Türkiye uzun bir süredir ulus ve ulusal konvansiyon üzerinden ideal olan sağlıklı ilişkiler kurmakla, cemaat ve cemaat konvansiyonları üzerinden kurulan sorunlu ilişkiler ağı arasında zikzaklar yaşayan bir ülke konumundadır. Burada bilhassa bu amacın aracı olan ulus, ulusçuluk veya milliyetçilik kavramının kendisi bile bu konvansiyondan ayrı bir bağlam ve içerikte kullanılmaktadır.
Prof.Dr. Abdulkadir İLGEN[i]
Geçenlerde gazetelere bir haber yansıdı. Arkasından Türk Ocakları başta olmak üzere çok sayıda çevreden “Milliyetçilik suç mu, suçsa en büyük suçlu biziz” benzeri açıklamalar geldi. Anlaşıldı ki polis tutanaklarına da geçen ifadelerde “… Devletin bekası ancak bu topraklardaki Türk varlığını korumak ile mümkün. Uyanış bu yüzden önemli, uyanın!” şeklindeki bir paylaşım suç unsuru olarak görülmüş ve kovuşturulma başlatılmış.
“Uzun 19’uncu Yüzyıl”ın başında İmparatorluklar Çağı sona erip Ulus Devletler Çağı başladığında ulus temelli siyasi ve kültürel yapılar da bir arada yaşamanın en temel çözüm önerilerinden biri haline geldi. Kavram her ne kadar Fransız İhtilali’yle gün yüzüne çıksa da bu çağda ete kemiğe büründü ve kurumsallaştı. Devletler Hukuku bile bu temelde meşruiyet kazandı. BM nezdinde bir araya gelen ulus devletler de bu tanım ve meşruiyetle bir araya geldi ve dünya barışına hizmet etti. Bu, o günden bugüne bu şekilde devam etmektedir.
Ulus tanımı kolay olmadı. Her ülkede kendi şartlarına göre oluştu ve o şekilde tanımlandı. Almanya’da kan esas alınırken Fransa’da toprak ve siyasal aidiyet esas alındı. Bizde de ikisi arasında bir yer olsa da esas olarak Fransız sistemi esas alındı ve buna göre çoğunluk ve azınlık statüleri belirlendi. İslam ahali Türk, gayrimüslim ahali ise gayri Türk sayıldı. Bu Lozan’la da perçinlendi.
Anayasal Yurttaşlık
Ulus tanımı sadece bu kadarla bırakılmadı. Ulus demek aynı zamanda bireylerin hem kendileri hem de ülkeyle kurdukları ilişkileri yerel bağlamlar üzerinden değil, ulusal bağlamlar üzerinden kurması anlamına geliyordu. Ulusal bağlamlar ise ulusal kurumlar ve ulusal değerler demekti. Buna göre ulusun parçası olabilmek aynı zamanda ulusal bir değer olan anayasal devletin de bir parçası olmaktı.
Böylece bireyler gerek bireysel gerekse toplu ihtilafların çözümünde yerel güç odakları ve ilişkileri değil, ulus devletin ulusal kurumlarını esas aldı ve bütün sorunlarını doğrudan doğruya bu kurumlar üzerinden çözmeye başladı. Bunun da temeli anayasa ve yasalarla hukukun üstünlüğünü esas alan anayasal devletti. Bu anlamda ulusçuluk, bir anlamda anayasal hukuk devletinin savunusu idi.
Böylece sadece hukukta birlik değil, başta “resmî dil” olmak üzere, ölçü ve tartıdan anayasal sadakate kadar her şey bu temelde şekillendi ve her şey buna göre tanımlandı. Buna ulus devlet, bu değerleri savunmaya da milliyetçilik dendi. Tersi, dilde ve ülküde birlik ve bunların tamamını millî bir misak halinde teminat altına alan anayasal sadakati bir kenara bırakıp kayıt dışı başka konvansiyon ve aidiyetlere sarılmak anlamına gelirdi.
Bu, sadece bizde değil bütün modern demokrasilerde böyle tanımlandı. Bu konvansiyon Fransa’da kurulunca Fransız, Almanya’da kurulunca Alman ulusçuluğu anlamına geldi ve öyle de oldu. Bizde de bu konvansiyonu kuran kurucu unsur Türk olduğu için bu konvansiyona Türk Devleti, bu konvansiyonu savunanlara da Türk Milliyetçisi denildi.
Görüldüğü gibi bu bağ kan esaslı bir birlik değil, anayasal bağlamda bir birlikti. Tabii ki bu da tüm anayasal devletler gibi sadece ulusal bir sözleşme bağlamında bırakılmadı, ona da her ulus devlette olduğu gibi tarihî ve kültürel bir içerik kazandırıldı. Fakat bu tarihî ve kültürel içerik hayalî bir tasarıma değil, sahici bir geçmişe sahip olmalıydı. Bizde de bu içerik, imparatorluk geçmişi ve onun mirası üzerinde yükselen “mazi” kavramıyla bu kavramın kurucu unsurlarına dayandırıldı.
Sağlıklı ve Sağlıksız Süreçler
Tanım gereği yurttaşların devletle, devletin de yurttaşlarla kurduğu dolaysız ve yansız ilişkiler sadece bu bağlamda yapılabiliyordu. Devlet ve ulus öncesinde bu ilişkiler ulus öncesi bir birlik olan aşiret ve klan dayanışması tarafından yapılırdı. Feodalite bu yolla doğmuştu ve her şey kan esasına göre belirlenmişti.
Bunun en tipik örneklerinden biri kan davalarıydı. Velayet-i amme aşiret temelli olduğu için, kamu davası da aşiret tarafından icra ediliyordu. Bize bugün cinayet gibi görünen eylemler, aşiret örfüne göre o gün “yasal” hakların icrası olarak görülüyordu. Bir tür ihkak-ı hak olan bu tür ilkel uygulamalar devletle birlikte yasal bir hukuka, yargılama aşamasına sokuldu.
Ulus; aşiret ve yerel kökenli toprak yanımızdan sıyrılarak hukuk ve kültür temelli bir konvansiyon etrafında birleşmek ve bu nizama tâbi olmaktır. O yüzden ulus ve uluslaşma süreci, tıpkı bireyleşme ve sosyalleşme süreçlerinde olduğu gibi sağlıklı ve düzgün biçimde işlemişse demokrasilerin; sağlıksız ve enfeksiyonlu biçimde işlemişse de tıpkı kişilik ve davranış bozukluklarında görüldüğü gibi nevrotik davranışların kalıbı ve sebebi haline gelebilir.
Bu, bilhassa gecikmiş uluslaşma süreçlerinde görülen alıngan, kaprisli ve reaksiyoner bir travma şeklinde tezahür eder. Tersi durumlarda da bir tür kendini beğenmişlik ve anıtsal mitlerden beslenen başka bir travma, milliyetçilik olarak kin ve öfke halinde yığınlara boşalabilir. Bunun en tipik haline II. Dünya Savaşı yılları Alman milliyetçiliğinde rastlanmıştır.
Fakat hemen belirtmek gerekir ki, bu türden sağlıksız süreçler Sanayi Devrimi gibi geçiş yılları, köyden kente göç, düzensiz ve sağlıksız kentleşme, gelir dağılımındaki bozukluk, fırsat eşitliğinin olmaması, iç kargaşa, siyasi ve kültürel kamplaşma, dinî ihtilaflar vs. gibi durumların hepsinde yeşerir ve hangi türden olursa olsun bütün süreçleri zehirler. Bundan en olumsuz etkilenen süreçlerin başında da uluslaşma süreci gelir.
Ulus versus Cemaat
İmdi, tekrar başa döner ve devletin yurttaşlarla kurduğu ilişkileri zehirleyen süreç ve ilişki biçimlerine gelirsek; burada en temel sorunun ilişkilerin ulusal konvansiyon üzerinden değil de kayıt dışı yerel konvansiyonlar üzerinden kurulması olduğunu söyleyebiliriz. Bu, ilişkilerin bizzat birey üzerinden değil, cemaat ve kolektif aidiyetler üzerinden kurulduğu vekâlet ilişkisidir.
Tıpkı Hristiyanlıkta Tanrı ile insan arasına Kilise’nin girmesi gibi, burada da yurttaş ile devlet arasına, meşruiyetini kayıt dışı bir konvansiyondan alan başka bir otorite girmekte ve sadakat ilişkisi anayasaya göre değil, kayıt dışı olarak aracı kurumla birey arasında kurulmaktadır. Bu, bireyi esas alan yurttaş temelli bir ilişki değil, cemaati, cemaatleri ve kolektif kimlikleri esas alan ve yurttaşla kurduğu ilişkiyi de bu yapılar üzerinden sağlayan tamamlanmamış devletlerin kurduğu ilkel ve ikiyüzlü bir ilişkidir.
Devletin yurttaşla yurttaşın da devletle kurduğu veya kurmaya çalıştığı bu ikinci ilişki biçimi, ulus devletin kuruluş ilkeleri ve anayasayla taban tabana zıt olması yanında, eski cemaat yapılarını ihya ve yurttaş olmanın doğasına aykırı bir ilişki biçimidir. Bu itiraz bazı durumlarda bireysel ve yerel çeşitliliğe aykırı bir sivil toplum aleyhtarlığı gibi sunulabilir.
Ne ki, ulusal konvansiyon üzerinden ulusal konvansiyonu (anayasa) işletmek ve korumak için oluşturulan açık-kolektif dayanışma biçimleri başka, ulusal konvansiyonu bir araç gibi kullanarak kayıt dışı bir başka konvansiyona ulaşma amaçlı kapalı-kolektif dayanışma biçimleri başkadır. Biri demokratik hakları demokrasi için kullanırken, ikincisi demokratik hakları demokrasi aleyhine kullanır.
Bu anlamda iş, işçi ve işveren sendikalarıyla tabiat ve kültür varlıklarını koruma amaçlı dernek ve kuruluşların tamamı, her gelişmiş demokraside olduğu gibi bizim demokrasimizde de ulusal çıkarların korunması ve ulus idealinin doğal bir parçası olarak kamusal resmî kurumlar yanında kamusal sivil kurumlar gibi değer görür.
Bu gruplar üzerinden yerel ve etnik temelli hiçbir ayrım yapılmaksızın ulusun tamamını içeren mesleki ve sınıf dayanışması temelli girişim ve dayanışmalar demokrasiyi tahkim eder. Burada ilişkiler ulusun ve anayasal konvansiyonun bir parçası olma bilincini törpülemez, bilakis perçinler.
Dikkat edilirse bu ilişkilerin hepsinde esas anayasal sadakat ve aleniyettir. Amaç, ulusal konvansiyonda ortaya konulan ilkelerin yerine gizli kapaklı ayrı gayrı yeni bir konvansiyon kurmak ve anayasal sadakatin altını oymak değil, bu ilkelerin demokrasi içinde ve aleni biçimde uygulanmasını sağlamaktır. Biri kapalı yapıları, ikincisi ise açık yapıları esas alır ve alenidir.
Türkiye uzun bir süredir ulus ve ulusal konvansiyon üzerinden ideal olan sağlıklı ilişkiler kurmakla, cemaat ve cemaat konvansiyonları üzerinden kurulan sorunlu ilişkiler ağı arasında zikzaklar yaşayan bir ülke konumundadır. Burada bilhassa bu amacın aracı olan ulus, ulusçuluk veya milliyetçilik kavramının kendisi bile bu konvansiyondan ayrı bir bağlam ve içerikte kullanılmakta, o da kendi bağlam ve anlamından koparılmaktadır.
Orada bile aidiyetler anayasal çerçeve ve bağlamda değil, günlük politikanın hayhuyları arasında kendine göre bir seyir izlemektedir. O yüzden de ulusçuluk demokrasi olarak değil, demokrasi karşıtı bir nefret söylemi olarak anlaşılmaktadır. Oysa ulus olmak tam da demokrasi için olmazsa olmaz bir yapı, onu savunmak da demokrasinin kendisidir.
Hülasa
Burada demografiye dair hem tarihsel hem de güncel bazı meselelere dokunmak ve bunun üzerinde de durmak isterdim. Fakat onu da başka bir yazıda müstakil olarak yazmak ve öyle sıradan bir sorun olarak değil, büyük çevre felaketleri ve büyük savaşlar gibi büyük altüst oluşların bir sonucu olarak yazmak gerektiği için şimdilik bu kadarlık bir temasla yetinmek istiyorum.
Uluslaşma sürecimizin sorunları ise yukarıda kutup başlarına bir nebze dokunduğum ve her biri bu toprakların yarası olan meseleler olarak Türk aydınının ilgisini bekliyor. Aydın derken sadece okuyup yazan kesimleri değil, bilhassa icranın başındaki kesimlerle muhalefetin tamamını kastediyorum.
Burası masa başında dün kurulan bir devlet değil, büyük çarpışma ve kucaklaşmaların tam ortasında, Eski Dünya’nın göbeğinde başat rol oynamış olmazsa olmaz bir aktör ve jeopolitiğin hülasası olan bir devlettir. Burada devletin resmî din muamelesi yaptığı çizgi de kimlik tanımında merkeze aldığı isim de rastlantı değildir.
Hepsi, dün olduğu gibi bugün de zarurettir.
——————————————-
Kaynak:
https://www.perspektif.online/milliyetcilik-bir-kavramin-drami/
[i] Abdulkadir İLGEN; Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Akademisinden 1988 yılında mezun oldu. 1994 yılında Dumlupınar Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü İktisat Tarihi Bilim Dalına araştırma görevlisi olarak atandı. 1998 yılında Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enstitüsünde doktora programını tamamladı. Çeşitli akademik ve idari görevlerde bulunan Prof. Dr. Abdülkadir İlgen, 2017 yılında emekli oldu. Akademik çalışmalarında “iktisadî zihniyet” üzerinde yoğunlaştı. XIX. Yüzyıldan günümüze “devlet dışı modernleşme”, tarihte Asya ekonomileri ve Türkistan iktisat tarihi üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Aynı zamanda Türk Yurdu ve Türkiye Günlüğü gibi dergilerde yazılar yazmakta olan İlgen’in “Türk Modernleşmesi: İktisat, Tarih, Zihniyet”, “1921 Sanayi sayımları” ve “Gelenek ve Modernleşme Arasında Bir Kavram: Milliyetçilik” isimli üç de kitabı yayımlanmıştır.