İngiltere’de iken, Üniversitede Türkçe öğretiyorum diye, kolejlerden birine üye yaptılar. Ayda bir o kolejde akşam yemeğine katılma durumumu birkaç sefer kullandım. Öğretim elemanlarının yemek yediği masa, artık öyle yüksek filân değildi, ama, High Table geleneği devam ediyordu.
Yemekten sonra, İngiliz profesörler, genişçe bir odaya çekilir, orada içkilerini yudumlarken sohbet ederlerdi. Oldukça sık aralıklarla, latince konuşurlar veya hiç olmazsa, latince deyimler, şiirler söylerlerdi.
Onlardan birine, merak ettiğim bir konuda soru yönelttiğimde, konuda bilgisi yoksa veya kâfi değilse; istisnâsız, “o konudan anlamam” veya “o konuyu bilmem” derlerdi. (Çoğumuzun yaptığı gibi, bilmem’den sonra bir virgül koyup yarım saat daha konuşmazlardı.) Akşam yemeklerine birkaç defa gittim; herkes çatalı sol eline alıp, sağ eline aldığı bıçakla yemekteki eti keserken, benim çatalı sağ elimle kullanmam biraz tuhaf oluyordu, ama bir şey de demiyorlar veya yadırgadıklarını da hissettirmiyorlardı, yine de ben tedirgin oluyordum ve yemeğe gitmeyi bıraktım.
Bu girizgâh’ta anlatmak istediğim nokta, Avrupa’lı aydın için, latince bilmenin ÇOK TABİÎ, “olmazsa olmaz” bir konu olduğudur; Avrupa kültürünü yapan 3 unsurdan biri Roma mirası olduğu içindir ki, doğrudan veya dolaylı sömürge yaptıkları HER Ülkede, arkeoloji öğretimini Roma merkezli olarak öyle ayarlamışlar, yerleştirmişlerdir ki; -bizim gibi- bâzı ülkelerdeki arkeologların çoğu, ülkelerinin toprağını kazıp kazıp putperest Roma kalıntılarını çıkarmayı mârifet sayarlar, bâzı belediyeler de, sınırları içindeki bu kazılara çuval dolusu parayı, öğünerek harcarlar. ‘Turist gelecek’ zokası yutturulduğu için, Anadolu’nun tapusunun böylece Rûm’a çıkarıldığı farkedilmez bile.
***
Bize gelince:
Batı’ya karşı çok üstün olduğumuz çağlar (15. , 16., 17. ci yüzyıllar) oldu, sonra, İslâm’a bağlılığımız, daha çok bürokrasi seviyesinde pörsüdü, zayıfladı, Avrupa’lılar, Afrika’nın güneyinden dolaşarak Doğuya gittiler, ticâret yollarının güzergâhında olma kazanımlı durumumuzu kaybettik, sanayi inkılâpları filân … Avrupa karşısında yenildik. Üçüncü Ahmed (1703-1730) de Nevşehir’li İbrahim Paşa da, yenileşme, değişme ihtiyacı duydular ama, bir şey yapamadılar.
Üçüncü Selîm (1789-1807) üst düzey yetkililerden durum ve çıkar yol hakkında lâyihalar istedi, 20 küsûr lâyihada belirtilen görüşler 3 noktada toplanıyordu:
1.Kurumlarımız iyidir, çalışırsak, Avrupa ile zâten 30 yıllık mesâfe var, kapatırız.
2.Kendi değerlerimizi muhafaza ederek Avrupa’nın sâdece tekniğini alalım,
3.Avrupa, toptan, OLDUĞU GİBİ, toptan, her şeyiyle alınmalıdır, ancak böyle çağdaşlaşırız.
Sultan Selîm, bu üçüncü görüşü benimsedi. (Halbuki, ikinci görüşün isâbetli olduğu, Japon misâlinde görülüyor.)
İyici bozulmuş olan yeniçeri ocağı 1826 da kaldırıldı. Napolyon’un 1798 de işgal ettiği Mısır’ı kurtarmak için gönderilen askerler arasındaki Cingöz Kavalalı, türlü oyunlarla Mısır’ın başına geçti, Fransız gâvurundan öğrendiği asker eğitimi ve savaş taktikleriyle Mısır ordusu, yeni kurulan Osmanlı ordusunu üstüste yenerek Kütahya’ya kadar geldi 1833. Kavala’lının oğlu İbrahim Paşa’yı, Osmanl’nın zayıf bir şekilde devâm etmesini uygun gören emperyalistler durdurdular; Mahmûd Celâleddîn Paşa (Prens Sabahaddin’in babası), Mir’ât-ı Haqîqat adlı kitabında belirtir ki: “Mısır gailesinden dolayı, ya Devletin ikiye bölünmesi veya hânedân değişikliği durumundan kurtulmak için Avrupa kamuoyunun desteğini sağlamak için fi‘lî garantiye ihtiyaçtan dolayı…” mason Mustafa Reşîd Paşa (Londra sefîri iken Hâriciye Nâzırı ve Sadrâzam olan), yeni Padişâh 16 yaşındaki toy Abdülmecîd’e, (İngilizlerin kendisine dikte ettiği maddeleri) gizli oturumlarla naklederek 1839 yılında Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu ile Tanzîmât ilân edildi. Kimyadaki -renksiz, kokusuz, tatsız- element târifi gibi, Müslüman, kâfir, her osmanlı uyruğu eşit, AYNI oldu. Bunu daha da sağlamlaştırmak, kâfirin durumunu iyice yerleştirmek için de 1856 yılında İslâhât ilân edildi, cizye kalktı, gâvura ‘gâvur’ demek yasak edildi. DURUŞ kaybına uğratıldık. (Daha da sağlama bağlamak için, Tanzimat ve İslahat; Türk çocuklarına, okulda, “ileri atılım hareketleri” diye öğretildi: aynen, İngiliz’in korkulu rüyâsı Hilâfet’in, “Hilâfetten kurtulduk” diye öğretilmesi gibi.)
***
Ne kadar tekrar edilse azdır: Kültür İstilâsı, asker işgalinden ÇOK DAHA VAHÎMDİR; asker işgalinden, büyük fedakârlıklarla kurtulabilirsiniz; Cezâyir’in 1 milyon şehîd vererek Fransız işgalinden kurtulduğu gibi. Kültür İstilâsında ise, KİMLİĞİNİZİ kaybedersiniz; KİM idiğinizi unutursunuz, ŞAHSİYETSİZ olmuşsunuzdur; taklîd edilmiş YENİ kimliğinizi, KENDİNİZ ZANNEDERSİNİZ. (Afrika’lıya: “hiç İngiltere’ye gittin mi?” diye sorulduğunda: “No, I have never been home” Hayır, hiç anavatanda, yuvada bulunmadım, diyordu: kendisini İngiltere’ye ÂİD, oradan uzak düşmüş olarak GÖRÜYORDU.)
Bizde de, DEVLET POLİTİKASI, MUÂSIRLAŞMA (Çağdaşlaşma) olarak Tanzîmat’tanberi RESMEN tutulan yolun sonucu olarak, 2024 yılında, bizler, bu DURUMdayız. Tutulan yolun sonucu, günümüz durumudur. İçinde bulunduğumuz DURUM, bize artık öyle tabiî geliyor ki, bunun dışındaki bir olayı, görünüşü, kabûl edemiyoruz; kültür istilâsını iyice sindirmiş, kanıksamış gibiyiz.
İki misâl sunuyorum:
1.İyi yetişmiş, 200 den fazla eser vermiş bir Tefsîr Profesörüne çarşaf hakkında sorulan soru üzerine verdiği cevap (internette dolaşıyor, seyredebilirsiniz):
“İslâm’da kadının yüzü ve elleri dışındaki bedenini kapatması esastır, çarşaf diye bir şey yoktur, öyle sâdece bir gözünü gösterip yüzünün kalan kısmını kapatmak yoktur, kadının yüzü açık olabilir.”
***
Bu, gerçekten bilgili ve saygıdeğer profesörün dedikleri doğrudur. Tesettür için çarşaf şart değildir. Doğru.
Türkiye’de çarşaf siyah renkli olarak kullanılıyor. Tunus’ta -yasaklanmadıysa- beyaz renkli olarak kullanılır. O iklimde, beyaz daha uygun düşüyor. Kadın, günlük kıyafetiyle otururken, sokağa çıkması gerekince o ince örtüyü üzerine çekiveriyor, giyim-kuşam külfetinden kurtuluyor, yâni, işin, iktisâdî ve pratik tarafı da var. Çarşaf, bedenin kıvrımlarını belli etmeyeceği için, tesettüre daha uygun olacağı düşünülmüş olmalı.
İmdi … Günümüzde, 2024 yılında hanımlar, Türk kıyâfetleriyle mi dolaşıyorlar? Giydikleri entâriler, dö piyesler, bluzlar, dizden etekler, mantolar vb Türk kıyâfeti midir? Kıyâfetlerimizi, ancak folklor ekiplerinin üzerinde görmüyor muyuz? Tuhaf değil mi, Avrupa’lı gâvurlardan aldığımız, giymeğe birkaç nesildir alıştığımız kıyâfeti ÖYLE benimsemişiz ki, hiç aklımıza gelmiyor: bu kıyafet kimin? diye sormak; gözümüzü açmışız, kendimizi bu kıyâfet içinde bulmuşuz. (Sultan İkinci Mahmûd’la başlamış bu alışkanlığımız) (Çocukluğumda, ‘gömlek’ denilmezdi; ‘Frenk gömleği’ denirdi, artık, ‘gömlek’ diyoruz.)
Alıştığımız, Avrupa’lı gâvurdan alıp benimsediğimiz kıyafeti ÖYLE SİNDİRMİŞİZ Kİ, onun dışında bir kıyafet görünce, yadırgıyoruz.
2.Avrupa’lı aydın için Latince ne ise, Türk aydını için de Arapça o idi. Bir Avrupa’lı, Osmanlı toprakları dışında bir yerde bile Müslüman olsa, onun hakkında “Türk oldu” denirdi; Müslüman, yerine Türk kelimesi kullanılırdı. (Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey, p. 9)
Sultan Abdülaziz’in 1867 yılındaki Avrupa seyâhatinden başlayarak Osmanlı münevverinin gittikçe artan bir şevkle Fransızcaya yönelmesiyle, aydınımızın, Türkçeden sonraki dili, Avrupa dili oldu, zamanla Fransızcanın yerini İngilizce aldı.
Kültür İstilâsına mârûz kalmamış olsa idik, olayların tabiî akışı içinde, aydınımızın Türkçe yanındaki dili Arapça olarak devam edecekti.
Avrupa’lı aydının, anadili yanındaki dil: Latince,
Türk aydının, anadili yanındaki dil: Arapça, idi.
Fakat, devam edegelen ve gittikçe yerleşen, kanıksanan, benimsenen, içinde yaşadığımız Kültür İstilâsı sonucu olarak, bâzı aydınlarımızda, Arapça’nın gündeme gelmesine, gündemde tutulmasına KARŞI bir tepki kendini göstermektedir. Dil bakımından, sanki, sağlam bir zemînde imişiz, KENDİ GÖKTÜRK HARFLERİMİZİ kullanıyormuşuz gibi, Arapçaya ve o dilin harflerine karşı, -en azından- bir soğukluk, zaman zaman kendini göstermektedir.
Uzun söze gerek yok. Nasıl savrulduğumuzu, ne kadar KENDİMİZDEN UZAKLARA FIRLATILDIĞIMIZI görmek için bir karşılaştırma yeter:
*Şekspir’i okuyup anlamayan İngiliz aydını yoktur; dil değişmiştir, İngiliz, çocuğuna özel ders aldırır.
*Göte’yi okuyup anlamayan Alman aydını yoktur.
*Tolstoy’u, Dostoyevski’yi okuyamayan Rus aydını yoktur.
*Volter’i anlamayan Fransız aydını olmaz.
*Firdevsî’yi, Şeyh Sa‘dî-yi Şîrâzî’yi okuyamayan İranlı aydın var mıdır?
*Kâtip Çelebi’yi orijinalinden okuyup anlayan kaç Türk aydını vardır?
(Meslek icabı okuyanlardan başka). Daha yakına gelelim:
İstiklâl Marşımızı orijinalinden kaç diplomalımız okuyabilir?
En koyu Kemalistlerimiz, NUTUK orijinalinden okunsa, yüzde kaçını anlar?
***
*Almanya’da, İngilizce veya Fransızca öğretim yapan üniversite var mıdır?
*Fransa’da, Almanca veya İngilizce öğretim yapan üniversite?
*İngiltere’de, Fransızca veya Almanca öğretim yapan üniversite?
*Türkiye’de EN İTİBARLI ÜNİVERSİTELER HANGİ DİLLE öğretim yapmaktadır?
Üstelik; bu durum, yadırganmak şöyle dursun, çok tabiî imiş gibi, bu üniversitelere, en yüksek puvanlı öğrenciler gitmiyor MU?
***İngilizce öğrenim modasının, çılgınlığının İLK ÖĞRETİMe kadar inmiş olması da işin tuzu, biberi …
***
*DÜŞMÜŞ olan, düştüğünü FARK etmedikçe, KALKMAyı aklından bile geçirmez.
*Kurtuluş, önce ZİHİNde başlar.
*****
30 Ocak 2024