradakiler eserindeki tabirle, ancak ‘kurulu düzeni savunanlar’ sistemde yol almaktadır: “Tabular… Her adımda şuura ‘dur’ emrini veren jandarma neferi. Her kapının arkasında elinde bıçak bekleyen dilsiz bir harem ağası! Düşüneni iftiranın ve sefaletin lağımında boğduktan sonra ellerimizi yıkayıp, ‘efendim bizde filozof yetişmiyor’ diye ah-u vahlar!” Oysaki onun da muzdarip olarak Jurnal’de dediği gibi; “Entelektüelin ilk vasfı, tenkitçiliğidir!” Yanlışı söyleyecek cesur yürekli insanların olmadığı yerde, düşünce de sanat da bilim de gelişemez, sadece şahsi çıkar güden insanların servetleri çoğalır!
Şu halde, eleştirel düşünme bilincinin gelişmediği toplumlarda, adaletsiz davranışlar ve haksızlıklar karşısında sesini çıkaran azdır, çoğu kimse susarak yaşamayı, -kimileri de Sükûtî Mehmet Paşa gibi yükselmeyi- tercih eder…
Frankfurt Eleştirel Okulu düşünürü Adorno’nun bu konuda önemli bir sözü var: “Gözetilecek çıkarları ve gerçekleştirilecek planları olan ‘dünyevi kişinin’ gözünde, karşılaştığı insanlar otomatik olarak dost veya düşmana dönüşür.(…) Muhtemel avantajlara dikilmiş göz, bütün insan ilişkilerinin ölümcül düşmanıdır.” der. Oysaki gerçek aydınların en büyük düşmanı; makam, menfaat, unvan ve ikbal beklentisidir. Bir entelektüel ve düşünür, ancak muhtemel menfaatleri terk etmeyi göze aldığında gerçek aydın olur.
Öyleyse, toplumda eleştirel düşünmeye yer açılması, insanlığın gelişmesi ve ilerlemesi için şarttır. Farklı düşünen insanları yok saymak, o insanların değerlerini haksızca aşağı çekmektir. Eleştirel düşünen insanları tasfiye etmek, hak etmedikleri makamları korumak isteyen unvanlılara bir süreliğine fayda sağlayabilir ama eleştirel düşüncenin olmadığı bir toplum, bütünlüklü olarak ne ilerici bir bilim, ne estetik bir sanat, ne de iyi bir ahlâk üretebilir. Sözün başında vurgulandığı gibi totemci bir anlayışın hâkim olduğu bir toplum ancak ham yobazlık ve kaba softalık üretir.
———————————————-
Kaynak:
https://fikircografyasi.com/makale/elestirel-dusunme-ve-cehaletin-gozlerini-acmak