Prof.Dr. Mehmet Hayri KIRBAŞOĞLU
Konuya çok farklı bir boyuttan, çok farklı bir yerden, çok farklı bir perspektiften bakmak gerekiyor. Önce özet yapayım: Ahir Zaman İlmihali’nde “ahir zaman” tamlamasını mecazen kullanmıştım. Ama şimdi şu soru ciddi olarak tartışılıyor: Gerçekten ahir zaman ciddi olarak yaklaştı mı? Yani gezegen, ciddi olarak tehdit altında mı? Şu anda bütün dünyada ciddi olarak tartışılıyor ve ciddi bir tehditle karşı karşıya olduğumuz giderek daha fazla dile getiriliyor. Bu perspektifte, yani sahipsiz olan gezegene sahip çıkmak anlamında nasıl bir bakış açısı geliştirebiliriz? Bu noktada, özellikle İslam dünyasının bakış açısındaki sapmalar, perspektif bozuklukları nelerdir? Bunlar üzerine bir deneme yapmak istiyorum.
Ahir Zaman İlmihali’nde iki anlamda İslam’ı kullanmıştık: genel olarak bütün dinlerin adı olarak İslam, özel olarak bizim dinimizin adı olarak İslam. Fakat Aliya sayesinde İslam’ın yeni bir adı, yeni bir kimliği, yeni bir boyutu daha ortaya çıktı. O da dünyada iyi ve güzel olan ne varsa bunun ikinci adı olarak İslam. Dolayısıyla üç farklı boyutta olan bir İslam’dan söz etmeye çalışacağım.
İslam,
METAFİZİK ALAN/KURUCU DEĞERLER ALANI
AHLAKİ DEĞERLER ALANI
İBADETLER ALANI
NORMATİF DÜZENLEMELER ALANI
olmak üzere hiyerarşik olarak sıralanmış bir değerler piramidi denebilecek bir sistemdir. Bunu pek çok vesileyle ifade ettik, bugün farklı bir açıdan sunmaya çalışacağım.
Temel tezimiz, bu piramidin tepetaklak edildiği yönünde. İslam şeriatını uygulamak adına kelle kesmek, el kesmek ile işe başlayan ve tamamen toplumsal alanla, yani şeriat hükümlerini uygulamakla şeriatın geleceğini zanneden son derece miyop bir bakış açısı var. Bu bakış açısının doğurduğu problemler, son derece yaygın ve vahim.
Bir diğer bakış açımı özetleyeyim: Büyük bir daire olan makro İslam geleneğini düşünün. Bu büyük İslam geleneğinin içerisinde beş küçük daire, yani şu anda yaşayan beş tane alt gelenek/mikro gelenek var. Bunlar, şu an yaşayan ana gelenekler: Şii, Sünni, Zeydi, İbadi, Mutezili gelenekler. Sünni gelenek içerisinde de on tane alt bileşen/nano gelenek var: Dört fıkıh mezhebi, iki akaid mezhebi ile zahiriler, sufiler, Ehl-i hadis/selefiler ve felsefeciler gibi. Dolayısıyla İslam dünyası gibi kavramları kullanırken aslında büyük fotoğraftan, yani büyük İslam geleneğinden bahsedeceğim. Çünkü İslam dünyasının perspektif kayıplarının en önemlisi, bu büyük fotoğrafı görememesi. Ağacı görüp ormanı görememesi ve herkesin kendi küçük dünyasında İslam dünyası için çözüm üretme çabasına girmesi. Bunlar, benim genel olarak nasıl bir bakış açısından hareket edeceğimi göstermek için yapabileceğim başlangıç niteliğinde bir giriştir.
Oturum başlığımız, İslam Dünyasının Müzmin Güncel Sorunları, yani sorunlar müzmin, bunu vurgulamamız lazım. Çünkü burada belirttiğim gibi yüzyıldır bu sorunlar tartışılıyor ama neredeyse ciddi bir ilerleme, arpa boyu bir gelişme yok. Niçin bu ilerlemenin olmadığının sorulması gerekir. Şimdi Allah (cc), O’nun dini olan İslam’ın, O’nun peygamberi olan Hz. Muhammed’in ve O’nun kitabı olan Kur’an’ın bu kadar çok ağza alındığı, buna mukabil bizzat Müslümanlar tarafından bu kadar hoyratça metalaştırıldığı, bu kadar pervasızca araçsallaştırıldığı, bu kadar hayâsızca ayaklar altına alındığı, bu kadar küstahça altının oyulduğu, bu denli yüzsüzlükle içinin boşaltıldığı ve bu kadar varoluş amacının tersyüz edildiği bir dönem, İslam’ın geçmişinde aransa zor bulunur.
İslam dünyası son yüzyılda açık sömürgecilik dönemini bitirdi ve en son 1970’li yıllarda birçok İslam ülkesi bağımsızlığını kazanarak kâğıt üzerinde 57 İslam ülkesi sonuçta bağımsızlığını kazandı. Ancak bu İslam ülkeleri gerçek anlamda bağımsız olmadılar. Bunlar aslında sömürgeci ülkelerin iradelerini temsil edenlerin yönetimde olduğu, halkların iradesinin asla söz konusu olmadığı, gizli sömürge dönemini yaşıyor. Dolayısıyla şu anda İslam ülkeleri dediğimiz ülkelerin tamamı, siyasi olarak Amerika, Rusya, NATO, Çin, Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya ve İspanya gibi emperyal ülkelere sırtını dayayan, varlıklarını bunlara borçlu olan ülkelerdir. Bunlar içinde en meydan okuyanı olarak İran’ı görüyoruz. O bile Rusya-Çin eksenine sırtını dayıyor. Böyle bir durumla karşı karşıyayız. Dolayısıyla bu gibi emperyal ülkelere bağımlı olmayan bir İslam ülkesi bulmak zor. NATO üstlerinin bulunduğu haritalara internetten girin bakın, Ortadoğu’daki ülkelerin çoğu -bu noktada İran’ın hakkını yememek lazım- Amerika ve NATO bayraklarıyla kuşatılmış vaziyettedir. Sadece bembeyaz bir alan vardır, o da İran’dır. Bu, bir gerçekliği tespit etmemiz bakımından önemli.
Ayrıca bir aldatma aracı olarak “gelişmekte olan ülkeler” gibi bir kavram ihdas edilmiş. Aslında biz gelişmemiş ülkeleriz. Gelişen ülkeler var, gelişmemiş ülkeler var. Bu şekilde, “Bak siz gelişiyorsunuz” diyerek gelişmelerini frenleme oyunlarının üzerinde oynandığı bir İslam dünyasıyla karşı karşıyayız. Siyasi olarak İslam ülkeleri ulus-devlet gibi yapılanmış görünse de normalde bunların çoğu, sosyolojik olarak aşiret toplulukları ya da cemaatler koalisyonu olmayı aşamamış toplumlardır. Ekonomik olarak yine gelişmemiş olmanın tabii sonucu olarak İslam ülkelerinin üretim değil tüketim toplumu olduklarını söylemek de mümkün. Buna karşın sosyal açıdan İslam toplumlarının kimlikler üstü, toplumsal uzlaşma ve istikrar toplumları denebilecek türden toplumlar olduklarını söylemek mümkün değil. Uluslararası maddi-manevi ve insani gelişmişlik kriterleri açısından bakıldığında da İslam ülkelerinin hemen hemen tamamının liste sonlarında olduğunu görmek mümkün.
İçinde yaşadığımız son yüzyılda İslam ülkelerinin kendisi ve bütün insanlık için dünya düzeni, siyaset, iktisat, bilim, teknoloji, düşünce, sanat, kültür, küresel ısınma, çevre, medya vs. bütün bu alanlarda ortaya koyduğu kayda değer bir katkı, sunduğu herhangi bir model, yaklaşım, perspektif ya da çözüm önerisi söz konusu değil. Bu tablo 20. yy’da böyle olduğu gibi 21. yy’ın ilk çeyreğine yaklaştığımız şu dönemde de değişmiş değildir. İşte İslam dünyasının tarihe müdahil olma gücünü yitirdiğini gösteren bu iç karartıcı tabloyu değiştirmek için yine bu yüzyılda yönetimler değil sivil inisiyatifler harekete geçti.
İslam ülkelerinde toplumları İslami değerlere göre yeniden inşa etmek iddiası ile yola çıkan bu hareketlerin bir kısmı doğrudan devleti ele geçirerek, mevcut rejimi ve toplumsal yapıyı tavandan tabana değiştirmeyi amaçlamışlardı. Türkiye’de Millî Görüş, İran’da İslam Devrimi, Pakistan’da Cemaat-i İslami, Mısır ve diğer ülkelerde İhvan hareketi bu grupta değerlendirilebilir. Öte yandan toplumun İslamlaşmasını, tamamen sivil toplumsal hareket modeline dayanarak tabandan tavana gerçekleştirmek isteyen hareketler de sahnede yer almış durumdaydı. İhvan-ı Muslimin’in bazı kolları ve Kazan’ın çok bilinmeyen yenilikçi uleması “Ceditçiler” hareketiyle İslam ülkelerindeki ve ülkemizde de olan çeşitli cemaatler, gruplar bunlara katılabilir. Kabaca 50’li yıllarda başlayıp 70-80’li yıllarda ivme kazanan bu gibi siyasal ve sivil İslamcı hareketlerin üzerinde fevkalade geniş bir literatür olduğu için bunlar ile ilgili detaya girmeye gerek görmüyorum.
1950’li yıllardan bu yana yaklaşık 60-70 yıllık bir çalışmaya rağmen bugün İslam dünyası niçin bizler için iç karartıcı durumdadır? Kişisel kanaatim; uluslararası, siyasi, ekonomik vb. birçok sebebi var ama gözden kaçan önemli bir perspektif, yani bakış açısında sapmalar var. Bu perspektifler neler? Perspektiften şunu kastediyorum:
Nesneye bakarken bakanın durduğu yer.
Bakılan nesneye olan uzaklığımız.
Bakanın yüksekliği.
Bakanın durduğu yer: Niçin İslam dünyası sağlıklı teşhisler ile analizler yapamıyor? Çünkü bakış açılarımız sabit değil. Dün “Demokrasi küfürdür!” diyen İslami hareketler bugün “Demokrasi Allah’ın emri” diyor. Yani sabit bir bakış açısı söz konusu değil. Bu İhvan için de geçerli, Türkiye’deki İslami hareketler için de geçerli. Bir de burada bir oynaklık, kaypaklık var. Dün İslam sosyalizmi vardı, bugün İslam liberalizmi var. Çünkü resmi net görmeniz için sabit bir yerde durmak lazım. Sabit bir noktada ayağımızın durduğunu söylememiz zor. Bu anlamda sabit bir yerde duramamaktan kaynaklanan bir bakış açısı sorun var. Mesela ülkemizde yaşadığımız olaylara bakalım; ne kadar kınadığımız, hakaret ettiğimiz, sövdüğümüz uygulama, kurum, kavram varsa şu anda hepsini sahiplendik, içselleştirdik. Dolayısıyla durduğumuz yer kaypak.
Bakış uzaklığı: Genelde biz tikel olgular üzerinden gidiyoruz. İslam dünyasında uzaya çıkıp, gezegendeki bütün olan biteni asırlar üzerinden değerlendirme ve tahlile tabi tutan bir entelektüel olarak iki isim sayabilirim. Yani asırlar üzerinden konuşan, sanki yer küreyi önüne koyan ve onun üzerinden konuşanlardan biri Roger Garaudy, öbürü de Hasan Hanefi’dir. Bu iki isme Aliya’yı da eklemek yanlış olmaz. Bunun dışında İslam ümmeti olarak öbür dünya ve tikel formlar üzerine çok eğiliyoruz. Daha üst düzeyden gezegenin tamamını kuşatacak bir bakış açısı maalesef yok. Bu konuda Batılılar bizden daha ileri düzeyde. Gezegenin sonunun geleceğini hesap ederek gezegen dışına çıkıp yeni yaşam alanları oluşturma, yaşanabilir gezegenler bulma üzerine planlar yapıyorlar. Biz ise bırakalım onu, gezegen ölçeğinde dahi düşünecek bir noktaya gelemedik.
Bakanın yüksekliği: Bir insan ne kadar yükseğe çıkarsa göreceği ufuk, o kadar geniş olur. Ne yazık ki şunu söyleyebiliriz: Bütün İslam dünyasının bir yılda ürettiği bilgi, Batı’da birkaç ay içerisinde üretilmektedir. Hatta İslami bilgi üretiminde dahi Batı ile rekabet edebilecek durumda değiliz.
Şimdi nedir bu perspektif bozuklukları?
İslam ve İslam dünyası, iki belirsizlik ve keyfilik alanı olarak ortaya çıkıyor. İslam nedir? Fazlur Rahman’ın bazı İslam ülkelerindeki İslamizasyon politikalarını incelediği, “İslam ve Çağdaşlık” adlı kitabında Pakistan örneğini incelerken en büyük hatanın İslam’ın ne olduğu konusunda yapıldığını, İslamizasyon politikalarının mimarlarının İslam’ın ne olduğu sorusunu “çantada keklik” gördüklerini, ama bunun böyle olmadığının zaman içinde anlaşıldığını söyler. Gerçekten de şu anda Pakistan başarısız olmuştur. Birbirlerini yemektedirler, camileri bombalamaktadırlar, fakirlik, işsizlik gibi ciddi sorunları vardır. En büyük perspektif bozukluğu; İslam’ın, Müslüman olduğum için çantada keklik olduğu, İslam’ın keşfedilecek, öğrenilecek bir şey değil, sadece tekrarlanacak, hazır verili bir şey olduğu vehmidir. Bu, en büyük sapmalardan bir tanesidir.
İslam ülkelerinde; biri devletlerin, hükümetlerin, resmî dinî kurumlar aracılığıyla kontrol ettiği resmî İslam, diğeri de bunların kontrolü dışında sivil İslam olmak üzere iki İslam söz konusudur.
Perspektifimizdeki bir başka bozukluk, İslam konusundaki cahilliğimizde gizlidir. Zira Endonezya’dan Maldivler’e kadar İslami hareketlerin neredeyse tamamının İslami bilgi düzeyi, ya popüler İslam, halk İslam’ı düzeyinde ya da geleneksel İslami birikimle sınırlıdır. Buna Türkiye’deki Millî Görüş ve onun rahminden doğmuş olan AKP ile diğer İslami(!) hareketler de dâhildir. Her iki durumda da söz konusu olan şaşılık, İslami ilimler ve İslam düşüncesi alanlarındaki değişimin farkında olmamak ve bu iki alandaki Müslüman tekelinin kırıldığını görememekle ilgilidir. Çok önemli yeni bir olguyla karşılaşıyoruz. İslami bilgi üretim süreci, Orta Çağ’da tamamen Müslümanlar tarafından Müslümanlar için gerçekleştirilen bir süreçken, bugün artık Müslümanların tekelinden tamamen çıktı. Müslüman olmayanların da çok ciddi anlamda at oynattığı bir alan hâline geldi. Çünkü artık İslam, Müslüman olmayanların üzerinde kafa yorduğu, yazıp çizdiği bir alan hâline geldi. Hatta akademik iştigal alanı hâline gelmiş durumdadır.
İslami hareketlerin bir diğer şaşılığı da bu yeni durum karşısında hesaplaşma yerine devekuşu misali başını kuma sokma refleksini tercih etmeleridir. Durumun ciddiyetini görmek ve neyle karşı karşıya olduğumuzu ölçmek için bütün İslam dünyasının bir yılda İslam’a dair ürettiği bilginin; sadece kalite olarak değil kantite, nicelik olarak da İslam dünyasının dışında bir yılda üretilenin hayli gerisinde olduğunu söylemek yeterli olur. Daha ciddi bir gelişme ise İslam dünyasının dışındaki bilgi üretimi, İslam dünyasının siyasi, ekonomik, kültürel sorunlarına yoğunlaşırken; İslam dünyasındaki üretimin ise problemler karşısında geleneğe sığınmak ve içe kapanmak şeklinde tezahür eden iflah olmaz bir savunmacılıkla malul olmasıdır. Sürekli bir kendini merkeze alan, yücelten, bütün herkesi düşman olarak gören, bizi yedi düvelin yıkacağını söyleyen yaklaşımları sık sık duyuyoruz. Bu, aslında kendi yetersizliğinin idraki içerisinde bir savunma mekanizmasının, psikolojisinin dışa vurumudur. Aslında İslam’a tarih boyunca en büyük kötülüğü, en büyük düşmanlığı, bizatihi Müslümanlar yapmıştır. Ayrıca İslam dünyasının düşman aramaya kesinlikle ihtiyacı yoktur. Siyasi olarak da ekonomik olarak da birbirini katleden, birbirini boğazlayan, birbirini yiyen, birbirine kâfir diyen, Müslümanlardır. İslam veya İslami hareketlerin şu anki durumunu izah etmek gerekirse, Garaudy’nin tabiriyle pırıl pırıl akan bir pınar değil, kokuşmuş bir su birikintisine benzemektedir. Ya da Muhammed Abid el-Cabiri’nin ifadesi ile, “İslam dünyasının aklı, geviş getiren akıldır.”
İkinci bir perspektif kaybı, “nasların egemenliği(sultatu’n-nass)” denilen olguyla ilgilidir. Kısaca Müslümanların kendi içtihad/tecdid çabalarıyla çözüm üretmekten aciz kalınca, bütün sorumluluğu ayet hadislere, ya da geleneksel/klasik İslami literatüre yıkmaları ve onlardan hazır çözümler bekleme tembelliğidir.
İslami hareketlerin maruz kaldığı benzer bir şaşılık ise gerçeklikle ilişkilerinde ortaya çıkmaktadır. Bu kesimlerde kelimenin tam anlamı ile gerçeklikten kopma yaşandığını söyleyebiliriz. Bu durumun ispatı için Kur’an metni, ayetler ve uydurma-sağlam ayrımı yapmadan neşredilen hadis kaynakları olmak üzere her türlü dinî metnin İslami hareketler tarafından bitmez tükenmez bir iştahla tüketilmesi, daha doğru bir ifade ile tüketim nesnesine çevrilmesi olgusu bile tek başına yeterlidir. Asıl trajikomik olan, dinî nasların âdeta her yerde uçuştuğu, her yeri istila ettiği bir atmosferde İslami hareketlerin İslami değerlerden yola çıkarak ortaya koyduğu tek bir siyasi, ekonomik model, kültürel, bilimsel paradigmanın olmayışı ya da uygulanmış ve başarılı olduğu gösterilmiş tek bir modelin bulunmayışıdır. Şu anda sayıları 57’yi bulmuş olan İslam ülkelerindeki genel durum ile İslami hareketlerin iktidar olduğu durum, birbirinden farklı değil.
Muaz hadisi olarak adlandırılan rivayette Hz. Peygamber, “Ey Muaz! Nasıl hareket edeceksin? Nasıl karar vereceksin?” dediğinde Muaz’ın “Kur’an’a bakarım, bulamazsam sünnete, sünnette bulamazsam içtihat ederim” diyerek ifade ettiği perspektifin İslam dünyasında kaybedildiğini görüyoruz. Çünkü burada Hz. Peygamber, Kur’an’ın olduğu gibi sünnetin de her şeyin hazır çözümünü sunmayacağını daha kendi sağlığında açıkça kabul ediyordu, tabii bu rivayet doğruysa! Buna bakarak günümüzde tefsir ve hadis kitaplarının yorumuyla, tefsir dersleriyle,hadis fıkıh kitaplarını okumakla İslam dünyasının herhangi bir yere varmasının mümkün olamayacağını rahatlıkla görebilirsiniz. Bu sebeple her zaman olduğundan daha fazla çağdaş dönemde anahtar kavram, içtihat ve tecdit kavramlarıdır. Bu kavramları merkeze alan bir İslami bakış açısına ihtiyaç var.
Diğer bir perspektif bozukluğu ise olgudan naslara değil naslardan olgulara yönelmektir. Bu perspektif bozukluğunu düzeltmek için Hasan Hanefi ısrarla artık Fatiha’dan başlayıp Nas suresinde biten bir tefsir yapmayı bırakmak, bunun yerine başka bir yöntem izlemek gerektiğini söyler. Çünkü Kur’an’ın ne dediği konusunda 15 asırdır yazılan tefsirler ile artık kapalı bir nokta kalmamıştır. Hiçbir İslam alimi Arap dili veya başka açılardan bir Zemahşeri, bir Kurtubi, bir Fahreddin Razi, bir Taberi çapında Kur’an’ın ne dediğini anlama formasyon ve kafasına sahip değildir. Dolayısıyla Kur’an’ın ne dediği aşağı yukarı bellidir, ama asıl problem, ne demek istediği veya 21. yy’da ne anlama geldiği ve bu yüzyıla nasıl rehberlik edeceği konusundadır. Bunun için Hasan Hanefi’nin önerisi şudur: Küresel, bölgesel ve ulusal ölçekte gezegeni ve insanlığı yok oluşa götüren süreçler, tehditler, hayati konular nelerdir? Bunların bir envanteri çıkarılacak, sonra bu envanter önem sırasına göre dizilecek. Örneğin nükleer tehdit konusunu ele alalım. Bu tehdit için Kur’an, sünnet bana ne diyor? Küresel ısınma için ne diyor? Emperyalizm için ne diyor? İşgal ve katliam için ne diyor? GDO’lu gıdalar için ne diyor? Reklamlar için ne diyor? Bunların cevabı aranacak. Ama dürüst olmak gerekirse –Muaz hadisine göre daha Hz. Peygamber’in döneminde her şeyin hazır çözümü Kur’an ve Sünnet’te bulunamazken, on beş asır sonra bunu naslardan beklemek, bizatihi Kur’an ve Sünnete haksızlık olur. Zira bunlarla ilgili olarak Kur’an, Sünnet size doğrudan ve tikel çözüm olarak hiçbir şey söylemez, ama size güçlü bir ilham verebilir.
Hz. Ali efendimizin dediği gibi, “Kur’an konuşmaz, onu konuşturacak olan insandır.” Siz onu konuşturacaksınız. Dolayısıyla sadece ayetlerin uçuştuğu ve sadece okunmakla yetinildiği bir ortamda bu meselelerle ilgili herhangi bir adım atmanız mümkün değildir. Burada insan aklının, Müslüman bireyin aklının, İslami aklın üreteceği çözümler söz konusudur. Bu çözümler, kesinlikle sadece klasik İslami ilimlerle gerçekleşecek bir şey değildir. Onun için Türkiye’nin yaptığı en büyük hata, her tarafı imam hatiplerle doldurmasıdır. Arap dünyası bizden daha fazla Arapça biliyor, hepsi Kur’an okuyor, ama ortada ciddiye alınabilecek bir İslam yok, İslami değerlere dayalı bir model ya da çözüm önerileri yok. Burada yapılacak olan, naslardan önce ve önemli olarak olgunun analizidir. Olgunun analizini, bir temel bilimler, iki sosyal bilimler yapar. İslam dünyasının bütün ağırlığı bu bilimlere verilecek. Her bir temel bilimci ve her bir sosyal bilimci zaten Müslüman olarak canın korunması, malın korunması, neslin korunması, dinin korunması gibi temel parametreleri bilir.
Bu parametreler dâhilinde bütün temel bilimler ve diğer alanlardaki entelektüeller, bilim adamları, akademisyenler, kurumlar, bu alanlara yönelik çözüm üretecek. Bunun dışında Kur’an’ı her şeyin hazır tikel çözümünü sunan bir şifre kitabı gibi okumak, çözüm üretmek değildir. Aslında Kur’an’ı bir şifre bir ansiklopedi gibi görmek, ilk çağlardan beri ulemanın yerden yere vurduğu, son derece yüzeysel yaklaşımlardır. Artık kendi görevlerimizi Kur’an’a, sünnete yıkmaktan vazgeçmeliyiz. Yani görevin naslara değil, o nasları anlayıp çözüm üretecek olan bireye ait olduğunu ve olgunun burada merkezî bir rolü olduğunu ifade etmek gerekiyor. O yüzden Hasan Hanefi’nin dediği gibi “olgudan nas’a” yönelmek mantıki bir gereklilik, hatta zorunluluk olarak görünmektedir.
Diğer bir husus da az önce bahsettiğim tepetaklak edilmiş piramidin düzeltilmesidir. Bu öncelikler çok önemlidir. Mesela Türkiye’nin dindarlığı konusunda yıllar önce “Türkiye’nin dindarlığı, şirkle karışık bir Müslümanlıktır” diye bir yazım yayınlandı. Buna yüzlerce örnek verilebilir. Bu metafizik alana, insan zihnini düzenleyecek kurucu alanlara çekidüzen vermeden ne şeriat ne ahlak olabilir. İşte Müslümanların hâli bugün böyledir. Ahlak diye bir şey kalmadı, çünkü piramit tepetaklak edildi, yanlış yerden başlandı. Sudan’a üç-dört ay önce gittim, şeriatın tatbikiyle ilgili bir toplantıda, “Yahu” dedim. “Ne şeriatı? Dışarıda cahillik, fakirlik, işsizlik, hastalık, pislik kol geziyor, siz şeriat uygulamaya çalışıyorsunuz!” Şeriat nedir? Onun kafasında şeriat, İslam ceza hukukunu uygulamak. Niye? Çünkü piramit kafalarında ters dönmüş, dolayısıyla bu piramidin acilen tekrar yerine oturtulması gerekiyor.
İslam dünyası kavramı, en önemli perspektif kaybının görüldüğü yerdir. İslam dünyası nedir? Hz. Peygamber’in (sav) devleti dâhil, başlangıçtan beri sadece Müslümanlar için oluşturulmuş bir dünya hiçbir zaman olmadı. Baştan beri Müslümanlar, Müslüman olmayanlarla yola çıktılar ve 15 asır boyunca da daima hep birlikte oldular. Basra, Kufe, Dımeşk(Şam), Bağdat, Kahire, Yemen, Endülüs, Tunus, İsfahan, Marakeş, İstanbul, bütün İslam başkentlerinde Müslümanlar, İslam devletinin kuruluş döneminde azınlıktı. Diğer din mensupları; Hıristiyanlar, Museviler, Mecusiler, Budistler, Zerdüştler vs. daha çoğunluktaydılar. Müslümanların nüfusu yavaş yavaş arttı. Dolayısıyla başlangıçta bu devletleri Müslümanlar, Müslüman olmayanlarla birlikte kurdular. Bunu görmek için sadece Dimitri Gutas’ın “Yunanca Düşünce Arapça Kültür” kitabını okumanız yeterlidir. Kitapta Bağdat’ta Memun zamanında tercüme hareketlerinden bahseder ve Müslüman olmayanların Müslümanların saraylarında, toplumlarında, cemiyetlerinde tam bir özgürlük içerisinde yaşadığını, Müslümanlar için çeviri yaptığını, bu insanların tam bir özgürlük içerisinde zındıkça fikirlerini dahi ilan ettiğini ve Müslümanların buna yasaklamayla değil, fikire fikir ile karşılık verdiğini, zındıklara cevap adıyla kitaplar yazarak cevap verdiğini görüyoruz. Müslümanların dehasını şurada görüyoruz. Bu insanlar, hiçbir dil bilmeyen Müslümanlar, bugünün parasıyla 25-30 bin dolar tutarındaki bir parayı, yani 500 dinarı, o zamanın mütercimlerine yatırıp Aristo’nun kitaplarını tercüme ettirecek bir zekâ ve dirayeti göstermişti. O kitapta bunun hikâyesini görebiliriz.
İslam dünyasının başkentlerinde, mesela sadece Mısır’da sayıları on milyonu bulan Ortodoks Kıptiler var. Müslümanlar; Irak, Suriye, Ürdün, Türkiye, Lübnan, Bosna, Endonezya, Malezya’da Yahudi, Mecusi, Hıristiyan, Hindu ve diğer din mensuplarıyla beraber yaşıyorlar. Ayrıca demografinin bir devamı olarak İslam dünyasında şu anda sosyalistler, Marksistler, liberaller, Arap-Türk-İran milliyetçileri, Baasçılar, sekülerler var ve bütün bunlar İslam dünyası mensubudur. Ne etnik ne dinî ne ideolojik olarak homojen bir yapı söz konusu değil. Önce İslam dünyasının ne olduğunu tanımamız lazım. Bu tablonun sonucu şudur: İslam dünyası sadece Müslümanlardan ibaret değildir. Bilakis İslam’ın başlangıcından bu yana İslam dünyası, daima Müslümanların Müslüman olmayanlarla birlikte yaşadığı bir medeniyet havzası olmuştur. Müslümanlar ise kendi aralarında makro, mikro ve nano düzlemde atomize olmuş bir durumdadır. Peki, bunun önemi nerede?
İslami hareketlerin favori sloganı olan “İslam kardeşliği”, “İslam birliği”, “İslam ümmeti” söylemlerinin niçin başarılı olamadığını buradan anlıyoruz. Olamaz, çünkü İslam dünyası sadece “Ben Müslümanım” diyenlerden ve İslam konusunda her zaman aynı düşünen Müslümanlardan ibaret değil.
Dolayısıyla burada farklı bir paradigma, farklı bir model denememiz gerektiği açık. Çünkü 70 senedir bir deneme yapmışız; “İslam kardeşliği”, “İslam ümmeti”, “İslam birliği” demişiz, fakat sonuç ortada. Hâlâ bu yanlış yol üzerinden gitmenin bir anlamı yok. Burada “Nerede yanlış yaptık?” sorusunu sorarak yeni bir modele, yeni bir paradigmaya ihtiyaç olduğunu söyleyebiliriz. “İslam ümmeti”, “İslam kardeşliği” yerine benim şu anda bulabildiğim kavram, “İslam medeniyetinin çocuğu olmak”. Bu biraz daha geniş bir kavram. Yani İslam dünyasında bulunan Yahudiler, Hıristiyanlar dâhil bütün unsurları kuşatan bir kavram. Bugün Mısır’daki Kıptiler de İslam medeniyetinin bir parçasıdır. Bunlar bizim Peygamberimizin eşi Mariye’nin akrabalarıdır, bizim akrabamız. Habeşistan’daki Hıristiyanlar bizim çok yakın dostumuz. Peygamberimiz Müslümanları Necaşi’nin olduğu bölgeye güvenle gönderdi. Dolayısıyla çok yakın, sıkı ilişkilerimizin olduğu bir dünya.
Bu anlamda Amin Maalouf (Emin Maluf)un “Ölümcül Kimlikler” kitabını okumanızı isterim. Orada diyor ki: “Ben hem Fransızım, hem Lübnanlıyım, hem Müslümanım, hem Hıristiyanım.” Aslında kendisi Hıristiyan, ama yarı yarıya, kültür olarak Müslüman olduğunu kabul ediyor. İslam dünyasının Hıristiyanları, Yahudileri vs. bunların hepsi, büyük ölçüde kültürel olarak Müslümanlaşmıştır. Hatta ODTÜ’de bir akademisyen hoca hanımın beyi, Lübnanlı bir Hıristiyandı. “Hocam biz teslis çıkarırken baba-oğul-kutsal ruh deriz ama sonuna da ‘ilahuna ilahun vahid (ilahımız tek ilahtır)’ deriz. Bu İslam etkisidir” derdi. Aslında onlar “öteki” değildir. Bizim medeniyet havzamızın organik parçası olarak biz onlarla baştan beri beraberdik; Kudüs’te, Kahire’de, İstanbul’da, her yerde. Bunları yok sayıp bir İslami hareketten bahsediyoruz. Bu, ciddi bir miyopluk, bunun düzeltilmesi gerekir. Özetle İslam’ın, tarihsel sınırlarını aşması ve dünyanın her yerine yayılması sebebiyle farklı bir dünyayla karşı karşıyayız.
Peki, ümit var mı, çözüm nerede? İslam dünyasında en önemli iki hareket var. İkisi de başarısız oldu şu anda. Bunlardan biri İhvan ve İhvan’ın kolları; ikincisi Türkiye’deki Millî Görüş hareketi, daha doğrusu ondan kopan mevcut siyasi hareket. İkisi de tam anlamıyla fiyasko ve başarısızlıkla sonuçlandı. Siyasi, ekonomik, sosyal bütün göstergelerde tam bir başarısızlık olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada çözüm adımları neler olabilir? İki tane ümit verici model var şu anda. Birincisi Bosna Hersek ve Aliya İzzetbegoviç ve onun uygulamaları. İkincisi de henüz daha kesin konuşmak mümkün değil ama Tunus ve Gannuşi modeli. Bunların niçin önemli olduğunu, niçin kurtuluş yolu olabileceğini soru-cevap kısmında açalım.
Küreselleşme, sadece olumlu yönleri olan sütten çıkmış bir ak kaşık olmayıp Garaudy’nin tabiriyle gezegeni ve insanı yok oluşa götüren süreçlerde de küreselleşme söz konusudur. Birinci tespit bu. Artık bütün olaylara bu perspektiften bakılması lazım.
Bugünlerde gündemde daha fazla yerini alan küresel tehditler, İslam dünyasının ve İslami hareketlerin gündemine bile girmiş değil. Yani şu anda siz “İslam birliğini”, “İslam dünyasını”, “İslam iktidarını” gerçekleştirmeye çalışıyorsunuz. Eğer Stephen Hawking’in dediği gibi 100 sene sonrası tehlikedeyse boşuna uğraşıyorsunuz demektir. Çünkü kursanız bile sizin kurduğunuz 20-30 sene bile yaşayamayacaktır. Gezegenin olmadığı, gezegenin yaşanabilir bir ortam olmaktan çıktığı bir yerde sizin bu tartışmaları yapmanız son derece komik kalacaktır. O yüzden önce gezegenin yok oluşa gidip gitmediğini belirlemek ve sonra bunun durdurulması konusunda ne yapılabileceği sorusunu sormak gerekir.
Çözümün bir parçası, hatta asıl kaynağı olması gereken İslam dünyası, şu anda giderek problemlerin müzmin parçası olma yolunda ilerlemektedir.
İslam dünyası, küresel gelişmelere müdahale edebilmek için tarihe müdahil olma iradesini göstermesi şarttır. Şu anda tarih dışıdır.
İslam dünyasının birliğini gerçekleştirmesi için çoğulcu nitelikte bir arada yaşam formuna ihtiyacı vardır. Bunun da kısaca özeti, kimlikler üstü bir bakış açısının şart olduğudur.
Kimlikler üstü ya da kimlikler arası bakış açısı, İslam toplumlarının bileşenlerinin kendi kimliklerini yok saymasını gerektirmez. Yapılması gereken, bütün kimliklerin eşit anayasal vatandaşlık temelinde garanti altına alınmasıdır.
Bu farklı kimlikleri bir araya getirecek olan anayasal vatandaşlık ilkesi yanında Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Budist, Hindu, Marksist, sosyalist, liberal, milliyetçi şeklindeki farklı kesimlerin buluşabileceği bir ortak payda imkân dışı değildir. Bu ortak payda, bir başlangıç olarak dinler, özellikle Semavi ve Sami dinleri için, İbrahimî gelenek için on emir; hem İslami kesim hem de seküler kesim için ise temel insan haklarıdır.
Yeryüzünü ve insanlığı yok oluşa götüren tehditlere karşı acilen gerekli adımları atmak, öncelikler hiyerarşisinde en üst sırada yer almalıdır.
İslam dünyasının, kendi ayakları üzerinde durmakta zorlandığı için, bu küresel hayati meselelere tek başına çözüm üretmesini beklemek hayalcilik olur. Artık Müslümanların, küresel meseleleri tek başına çözme hayalciliğinden kurtulması lazım. Mamafih İslam dünyası Hılfu’l-Fudul mantığından hareketle bu alanda Müslüman olmayanlarla her türlü iş birliği ve dayanışma içerisine rahatlıkla girebilir.
İdeolojik ve politik mülahazaların ve kimlik politikalarının ayrıştırıcı ve parçalayıcı etkilerinden kaçınmak amacıyla insanlığı ve gezegeni yok oluşa götüren süreçlere karşı dayanışma ve iş birliğinin sadece “eylem” üzerinden sürdürülmesi gerekmektedir. Bu eylem birliği esnasında son derece farklı kesimler arasındaki ilişkilerin bile müspet yönde geliştiğini gösteren pek çok örnek var. Onun için olumsuz örnekleri tamamen bir tarafa bırakıp – mesela – nükleer silahları ortadan kaldırmaya odaklanmalıyız. Bunun için Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Ateist, kim olursa olsun onlarla iş birliği yapacağız. Keza küresel ısınmaya, tüketim çılgınlığına, kadının metalaştırılmasına karşı duracağız.
Herkesin gerekçesi farklı olabilir ama kesinlikle bu noktada bir ortak zemin, eylem üzerinden oluşturulmalıdır. Mesela bir Müslüman pekâlâ bir Ateist ya da seküler ile küresel ısınma, nükleer tehdit, emperyalizm, işgal ve sömürü karşıtlığı ya da tüketim çılgınlığı, aşırı tüketim ya da eşya bağımlılığı konusunda baskıcılık, despotizm, nepotizm, yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma, sosyal adaletsizlik ve kanun adaletsizliği karşısında iş birliği ve dayanışma içerisine girebilir. Bu iş birliği ve dayanışmayı Müslümanlar emr-i maruf nehy-i münker ilkesi gereğince, diğer din mensupları kendi dinleri gereğince, seküler kesimler de Erich Fromm’un dünyayı kurtaracak olan ilke dediği “sivil itaatsizlik” kavramı gereğince, farklı gerekçelerle ama aynı ortak hedefe yönelmiş olarak yapabilirler.
Aksi takdirde gezegenin ve insanlığın yok oluşa hızla sürüklendiği bir süreçte ne İslam ne İslam dünyası ne de İslam ümmeti diye bir şeyden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Unutmamak gerekir ki kıyamet her an gerçekleşebilecek bir sondur. Bu sonu hızlandırmak ya da geciktirmek, aynı zamanda İlahi takdirin bir enstrümanı olan insanoğlunun yeryüzünde ıslahı veya ifsadı seçmesiyle yakından ilgilidir. Yani insan, kıyameti hızlandırabilir de geciktirebilir de. Allah’ın koyduğu sünnete (sünnetullah) riayet etmek kaydıyla, pasif iyinin aktif kötünün en büyük destekçisi olduğu gerçeğinden yola çıkarak, İslam dünyasının ve özellikle İslami hareketlerin kısık, teorik, politik ve ideolojik tartışmaları bir tarafa bırakarak aktif iyinin yeryüzündeki egemenliği için bütün yeryüzü çocuklarıyla dayanışma ve iş birliğine en kısa zamanda hazır olması zorunludur. Aksi takdirde yeryüzünü ve insanlığı yok oluşa götüren sürecin mimarları olan aktif kötü karşısındaki pasif iyiler olarak bizlerin Allah’a hesap vermesi mümkün olmayacaktır. Çünkü yeryüzünde egemen kılınması için görevlendirilmiş olan kozmik halifenin kozmosu kaosa çevirenler karşısındaki yenilgisi, Cenab-ı Hakka karşı kulluk iddiası ile yola çıkmış olanların iddialarının boş ve kof bir iddia olmaktan öteye geçmediği anlamına gelmektedir.
Değişimin baş döndürücü hızlara ulaştığı çağımızda değişime yön vermesi gereken kozmik halifenin değişime ayak uyduramayarak tarih dışı kalmaması için acilen bir perspektif değişikliği ve buna bağlı olarak yeni bir paradigma, yeni bir söylem ve bir yol haritası ve yeni bir eylem planı gerekmektedir. Bu satırlar, bu kozmik göreve yönelik mütevazı bir başlangıçtan, insanlığı kurtaracak erdemli itaatsizlik eylemine yönelik bir iş birliği ve dayanışma davetinden ibarettir.
Selam, bu görevin taşıyıcıları olmaya aday, öncü kadro olarak çağdaş ilim, fikir ve eylem insanlarına olsun.
Hediye kabilinden sunmak isterim ki – zira misafir boş gelmez, bizim hediyemiz ne olur: tabii ki fikir, kitap – ; Daha önce televizyonda üç entelektüelin kitaplarının mutlaka okunması gerektiğini söylemiştim: Ali Şeriati, İsmail Raci Faruki ve Roger Garaudy. Bu sunum çerçevesinde okunması gereken dört entelektüel ise; Nurettin Topçu, Roger Garaudy, Hasan Hanefi ve Aliya İzzetbegoviç. Çünkü bunlar, küresel düzlemde gezegeni önüne alarak sorunları İslami perspektiften tartışan dört nadir İslam entelektüelidir. Dört tane de Batı’dan vermek istiyorum: Erich Fromm’un “Sahip Olmak ya da Olmak” ve “İtaatsizlik Üzerine” kitapları son derece önemlidir. İsveçli bir diplomat olan Ingmar Karlsson’un Batı-İslam ilişkisinin nasıl olması gerektiğini anlattığı “İslam ve Avrupa” kitabında İslam dünyasının analizleri vardır. Bir Batılının İslam dünyasını bu kadar muhteşem nasıl anlayabildiği, nasıl analiz edebildiği hayret-i mucibdir ve çözüm olarak da Endülüs modelini öneriyor. Bu, şunun için önemlidir: Bana göre İslam dünyasının önünde başarılı olma şansı olan 3 model var: 1. Endülüs Modeli. 2. Bosna-Hersek Modeli. 3. Kazan Modeli. Maalesef bunlar, bizim çok küçük gördüğümüz ve önemsemediğimiz modeller. Buna belki uzlaşma kültürünü hayata geçirmeye çalışan Tunus modelini de eklemek gerekir.
Üçüncüsü “İslam’ın Silahsız Askeri Badşah Han” kitabının yazarı Eknath Easwaran. Kitap Türkçeye çevrilmiştir. Son olarak dördüncüsü de Jose Mujica. Fikirlerini yakından tanımamız gereken Jose Mujica, hepimizin bildiği Volkswagen’le yaşayan devlet başkanı. Bu dört insan Batı’dan, dört insan Doğu’dan, bütün bunlar sahipsiz gezegene ve insanlığa sahip çıkmak refleksiyle yola çıkan muhteşem insanlar. Bunlarla beraber yapacağımız fikri yolculuk, bu gibi vicdanı ölmemiş entelektüellerle olan bu fikri yolculuğumuzu devam ettirmek; perspektifimizi doğrultmaya, bakış açımızı yükseltmeye, olgularla mesafeyi iyi ayarlamaya vesile olacaktır.
Muhammed İkbal’in “İSLAM’DA DİNİ DÜŞÜNCENİN YENİDEN İNŞASI” adlı eserinin başlığında ifadesini bulan asrın projesinin hayata geçirilmesi uğrunda ömürlerini tüketen ve bizlere muazzam bir çağdaş miras bırakan çağdaş İslam ilim, fikir ve aksiyon adamlarının izinden giderken, bu dördü Doğu’lu, dördü de Batı’lı entelektüellerin İslam dünyasının yolunu aydınlatması dileğiyle.
———————————————
Kaynak: