Bir toplum geçmişten bugüne kendisini var eden hususiyetleri, mekân üzerinde inşa etmektedir. Bu husus, mekânın toplumlarca nasıl anlamlandırılacağıyla ve şekillendireceğiyle ilgili olarak da bağlamları ortaya koymaktadır. Sophokles’in Kral Oidipus’ta ifade ettiği “Kendimden başkası olmak istemiyorum. Nasıl doğmuşsam öyleyim. Kim olduğumu bulacağım (2016:41)” dizelerinden referansla her toplum, varlığını ve hususiyetlerini hafıza mekânlarına demirlemiştir. Kendisini bulmaya yönelik bu serüvenin kilometre taşlarını, üzerinde yaşadığı ve etkileşimde bulunarak tecrübe ve birikimleriyle yoğurduğu altındaki edipler ve kahramanları, üstündeki eserleri ve kalıntılarıyla, coğrafyalar oluşturmaktadır. Bu coğrafyalar yazılı/sözlü, bireysel/kolektif, muhayyel/gerçek, canlı/resim hafıza vesilesiyle kim olduğuna ilişkin suali cevaplarken, kimliğin nasıl olması gerektiğine ilişkin normatif çerçevenin de belirlenmesine yardımcı olmaktadır. Bu bağlamda milli mekânlar, modem dünyada siyasi ve hukuki bir egemenliğe ve sınırlılığa denk düşerek coğrafyayı siyasallaştırmıştır. Aydınlanma düşüncesinin siyasal ve toplumsal iz düşümü olan ulus devlet, ev/hane ve aile ünsiyetinin en üst merhalesi olarak milliyet esasında coğrafi, kültürel ve siyasi olarak tahayyül edilmiştir. Milletler birbirleriyle aynı hususiyetleri taşıyan ve aynı coğrafyanın kaderini paylaşan uhuvvet-i siyasiyenin en önemli ve biricik parçası olmuştur. Mamafih şehir haritasında semtini ve evini arayıp bulan kişinin “hane” bilinci, dünya haritasında yurdunu, bayrağını ve sınırlarını bilen toplumlarm ortak “yer” bilincine dönüşmüştür. Milli kimliklerin yaşam alanı olarak şekillenen ulus devlet, aynı zamanda siyasal ülke mottosunda, mekânı araçsallaştırmıştır. Toplumsal ve coğrafi tahayyül, bu bağlamda eşit yurttaşlık ve anayasal haklar zemininde somutlaştırılarak siyasal ülkeyi oluşturmuştur. Siyasal ülke, endüstriyelleşmenin zaruri sonucu olarak geleneksel siyasal yapıların yerine modem yapıların tesis edilmesinin temel enstrümanlarını teşkil etmiştir. Mamafih tek kişinin ya da bir zümrenin irade ve idaresinden kolektif iradenin ve egemenliğin tesisi, üst ve homojenleştirilmiş kimlik olgusu bağlamında evrensel çerçevenin içerisine alınmıştır. Siyasal ülke anlatısı, Avrupa merkezli olup, zihinsel ve kurumsal düzeniyle batı dışı bütün toplumlara ihraç edilmiş; evrensel değerler içerisine yedirilmiştir.
Modernitenin mekân-zaman-özne terkibi, ulus devlet merkezli siyasal ülkenin araçsal kodlarını ortaya koyarken, milliyetçiliğin kendini mekân üzerinde mütemadiyen ve kalıcı olarak güncellediğini ihmal etmiştir. Modem dönem ulus devletlerinin tarih yazımlarında ve kültür politikalarında bir taraftan “topophilia”ya bağlı milli kimlik inşa edilmeye, diğer taraftan neresinin vatan olduğu veya milletin kimlerden oluştuğu sorularına ilişkin mekân-zaman-özne terkibatı yapılmaya çalışılmıştır. Diğer bir tabirle kendini bulma ve bilme isteği, kendililik bilinci ya da otantik ben idraki, tarihi hadiselerin ve kültürel unsurların toplumları matuf kıldığı mekân tasavvurlarını da beraberinde getirmiştir. Bu düstur, siyasi ve hukuki sınırları ve bu yönüyle araçsallaştırılmış vatan olgusunu aşındırıcı bir mahiyet taşımaktadır. Milli kimliklerin oluşum süreçleri ve kimliklerin demirlendiği siyasal ülke, toplumların kendi hanelerinin ünsiyetini ve sıcaklığını; köklü olma veya kadimlik duygusunu saran his ve düşüncelerle tarihi ve kültürel unsurları da bünyesinde barındırmaktadır. Vatan düşüncesi, modem bir olgu olmasına rağmen, kimliği oluşturan nesnel unsurların (ırk, köken, dil, din v.b.) ve/veya öznel unsurların (hafıza, kültür, toplumsal cinsiyet v.b.) kullanım alanlarına göre, kavram ve işlevi bakımından farklı milliyetçilik terkiblerini ortaya koymaktadır. Milliyetçiliğin kimlik ve coğrafya algısı, milliyetçilik düşüncesinin dünya üzerindeki etnik/dini/milli toplulukların idrak ve algı farklılıklarına göre; her toplumun nevi şahsına münhasır tecrübe ve birikimlerin tarihi havzasından beslenerek tecessüm etmiştir. Diğer bir ifadeyle milliyetçi düşüncenin ifade ve tatbik farklılıkları, muhtelif tarih-kimlik-coğrafya denklemlerini ortaya koymaktadır. Bu hususu Erol Güngör (1980b: 9) “her memlekette milliyetçilik, o memleketin kendine mahsus şartları içinde gelişmiş ve bir memlekette aldığı şekil çok defa bir başka yerdekiyle ihtilaf veya tezat halinde görünmüştür”; John Hail (aktaran Özkınmlı, 2008: 76) “Milliyetçilik bukalemun gibidir. Bulunduğu ortamın rengini alır ve o ortama kısa sürede uyum sağlar.” şeklinde ifade etmişlerdir. Bu cihetten bakıldığında modernitenin siyasal kanadını oluşturan ulus devletlerin teşekkülünde ve berdevamında itici ve destekleyici unsurun atavatan ve anavatan olgularının olduğu söylenmelidir. Mamafih milli irade ve egemenlik ilkelerine dayanan ve eşit yurttaşlık zemininde siyasal bir kimlik formu sunan ulus devletlerin ontolojik güvenliği ve refah ülküsü, kamu binalarının ve anayasal metinlerin kutsiyetinin yanında atavatan ve anavatan duygularıyla beslenmiş kurucu ve dinamik mekân inancına dayanmaktadır. Bu bağlamda ister verili olsun ister icat edilmiş olsun ister muhayyel bir iddiaya dayansın milli kimlikleri siyasal ülkelere bağlayan temel unsur, mekân ile kurmuş oldukları tarihi/kültürel bağlardır. Üzerinde yaşadığı toprakları muhafaza ve müdafaa etmede hatta bunun için ölümü göze almadaki ana motivasyonu, atalarının emanetine (ya da bu emanetin son parçasına) sahip çıkmak, düşman bellediği ötekiye karşı namusunu ve onurunu korumak oluşturmaktadır. Bu bağlamda anayasal zeminde birbirine bağlı vatandaşlar topluluğunun, arkaplanmda Anderson’un da ifade ettiği üzere, uhuvvet-i siyasiyenin psikolojik gücü vardır.
Toplumların köklü olma ve kadimlik vurgusu, kendisine ait hususiyetlerin ve niteliklerin tohumlandığı, filizlendiği, yeşerdiği, serpildiği kurucu coğrafyayı, atalarının diyarı atavatan tasavvurunu ortaya çıkarmaktadır. Atavatan, üzerinde yaşadığı ve siyasi/hukuki bağlarla bağlı olduğu coğrafyaya ilişkin hak iddiasını güçlendiren ve politik/hukuki egemenliği tarih huzurunda meşru kılan kurucu bir etkiye sahiptir. Diğer taraftan atalarının toprakları üzerinde müesses düzen kuramamış toplumlarda ise, atavatan duygusu tarihi hadiselerin kimlik şuuruna tahvil edildiği ve tahayyül edilen kimliği pekiştiren rol üstlenmektedir. Her iki durumda atavatan, tarihi kimliğe duyulan inanç ve hissiyatın, mit, sembol ve ritüeller vesilesiyle gündelik yaşamda idame ettirilmesine yönelik tetikleyici unsur olmuştur. Atavatan, mekân üzerinde tarihi kodların saklandığı veya gömülü olduğu yer olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yönüyle, ilk olarak ben kimim ve nereden geldim sorularının muhatabıdır. Aynı zamanda, toplumların objektif tarih bilgisine ulaşmasında somut ve yönlendirici bilgi ve bulguları aşikâr kılar. Objektif tarih bu bağlamda geçmişin mekânsal hafızasında verilidir ve statiktir; keşfedilmeyi bekler. Toplumların objektif tarih bilgisi, aynı zamanda nerede ve nasıl yaşamıştık sorusunun cevabı olarak kolektif hafızanın karanlık noktalarının aydınlatılmasında önem arz eder. Atavatan bilgisi, toplumlardaki ben idrakini güçlendirici bir etki yaratmaktadır. Dolayısıyla atavatan gerçeği, her milletin tarihi/kültürel kimliklerinin çıkış noktasını biz nereden geldik sorusuna verilen güçlü ve tatminkâr cevaplar oluşturmaktadır. Bu bağlamda atavatan, milli kimliklerin miladı ve köklülüğü noktasında tatminkâr bir izahta bulunurken aynı zamanda ileriye yönelik dilek ve ülkü birliğinin temellerini atmaktadır. Atavatan motivasyonu, bazen bir milletin milli birlik ve beraberliğini güçlendirecek itici güç olurken bazen de bir devletin diğer devletin topraklarını işgal etmesi ve oradaki halkı yerinden yurdundan etmesinin hem iç kamuoyunda hem de dış kamuoyunda meşrulaştırıcı zeminini oluşturmaktadır. Kadim ve köklü olma duygusu, aynı zamanda ruh ve beden bütünlüğünün ve sağlığının muhafaza edilmesi bakımından ehemmiyet arz etmektedir. Bu doğrultudan atalarının nereden geldiğini bilmenin sadece romantik ve mistik ölçütü yoktur. Aynı zamanda zihnen ve bedenen geçmişten kopmama arzusunun telkin ettiği sosyo- psikolojik bir eğilimi mevcuttur. Bu bağlamda her millet, canlı hafızasında ya da kültürel hafızasında yaşattığı olay ve olgular demetini, politik ya da üst kimliğinin terkibinde görmek istemektedir. Diğer bir tabirle atalarının “ben giderim adım kalır, neslim beni hatırlasın” dizelerinin hafızayı milliyede aksettiğini politik kimliğin aynasında görmek ister.
Anavatan olgusu ise tarihi kimliği, kültürel kimliğe tahvil eden; geçmişe yönelik hadiselerin yeniden yorumlandığı dinamik bir sürece tekabül etmektedir. Atavatanın statik, durağan ve canlı/resmi bellek zemininde muhafaza edilmiş hususiyetleri, gündelik yaşamın bilinçaltı kodlarını oluşturacak şekilde yaşanılan toprakları anavatana dönüştürür. Bu bağlamda ata kültü, kahramanlık kültü, tabiat kültü, inanç ve değerler mekânların taşıyıcı ve dönüştürücü kuvvetiyle halkın gündelik yaşamında bütünleşir. Millet denilen üst sosyal yapının organizasyonundaki manevi güç ise burada saklıdır. Atalardan tevarüs eden değerler sistemi, kendisini kültür üzerinde tecrübeleştirir. Dolayısıyla malum olanın aleniliği, müphem olanın meçhulüne nazaran her daim makul ve makbul kabul edilir. Tecrübe aynı zamanda kültürün manevi unsurlarının maddi unsurlarla birleşmesi bağlamında milli bakiyeyi ortaya koyar. Dolayısıyla kent meydanındaki bir anıt, gündelik yaşamın telaşesinde her daim güçlü bir motivasyonu teşkil etmese de özel günlerde bütün toplumu altında toplayan, milli birliğin ve beraberliğin tescillendiği yer olarak kutsiyete arz eder. Bu düsturdan hareket edecek olursak, mekânı oluşturan sadece soyut bir tarih okuması ve onun dayandığı milli anlatı değildir; hafıza mekânları ve terkipleridir. Bu terkipler aynı zamanda milli bilince, mit ve sembolleri yükler, vakti ve yeri geldiği zaman örtündüğü perdeyi ortadan kaldırarak alenileştirir. Dolayısıyla hafıza mekânları, bir türkünün nağmesinde, bir şiirin dizelerinde, bir fotoğrafın karesinde, bir ressamın tualinde, bir mimarın sütunlarında; bir ailenin büyüklerinde ya da ulularında, bir hanenin geçmişinde, bir konağın eşiğinde, bir bahçenin duvarlarında; ya da külliyen bir kentte, mıntıkada kendisini mütemadiyen inşa eder, sembolleştirir. Dolayısıyla anavatan bir ocağın tütmesi gibi, tarihi canlılığın ve milli mahremiyetin muhafaza edildiği mekânsal tasavvurdur. Toprak ile insan ilişkisinin tecrübe edildiği, üretkenliğin, bolluğun, zenginliğin insan fıtratını, fiziki ihtiyaçlarla birlikte psikolojik olarak doyurduğu yerdir. Mamafih anavatan, ata yadigari ocağın, hâlihazırda tütmesi ve hanenin sosyo-ekonomik ve sosyo-psikolojik olarak huzur ve refah bulmasıdır. “Ana” metaforu diğer taraftan, atalardan devralman mirasın korunması şeklinde tezahür etmektedir. Bu miras, aynı zamanda milli karakteri oluşturan kültürel kodlar ile davranış kalıbını da içermektedir. Bir zamanlar ataları nasıl anayurtları için savaştıysa ve anayurtlarını siyasi veya iktisadi olarak geliştirdiyse; bu misyon, halihazırdaki evlatlarına devredilmiş durumdadır. Bu bağlamda kadının toplumdaki ve hanedeki rolü ve yeri, toprak ile olan ilişkisi üzerinden anavatanı korunmaya, uğruna savaşılmaya değer olan düşünce ve davranış kalıbına sokmaktadır. Mamafih toprağın üretkenliği ve bereketi “kadın” üzerinden sosyo-kültürel ve sosyo-iktisadi gelişime ve tekamüle tahvil edilmiştir. Dolayısıyla fertlerine hanede “yuva” samimiyetini, sıcaklığını sağlayan; çocuklarını ata mirası dil, kültür ve tarih şuuruna gah aile içi edep ve adap ile gah uyku vakti hikayeleriyle hazırlayan; aile içi ekonomik döngünün ve sosyal dayanışmanın omurgasını tayin eden “kadın”, yuvaya ve yuvada sembolleşen bu hususiyetlere yönelik saldırılara karşı da muhafaza ve müdafaa edilmelidir. Dolayısıyla vatanın evlatları, siyasi buhranlarda veya olağanüstü durumlarda, açıktan “ananın, bacının ve sevgilinin” namusunu, iffetini; zımnen de olsa toplumun sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel döngüsünü korumaya davet edilir. Bu husus bir yönüyle toplumun sosyo-psikolojik tahlilini sunmaktadır. Mamafih atavatan sembolizmi, mitolojik ve efsanevi bir tarih kurgusu barındırırken; anavatan sembolizmi, atavatan sembolizmin yeniden üreticisi ve taşıcısı, hayatın cari gerçeklerine de dokunan ve toplumsal dinamizmden beslenen sosyo-kültürel, sosyo-psikolojik ve sosyoekonomik yapıyı barındırmaktadır.
Bu bağlamda Alman milliyetçiliği, atalardan tevarüs eden tarihi coğrafya esasına dayanmıştır. Alman kimliğine yapılan tarihsel vurgu, Germen toplumlarının yaşadığı coğrafyayı kadim yurt yaparken; kimliğin saflık ve doğallık vurgusu, aynı zamanda mekânla organik bir ilişkiyi tesis etmektedir. Kimliğin, mekân ile organik ilişkisinin yansımasını ise “Heimat” oluşturmaktadır. “Heimat” aynı zamanda, milli ruhu ve karakteri oluşturan, muhafaza eden, milli kimliğe şeklini ve suretini veren hususiyetleri ihtiva etmektedir. Bu yönüyle, Alman milliyetçiliğinin mekân terkibinde Heimat, Alman kimliğini doğuran ve ona rengini veren ve onu diğerlerinden ayıran farklılıkları barındıran bir unsur olmuştur. Bu yönüyle tabiat vurgusu, Alman ata kültünün tamamlayıcı unsuru olmuştur. Ata yurdun mirasçılığı, atalardan tevarüs eden doğal ve saf kimliği ve bu kimliği oluşturan doğal güzellikleri de muhafaza etmek ve sahiplenme düşüncesini beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda Almanya, sınırları bütün Germen toplumların yaşadığı bir devlet ve Alman milletini hak ettiği doğal yaşam alanına kavuşturma tasarrufunun politik yansıması olmuştur. Bu yansımanın en somut örneğini, Nazi Almanyası teşkil etmektedir. İkinci Cihan Harbi arifesinde dış politik bir tasavvur olarak Versay zincirlerinin kırılması merhalesi, bağımsız ve milli bir ülkenin yeniden inşa edilmesine; tek millet ve tek devlet merhalesi, kadim Germen toplumlarının atavatan mottusuyla tek bayrak altında toplanmasına; Lebensraum merhalesi, Alman milletinin refah ve bolluk içerisinde yaşaması şiarına dayanan geniş ülkenin kurulmasına tekabül etmektedir.
Ata kültüne ve mirasına atıf güçlü ve yoğun bir biçimde Yahudi milliyetçiliğinin mekân terkibinde de görülmektedir. Etno-dinsel coğrafya olarak vaat edilmiş topraklar (Arz-ı Mev’ud), mekânın anlamlı coğrafyaya dönüşümünde dini kıstaslarla ile milli karakteri örtüştürme teşebbüsünün yansıması olarak ortaya çıkmaktadır. “Seçilmiş halk” mottosu, aynı zamanda Eski Ahit’in ilke ve prensipleri doğrultusunda seçilmişlerin kutsal mekânını ilahi bir zeminde meşrulaştırmıştır. Bu bağlamda Alman milliyetçiliğinin “üstün ırk” anlayışının mekânsal yansımasıyla Yahudi milliyetçiliğinin “Seçilmiş halk” anlayışı, tarihi coğrafyanın romantik ve mistik hususiyetlerini ön plana çıkarmaktadır. Aynı zamanda milli kimliğin orijinalliğini ve organikliğini mekân üzerinde tesis etmektedir. Bu bağlamda Yahudi milliyetçiliğinin coğrafyası da Yahudiliğin hususiyetleri gibi verili ve milli kimlikten ayrılmayan, bütünleşmiş bir mahiyet kazanmıştır. Hafıza mekânları bağlamında ele alacak olursak, Alman milliyetçiliğinin doğal mekânı olan Ren nehri ile Yahudi milliyetçiliğinin Hz. Süleyman’dan tevarüs eden Kudüs Tapmağı, ata mirasına ilişkin kutsiyet ve tarihsellik bakımından benzer bakış açısını barındırmaktadır.
Buna mukabil, Yahudi ve Alman milliyetçiliklerinin karşısında sosyo- politik bir kimlik tesis eden Fransız milliyetçiliğinin mekân anlayışı, daha çok siyasal ülke ve kültür dinamizmi içerisinde şekillenmiştir. İhtilal’in ortaya koyduğu kardeşlik, eşitlik ve özgürlük anlayışı, bir coğrafyanın geleceğe yönelik mukadderatıyla ilgili paydaşlığı, ortak sorumluluk ve ödev bilincini ortaya koymaktadır. Bu bağlamda Fransa’yı var eden Fransız yurttaşlığı bilinci ve şahsiyeti olmuştur. Dolayısıyla Fransa, kader birliği yapan insanların ortak tecrübe ve birikimlerine dayanmıştır. Yalnız Fransa’yı şahsiyetler ülkesi yapan, hak ve özgürlükler bildirgesinden ziyade ihtilal ruhunun yaratmış olduğu milli moral unsurlarıdır. Bu yönüyle Fransız Patrie’si, ırki ve dini kıstaslar çerçevesinde olmasa da beraber yaşama iradesinin oluşturduğu ve her bir vatandaşının kendisinden bir parça bulacağı mekân kardeşliğinin tecessümü olmuştur. Bu beraberliğin ve dayanışmanın inşa ettiği şahsiyetler ülkesi, tarihi arka planlarından ziyade kültürel unsurların yansıdığı coğrafya-kimlik terkibini ortaya koymaktadır.
Hangi terkipler kullanılırsa kullanılsın kurucu/politik ideolojinin tarih okuması, mekâna ilişkin tanım ve tasvirlerin ortaya çıkmasında önem arz etmektedir. Bu bağlamda bir zamanlar vatan toprağı olarak kabul edilen yerler halihazırda ilgi ve odağın dışında değerlendirilebilir. Bunun yanı sıra kimliğin teşekkülünde hare görevini üstlenen bir unsur, yeni politik atmosfer içerisinde sistem dışına itilebilir. Daha somut bir şekilde izah edecek olursak, mekân-kimlik terkibinde zamanı kullanma biçimi, anımsama ve unutma pratiklerinin ne şekilde devreye sokulacağını belirler. Bu bağlamda toplum içerisinde tedavülde olan canlı hafızanın anımsama ve unutma ritüelleri, resmi hafızadan mürekkep tarih yazımında göz ardı edilip, öteki ilan edilebilir. Modem dönem öncesinde dini unsurlar üzerine kurulan kimlikler modem dönemden sonra kapsam dışı olarak milli kimliğin ötekisi olmuştur. Dolayısıyla mekâna ilişkin aidiyet formları ve mekânın terkibatındaki kimlik unsurları, Tuan’ın ifadesiyle Topophlia’yı (yurt bağlılığı ve sevgisini) oluştururken, aynı zamanda gerek sınırlar bakımından gerekse de tarihi/kimliksel bağlamda içeridekiler (insideness) ve dışarıdakiler (outsideness) ayrımını da oluşturmaktadır. Bu husus Bilig’in deyimiyle “yurt deixisi’nde” hangi unsurların daha ağır basacağı sualini de beraberinde getirmektedir: Romantik coğrafyamı? Etno-kültürel coğrafya mı? Ata kültü mü? Siyasal mekân mı?
Dolayısıyla dönemsel ve farklılaşmadan kaynaklı baskın unsurların renk ve tonları değişse de Türk milliyetçiliğinin mekân terkibinde atavatan, anavatan ve siyasal ülkenin bütün unsurları gözlemlenebilmektedir. Aydınlanma dönemiyle birlikte Avrupa’da mekânın seküler/milli dönüşümü, Osmanlı’da toprak kayıplarıyla beraber zihinsel ve kurumsal değişimi de tetiklemiştir. Nitekim bu husus, köklü ve kadim bir tarihe sahip Türk milletinin esasen kim olduğu ve Türklerin vatanının neresi olduğuna ilişkin sorulara da farklı milliyetçilik türleriyle cevapları barındırmaktadır. Bu bağlamda tebasındaki Müslüman ve gayrı Müslim unsurları, Devlet-i Âli’nin bünyesinde tutmaya çalışan Osmanlıcılık, etnik milliyetçiliğin ayrıştırıcı ve tahrip edici yönüne mukabil, her bir farklılığın zenginlik kabul edildiği, “Osmanlı olma” şahsiyetine dayalı siyasal ülkü kurmayı amaçlamıştır. “Osmanlılık”, hanedan mensubiyetinden ziyade, Selçuklu birikimlerini de kapsayan ortak kader ve dilek birliği çerçevesinde sebep asabiyesine matuf kılınmıştır. Bu yönüyle Fransız milliyetçiliğinin kapasayıcı, siyasal ve sivil unsurlarının izleri Osmanlıcılık düşüncesinde görülmektedir. Diğer bir ifadeyle Osmanlı topraklarında kaynaşmış, bir üst kimlik tecrübesine ve birikimine erişmiş Müslüman ve gayrı Müslim unsurlar, ülkenin mukadderatında paydaş kılınmıştır. Nitekim Tanzimat dönemiyle tebaa anlayışındaki dönüşüm, daha sonraki anayasallaşma süreciyle vatandaşlık müessesinin kurumsallaşması neticesini doğurmuştur. İslamcılık ise, Osmanlı/İslam unsurlarında daha çok Müslümanların yurdu şuurunu uyandırmaya çalışan bir gayretin tezahürü olmuştur. Dolayısıyla “Müslüman ülke” mottosu territoryal bir iddia taşımakla birlikte, aslında dini esaslara dayanan kültürel bir dinamizmi ortaya koyması bakımından anavatan düşüncesinin izlerini barındırmaktadır. Nitekim Namık Kemal’in vatan vurgusu siyasal bir nitelikten ziyade Müslüman kültürünün oluşturduğu ve yoğurduğu bir coğrafya terkibini teşkil etmektedir. İslamcılık düşüncesinin, siyasal ve kültürel kombini, Halifelik makamının dini/uhrevi niteliğinin yanma siyasal temsil yönünün katılmasıyla ortaya çıkmıştır.
Bunun yanı sıra Batı’da özellikle Macaristan’da zuhur eden Türkoloji çalışmaları ve Türk kimliğinin Asya steplerine kadar uzayan coğrafi sınırı, Türk milliyetçiliğinde romantik ve mistik dönemin başlangıcını teşkil etmiştir. Osmanlı hükümdarlarının şeceresinin Oğuz Kağan’a bağlanması dışında İslam öncesi Türk coğrafyasıyla alakadar olmayan İmparatorluk, özellikle batıda artan Türkoloji çalışmalarının ve Rusya Türklüğü’nün tesiriyle Turancılık hareketlerini siyasi bir hareket olarak kabul etmiştir. Lakin Turancılığın Osmanlı Aydınlarındaki iz düşümü “panist” hareketler bağlamında olmamıştır. Turancılık, Osmanlı Aydınları ve İttihat ve Terakki örneğinde olduğu gibi cihanşümul devlet mirasının reflekstif çıktısı olmuştur. Buna mukabil Rusya’dan gelen Türk aydınlar için Turancılık, “panist” bir mahiyet barındırmıştır. Bu bağlamda anavatan Osmanlı/Anadolu öncülüğünde, ata vatan Orta Asya ve diğer Müslüman Türk unsurlarının yaşadığı Kafkasya ve Kırım havzasının birleşmesi Türklerin yeni kızıl elması olmuştur. Mamafih Ziya Gökalp’in “Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan; Vatan, büyük ve müreffeh ülke: Turan” dizeleri ile Mehmet Emin Yurdakul’un “Ben Türküm, dinim cinsim uludur.” deyişi, etno-kültürel coğrafyaya ilişkin romantik ve mistik tesirlerin tezahür noktalarını teşkil etmektedir.
Bunun yanı sıra bu üç akımın Fransız ve Alman milliyetçiliğinden ayırıcı vasıfları ve özgünlüğü, cumhuriyet dönemine kadar bünyesinde cihanşümul refleksleri barındırmasıdır. Her ne kadar Osmanlıcılık, İslamcılık ve Turancılık hareketleriyle batılı/territoryal devlet modeli tesis edilmeye çalışılsa da her üç akımın mekân terkibinde büyüklük ve hükmetme hasletlerinin numunelerine rastlanılmaktadır. Rusya Türklüğü’nün Pan-Türkizm idealini bir kenara ayırdığımızda, diğer üç akımın temsilcilerinin zihin dünyasında İmparatorluk merkezli, eskiye duyulan özlemin ve ihtişamının kodları yer almaktadır. Bunu Osmanlı/İslam düşüncesini önceleyen Namık Kemal’de de Türkçülük/Turancılık düşüncesini merkeze alan Ziya Gökalp’te de görebiliriz. Zira Ziya Gökalp’in cumhuriyet henüz kurulmadan önce kaleme aldığı “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adlı eserinde, medeniyet değişikliğine ilişkin bakış açısı ilim ve teknik alandaki dönüşüme işaret etmektedir. Türkleşmek ve İslamlaşmak, Turan kalıbından eritilerek bir cihan devleti modeline dayanmaktadır. Dolayısıyla Osmanlı Patrie’smı teşkil eden Osmanlı kimliği, İslam milletine dayanan Müslüman/Osmanlı kimliği ve Türk Birliği ülküsüne dayanan Türkçülük/Turancılık büyük ve güçlü bir devlet olarak dünya sisteminde yer alma düşüncesini temel almıştır. Buna mukabil cihanşümul mekân tasavvurundaki tek değişim bütün yeryüzüne egemen olmak idealinden vazgeçmek olmuştur. Fakat gerek Osmanlılık, gerek İttihad-ı İslam gerekse de Türk Birliği, düvel-i muazzama karşısında dengeleyici ve bütün Müslüman unsurların hamisi olma rolünün izdüşümüdür ve seküler bir niteliği barındırmamaktadır. Örneğin; Ziya Gökalp’in “Türk Medeniyeti Tarihi” ve “Türk Töresi” adlı eserlerinde, eski Türk dini ile İslam arasındaki benzerliklerin vurgulanması, dinin sulh ve sükûnu tesis edici İlhanlıkları ortaya çıkardığının belirtilmesi, Türk tarihinin Orta Asya vurgularında İslami dokunuşları egemen kılmıştır. Zira Gökalp’in Turancılığı, Ömer Seyfettin ile birlikte Türkçe konuşmak, Müslüman olmak ve Türk milli kültürüne intisap etmek kıstaslarından mürekkep olmuştur. Dolayısıyla Turani kavimlerden Fin-Ogur ailesinin mensupları örneğin Macarlar, Müslüman olmadıkları için Turancılık denkleminin dışında tutulmuşlardır. Bunun yanı sıra Türk milliyetçiliğinin ata vatan atfında İslam öncesi devirlerdeki kimlik ile coğrafya ilişkisi, inanç merkezli evren tasavvuruna müstenittir. Türk tarihine ilişkin yazılı kaynakların ilk örneğini teşkil eden Göktürk Kitabelerinde, mekânın ve insanoğlunun oluşmasındaki başat unsurun Tanrı olduğunu, Türklerin ise, Tanrı tarafından yeryüzüne vekil kılınmış ve diğer toplumlara nizamı ve adaleti sağlamak için yaratılmış “seçilmiş ve lider” millet olduğu vurgulanmıştır. Gök Tanrı inancının “seçilmiş ve lider millet” düsturu daha çok cihan hakimiyeti mefküresinin itici ve destekleyici unsuru olmuştur. Türkler, yaradılış mizacı ve gayesi itibariyle de Tanrı’nın iradesini tesis etmek için idari, adli ve askeri açından teşkilatlı olmuşlardır. Bu bağlamda dünya hâkimiyeti ülküsüne matuf olarak bir töreye ve hükümdara sahip olmuşlardır.
Rusya Türklüğü’nün Pan-Türkizm eğilimleri ise, Osmanlı Türkçülüğü’nden daha radikal ve keskin ayrımları uhdesinde barındırmıştır. Bir kere Rusya Türklüğü, Pan-Slavizmin kültürel asimilasyonu ve Rusya’nın dışlayıcı ve baskıcı hegemonik yaklaşımında bir kurtuluş yolu olarak bağımsızlık düşüncesine sarılmıştır. Dolayısıyla Rusya Türklüğünün Pan-Türkizm idealinde özgürleştirici bir mahiyet vardır. İkinci olarak Rusya Türklüğü, kısmi bir modernleşmeden ziyade kültürel sahayı da kapsayacak şekilde topyekûn bir modernleşme çerçevesine sahip olmuştur. Bu bağlamda İslam unsuru ve motifi, ana unsur olmaktan ziyade tali bir nitelik teşkil etmiştir. Yalnız Rusya Türklüğü de Osmanlı İmparatorluğu merkezinde Türk Birliği’nin gerçekleşebileceğine iman etmiştir.
Millî mücadele ve Cumhuriyet dönemleri ise, Türk düşüncesinde ve milliyetçiliğinde mekânsal tasavvurların ulus devlet merkezli değişim gösterdiği bir döneme tekabül etmektedir. Dağılan bir İmparatorluğun son kalesi olan Anadolu coğrafyasında, milli ve territoryal bir devlet inşa etmek, Cumhuriyet kadrolarının birincil hedefi olmuştur. Bu bağlamda İttihad-ı İslam ve Turancılık düşünceleri, maceraperest ve tehlikeli, aynı zamanda modem çağın devletlerarası düzeninde irredantist ve saldırgan bir ideal olarak ötekileştirilmiştir. Bunun yanı sıra Cumhuriyet’in Osmanlı’dan devraldığı Müslüman çoğunluğa dayalı miras, 19201i yıllarda Fransız Patrie’sından mülhem milli egemenlik ve şahsiyete dayalı coğrafya-kimlik terkibine müstenittir. Bunun yanı sıra Cumhuriyet yönetimi, atavatana ilişkin efsanevi ve mitolojik perspektiften; anavatana ilişkin dini/geleneksel motiflerden arınmış, yeni ve pozitivist bir mekân-zaman-özne terkibi ortaya koymuştur. Bu bağlamda 1930’1u yıllar mekânın hızla sekülerleştirilerek la-dini ve etnik bir coğrafyaya dönüşüm sürecini ihtiva etmiştir. Antropolojik çalışmalar Türk kimliğini, arkeolojik çalışmalar ise Türk coğrafyasını tespit ve tayin edici bir mahiyet kazanmıştır. Türklük tarihsel bağlamda atavatanıyla tanışsa da bağlamları daha çok etno-seküler unsurlar üzerinde gelişmiştir. Anavatan düşüncesinin kökleri ise, yeni mekân terkibi içerisinde miladi devirler öncesine Hitit ve Sümer medeniyetlerine dayandırılmıştır. Bu yöneliş, Avrupa’da yükselen fizik antropolojisinin, Turani kavimlere yönelik sarı ırk yani medeni vasıflardan yoksun ırk tanımı içerisine Türk ırkının dahil edilmesine reaksiyoner bir tavrın da neticesinde gerçekleşmiştir. Bu bağlamda Anadolu topraklarında istilacı ve medeniyeti taklit edici olarak vasıflandırılan Türklerin, aslında medeniyeti kuran ve inkişaf ettiren aryan ve brakisefal ırkların atası olduğu ispat edilmeye çalışılmıştır. 1932 ve 1937’de tertip edilen Türk Tarih Kongreleri’nde cumhuriyet aydınlarının ortaya koymuş olduğu bu düşünce, resmi tarih tezini teşkil etmiştir. Mekân-zaman-özne terkibindeki bu dönüşüm, kültürel devrimleri de beraberinde getirmiş olup, batının bizden ithal ettiği Türklüğün medeni vasıflarının yeniden hatırlanması zemininde “medeni Türk tipinin” yaratılmasına matuf olmuştur. Bu bağlamda milliyetçilik, erken cumhuriyet döneminde medenileştirici ve modernleşetirici bir rol üstlenmiştir. Türkler, İslam’ın kabulüyle birlikte Arapların ve Farslarm kültürel tesiri altında kalmış ve kendisini var eden medeni vasıfları unutmuştur. Cumhuriyet ülküsü, Türklerin yeniden çağdaş toplumlar seviyesine yükseltilmesi, hatta onu aşmak üzerine kurgulanmıştır. Bu bağlamda Resmi ideolojinin yurt deixisinde, etno-seküler Türklük insideness, İslam ise outsideness olarak yerini almıştır.
Cumhuriyet döneminde, Alman milliyetçiliğinin romantik unsurlarının en bariz bir şekilde görüldüğü fikir akımı Anadoluculuk olmuştur. Anadolu’nun anavatan olarak biricikleştirilmesi, aynı zamanda nevi şahsına münhasır bir ruhunun da varlığına ilişkin bir inancı da beraberinde getirmiştir. Bu ruhun muhafaza edilmesi, hafıza mekânlarına olan ilgi ve motivasyonu arttırmıştır. Ahmet Hamdi Tanpmar’m Beş Şehri, Yahya Kemal’in Süleymaniyesi, Remzi Oğuz Arık’ın Çukurovası, tarihi hafızanın yüklendiği misyon abidesi olarak belirirken; aynı zamanda Türk-İslam ruhunun saklı kaldığı ve korunduğu seçkin mekân örnekleri olmuştur. Bu bağlamda Alman milliyetçiliğinde endüstriyelleşmenin veya sanayileşmenin kozmopolit ve tahrip edici unsurlarına karşı reaksiyon olarak gelişen Heimat, Anadolucu akımda da Batılaşmaya karşı Türk-İslam ruhunun muhafaza edilmesi gereken yerler olarak köyler ve köycülüğün merkeze alınması şeklinde zuhur etmiştir. Bu bağlamda Nurettin Topçu, Selçuklular zamanında Moğolların ve Haçlıların, Anadolu topraklarından koparmaya çalıştıkları İslam ruhunu, Cumhuriyet devrinde batılaşma düşüncesinin yaptığını ifade etmiştir. Yabancı kelimelerin dilin kullanımında tedavüle sokulmasını, yabancı örf ve hayat tarzına ilişkin özentiyi, Anadolu’da yeni haçlı zihniyetinin istilası olarak nitelendirmiştir. Bu bağlamda inkılapçılığın ve yeniliğin, asırlar içerisinde tekamül etmiş birikimleri silmek yerine onları daha da olgunlaştıracak ve inkişafını sağlayacak bir metod arama gayesi içerisinde olması gerekliliği vurgulanmıştır (Topçu, 2015: 154). Bu bağlamda kimliğin ruh mistizmi, köylerin saf kimliğinde aranmıştır. Çünkü, dilin, kültürün, edebiyatın, sanatın en naif ve öz hali, köylerde saklıdır. Köyler ise, toprak-insan ilişkisinin, dahi birlikteliğinin tesis edildiği yerler olarak, vatan düşüncesinin ilk olarak yeşerdiği yerlerdir. Anavatan merkezli kimlik tasarrufuyla Cumhuriyet yönetimine yaklaşan Anadolucu- lar, Turancılıktan uzaklaşmışlardır. Anadolucu akımın mümessilleri, milli kimlik denkleminde ırk ve millet ayrımına giderken, tarih ve kültür meselelerinin millete ait, milleti var eden temel şiarın bir coğrafyanın vatan kılınması olduğunu ifade etmişlerdir. Anadoluculuğun, mekân-zaman terkibi bu bağlamda Anadolu’nun İslamlaşması vesilesiyle Türk milletinin teşekkülüne dayanmıştır. Yalnız Remzi Oğuz Arık’ta Türkmen motiflerin daha ağır bastığını söyleyebiliriz. Örneğin; Arık’m tasvirinde Çukurova, hem Türklüğün tabi ve milli hususiyetlerinin gizli olduğu Heimat hem de Anadolu’nun anavatan kılınmasında kurucu ve kültürel dinamizm olarak yer tutmaktadır. Nurettin Topçu ise, Hitit ve Sümer unsurları ile göçebe Türklerin birleşmesinden, yine Türk unsurların daha ağır bastığı yeni ve farklı bir milletin, Anadolu milletini vücuda getirdiğini ifade etmiştir. Göçebelik ve yerleşiklik, Anadolucuların mekân ve kimlik denklemlerinde önemli ayrım noktalarını oluşturmuştur. Bu bağlamda göçebe toplumlar, bir mekâna mukadderatlarını bağlayamadıkları için, millet olma vasıflarından yoksundurlar. Buna mukabil yerleşik toplumlar, toprakla olan münasebetleri vesilesiyle kültür ve medeniyetin manevi ve maddi unsurlarının bütün vasıflarını taşımaya haiz toplumlardır. Mekânsal tecrübe, onların tarih ve kültür cihetinde müstesna bir yer almalarına sebebiyet verir. Türk milletinin kurucu vatanı Anadolu olmuştur. Anadolu, İslam medeniyeti dairesinde Türklüğün bütün zenginliklerinin ortaya çıktığı; Türk zevkinin ve estetiğinin gelişim gösterdiği yerdir. Dolayısıyla Türkler, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya gibi müstemleke coğrafyalarla enerjilerini tüketmekten vazgeçmeli, bütün motivasyonlarını Anadolu’da tekrar diriliş için harcamalıdırlar.
Resmi milliyetçiliğin kopuk, Anadoluculuğun eksik hafızasının mekânsal tezahürleri, Türk tarihinin bütünsel ve birbirini tamamlayan devirlerini görmediği için Erol Güngör tarafından eleştireye tabi tutulmuştur. Bu bağlamda çalışmanın sınırlılıkları bağlamında geniş bir yer verilmeyen cihanşumül Türk milliyetçiliği, Nihat Atsız, Necdet Sancar, Orhan Şaik Gökyay gibi Türkçülerin Turancılık izdüşümlerinde yeniden canlanmıştır. Erol Güngör ise, bu cihanşumül perspektife sosyolojik bir içerik kazandırmıştır. Bu yaklaşım özellikle Cumhuriyet tarihinde Türk milliyetçiliğinin siyasal temsili noktasında da resmi milliyetçiliği ve Anadolucuğu aşarak aynı tarihi ve coğrafi referansları farklı bir şekilde yorumlamıştır. Erol Güngör’ün geniş Türk hafızası ve İslam medeniyeti perspektifinde sunduğu yeni terkip, aynı zamanda Türk tarihinin okunmasında Ziya Gökalp’e yakın; yalnız O’nun da eksiklerini telafi edici bir mahiyete sahip olmuştur. Normatif yani olması gereken kalıplardan ziyade daha çok geçmişin birikim ve tecrübelerinden mürekkep geleneğe dayalı bu yaklaşım, Resmi Milliyetçiliğin ötekileştirdiği, Anadoluculuğun ise müstemleke kabul ettiği Osmanlı Hinterlandında ve Orta Asya sahasında, tarihi ve kadim rolü olan Cihanşumülluğu yeniden üstelenme eğilimi taşımaktadır. Bu bağlamda, Tanrı Dağı’nın Türklüğü ile Hira Dağı’nın İslamlığı bu geniş hafızanın din ve devlet merkezli kodlarına yeniden dönüşü salık vermektedir. İslam Medeniyet dairesine girerek Anadolu ve Doğu Avrupa’da köklü ve büyük bir medeniyet inşa eden Türkler, fethettikleri topraklarda, istilacı/geçici bir yönetim tertip etmekten ziyade İslam medeniyetinin maddi unsurlarını inkişaf ettirecek şekilde kalıcı eserler bırakmıştır. Bu bağlamda Anadolu ve Balkanlar’daki kervansaraylar, hanlar, camiler, külliyeler ve saraylar gibi Selçuklu/Osmanlı medeniyetinin hafıza mekânları, objektif tarihe ilişkin unsurların sübjektif hafızada tezahürü olmuştur. Dolayısıyla Osmanlı’dan kurtulma şeklinde algılanan redd-i miras, aslında objektif tarih ile sübjektif hafıza arasındaki uçurumun büyümesi ve derinleşmesi olarak ifade edilmiştir. Çünkü İstiklal mücadelesi, toplumun canlı/subjektif hafızasının vatan topraklarını işgale kalkışan devletlere gösterdiği reaksiyoner tavrın bütünüdür. Erol Güngör, Türk Milleti’nin istiklal mücadelesinin, bir zamanlar Osmanlı’ya tabi Balkan unsurlarının verdiği bağımsızlık mücadelesi gibi Osmanlı’dan kurtulma mücadelesi olamayacağını ifade etmiştir. Bu yönüyle resmi ideolojiyi, Osmanlı mirasının reddetme temayülü yüzünden eleştiriye tabi tutmuştur.
Vatan topraklarının sınırları ve içerdiği mahiyet bugün dahi güncelliğini muhafaza eden tartışmaları beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda Bosna Hersek, Kosova, Kırım, Filistin, Suriye ve Irak olmak üzere yakın coğrafyamızda, Doğu Türkistan gibi uzak coğrafyamızda zuhur eden hadiselere karşı ilgi ve odağın zemininde mekânı anlama ve anlamlandırmada müracaat ettiğimiz hafıza ve kullandığımız dilin etkisi vardır. Dolaylı ya da doğrudan milletlerin hafızalarının tecessüm ettiği yer olarak mekân, hudutları uluslararası anlaşmalar çizilen siyasal ülkeden ibaret değildir, olmamıştır. Bu bağlamda Türk milliyetçiliğinin mekân tasavvurunda kullandığı tarih ve kimlik terkibi, gerek iç politikadaki gerekse de dış politikada kullanmış olduğu enstirümanlar bağlamında Anadolu merkezli bir kimlik ve coğrafya algısını aşmış durumdadır. Özellikle Soğuk Savaş sonrasında yakın ve uzak havzamızda belirginleşen tarihi/kültürel miraslarımızı anlamak ve bu mirasların üzerimize yüklediği mesuliyet duygusunu taşımak için, mekân/coğrafya okumalarının hafıza/tarih zemini ve bu zemin üzerinden inşa edilecek özne/milli kimlik tasavvuru önem arz etmektedir.
NOT: Bu metin Doç. Dr. Gökberk Yücel’in Türk Milliyetçiliğinin Terkibinde Mekân isimli eserinin sayfa 273-287 arasında yer almaktadır.