15 Temmuz 2016 gecesi hâinler tarafından girişilen kalkışma hareketi, Türklüğün en önemli meselesinin “beka” konusu olduğunu bir kere daha gözler önüne serdi.
*****
Prof.Dr. Mehmet ÖZ
Türkiye’ye karşı, kim olduğunu hepimizin bildiği “üst akıl”ın taşeronları vasıtasıyla icra edilen 15 Temmuz operasyonundan sonra yakalanan “millî mutabakat” zemini maalesef gereksiz ve yararsız sözde tartışmalarla heba ediliyor. Türkiye enerjisini ve dikkatini beka meselesi ve ilişkili alanlara yoğunlaştırmalıdır. Bunların başında coğrafyamızdaki örtülü üçüncü dünya savaşı gelmektedir. Bu kapsamda Türk ordusunun zaafa uğratılmasına dönük en son operasyon olan 15 Temmuz hain girişiminden sonra ordumuz başta olmak üzere devletin yeniden yapılanması, güven ortamının tesisi son derecede önemli bir önceliğimizdir.
Bu ortada iken Türkiye’yi, 1990’lardan beri içine sokulduğu kimlik ve hayat tarzı tartışmalarının yol açtığı kutuplaşma ikliminin devamından başka bir şeye yaramayan, daha doğrusu Türkiye’nin birliğinin altını oymak isteyenlerin emellerine hizmet eden sahte gündemlerle uğraşıp duruyoruz. Birileri tarihle yüzleşmek gibi cilalı laflarla Ermeni meselesi, Dersim isyanı gibi konularda devletin tepe yöneticilerini dahi ileride başımıza dert açması mukadder söylemleri dillendirmeye teşvik edip durdu. Şimdi de durduk yerde II. Abdülhamid etrafında fırtına kopartılıyor. Bu tür tartışmaları şöhret ve para kapısı olarak köpürtenler var kuşkusuz. Ancak sanki arka plandaki asıl aktörlerin, bizleri bunlarla uğraştırıp kutuplaşma ikliminden medet umanlar olduğu gibi bir izlenim var. Anıtkabir’de çocuk parkı, şort giyen bir kadına yönelik saldırı vb. gibi sözde tartışma konularının da aynı mahiyette olduğu açıktır.
Türkiye tarihinin en kritik dönemecinden geçerken II. Abdülhamid’i gündeme almak, “Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan, ona mı yoksa Mustafa Kemal Atatürk’e mi benziyor” diye tartışmak, herhalde Fatih’in İstanbul’u fethettiği sırada oradakilerin meleklerin cinsiyetini tartışmasını andırıyor. Bunları kesin bir şekilde bir yana bırakalım, vakit başka bir vakittir.
Vakit, Türkiye’yi zayıflatmak, bölgede etkisizleştirmek ve gerekirse bunun için bölmek için elinden geleni ardına koymayan sözde müttefik ve dostlara karşı uyanık olmak, birlik olmak vaktidir. Bunu derken, devletin üst makamlarında görev yapanların uluslararası ilişkiler ve diplomaside üslup ve usul meselesine hassasiyet göstermesini de ekleyelim. Hakkımızda iyi planları olmadığını bilsek de karşımızdaki cepheyi genişletecek beyanlar yerine kamuoyu desteğini arttıracak bir üslubu hâkim kılmalıyız. Dış siyasetle ilgili retoriği içteki hesapların aracı yapmamalıyız.
Vakit, tarihî-medeniyet müktesebatımızla mütenasip idealleri gerçekleştirmek için Türklüğün yeniden dirilişi için birlik olma vaktidir. İslam coğrafyası parçalanıyor, evet. Ama Türklük şuuru ve İslâm ahlâkı olmadan bu devleti ve bu milleti yeniden önder yapmak sadece bir hayal-i muhaldir, imkânsız hayaldir.
Devletimizin artık bu bilince sahip, Türkiye’yi ve sonra da Türk dünyasını odağa alan bir yönetim anlayışıyla yönetilmesi gerekiyor. Bu elbette İslâm âlemi için de hayırlı neticeler getirecektir, dünya barışı için de… Ama biz önce Türkiye diyeceğiz, burayı güçlendireceğiz, sonra medeniyet tasavvurumuzun diğer halkalarıyla ilgileneceğiz. Çünkü önceliğimiz, Türkiye’nin üniter, millî devlet olarak ayakta kalması meselesidir.
Çözüm süreci/Barış süreci sayıklamaları döneminde de uyardık: Bu coğrafya için 1990’lardan bugüne uzanan bir yeniden tasarım planını dikkate almadan adım atılamaz. Şimdi duvara tosladık ve işi düzeltmeye çalışıyoruz. Ama hâlâ kafası net olmayan, geçmiş ideolojik takıntılarını devam ettiren söylem sahiplerine kulak vererek bunu yapamayız. Türkçülük, İslamcılık, Osmanlıcılık siyasetleri yüz küsur yıl önce beka meselesi bağlamında ortaya atılmıştı. Soru şu idi: Biz, biz olarak, yani Anadolu’yu Türkiye yapan, Haçlılara karşı İslâm dünyasına liderlik yapan Müslüman Türk milleti olarak bu topraklarda varlığımızı ve egemenliğimizi nasıl sürdürecektik?
Bugün “ümmetçi” söylemin bizi getirdiği nokta ortada… Maalesef Mısır ve Suriye siyasetlerimiz ümmetin buralardaki bileşenlerinin hayrına olmadı. Şunu da hakkaniyet adına belirtelim ki Türkiye’nin hatalı siyaseti Ortadoğu’da ve bilhassa Suriye’deki yangında, buradaki ABD ve İngiltere, Rusya, İran ve İsrail gibi aktörlerin yanında aslî, hatta talî etken bile değildir. Yani “Arap Baharı” adı altında İslâm dünyasını kana bulayan projenin planlayıcı ve sorumluları bellidir. Türkiye’nin hatası, bunlara karşı doğru tavır alamamasıdır; hesap hataları yapmasıdır. Suriye’de meydana gelecek iç savaşın doğuracağı sonuçlar hakkındaki ikazları dikkate almadık, sonra da Süleyman-şah türbesini bile koruyamaz duruma geldik. Şimdi bunlara yeniden dönmenin zamanı değil ama bundan sonrası için geçmişi iyi bir tahlile tâbi tutmak, hatalardan ders çıkarmak için bunlara değiniyoruz.
Ezcümle, Türkiye’yi sağlam tutmalıyız. Millî birliği pekiştirmeliyiz. Kurunun yanında yaşı yakan özensiz açığa alma ve ihraçlarla uğraşacağımıza Türkiye’ye kast eden yapının ve darbecilerin derinliğine araştırılıp hukuk çerçevesinde en ağır şekilde cezalandırılmalarını temin etmeliyiz. Elbette ki kamuda veya özel sektörde FETÖ denilen yapının unsurları gerekli şekilde tasfiye edilmelidir ama yarın devlete düşman nesiller ortaya çıkaracak usul ve üsluptan da sakınmak icap eder. Hele, bu yapıyla alakasız insanları olur olmaz ihbarlarla rencide etmek tam da FETÖ darbe girişimini yapanların amacına hizmet eder. O bakımdan hükümetin son derecede kararlı ama aynı ölçüde de dikkatli bir hatt-ı hareketi takip etmesi elzemdir.
Suriye’de başlayan ve bilahare Irak’ta da devam edeceği anlaşılan askerî harekâtta Türkiye’yi tuzağa düşürmeye çalışan ana aktörlere karşı dikkatli olmalıyız. Her iki coğrafyada da Türkmen varlığının devamı Türkiye’nin birinci önceliğidir. Erşat Salihi’den ve Suriye Türkmenlerinden yükselen feryatlar yankı bulmalıdır. Türkmenler başta olmak üzere Halepliler Rusya ve Esed zulmüne kurban edilmemelidir. ÖSO denilen yapıya fazlaca bel bağlamadan ana omurgasını Türkmenlerin oluşturacağı bir direniş gücü desteklenmelidir. ABD’nin PYD/YPG’yi çeşitli oyunlarla Menbiç’ten el-Bab’a, el-Bab’dan da Afrin’e uzanacak bir koridor için desteklediği açıktır. Buna, bu PKK koridoruna kesinlikle müsaade edilemez. Ta en başından beri bölgeyi dizaynda bir buldozer ve kullanışlı araç olduğunu ifade ettiğimiz IŞİD’i bahane eden ABD neden YPG’yi Esed’e karşı kullanmıyor? Hesap açıktır ve maalesef geçmişte, Kobani’ye selam ve yardım göndermemizin faturasını da böylece ödüyoruz.
******
Beka meselemizin elbette çeşitli boyutları var. Anayasada yapılacak değişiklikler, ordunun yeniden yapılandırılması (askerî okullar, askerî hastaneler, askerî tesislerin kent merkezi dışına taşınmaları vs.), eğitim meseleleri, cemaat ve tarikatlar konusunda izlenecek yol vb. pek çok başlık var. Bu konular hakkında uzmanlar, siyasetçiler, STK’lar üzerlerine düşeni yaptıktan yani konular önemleriyle orantılı olarak etraflıca müzakere edildikten sonra yasal düzenlemelerin yapılması en uygun yöntem olacaktır.
*******
Devletimizin bekası için daha önce açıkladığımız yol haritası çerçevesinde özetle şunları tekrar vurgulamalıyız:
1-Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü, Cumhuriyetin kuruluş felsefesi yani üniter yapı, millî devlet temelinde Mecliste üç parti arasındaki mutabakat daha da tahkim edilerek devam etmelidir.
2-Ordumuzun uğradığı ağır tahribat bir an önce giderilmelidir.
3-Türk millî kimliği ve tek devlet dili olarak Türkçe konusunda tereddüde yol açacak hiçbir eylem ve söyleme kapı aralanmamalıdır.
4-Hiçbir kurum, cemaat, tarikat, dernek veya vakfın devleti ele geçirme yönündeki faaliyetlerine izin verilmemelidir.
5-Bütün bunlar yapılırken din ve vicdan özgürlüğüne, temel insan haklarına riayet edilmeli, demokratik hukuk devleti ilkeleri ve adaletten ayrılmamalıdır.
Sözün özü: Yeni dönemde geleceğimizi tarihimizden aldığımız ders ve ilhamla, Türklük şuuru ve İslâm ahlâkı ile inşa etmeliyiz.
——————————————————————-
28 Eylül 2016