Dünyâyı Şereflendirişinin 117. Yılında Sâmiha Ayverdi’yi Hasretle, Minnetle ve Rahmetle Anarak…
Önce kitaplarını okudum. Çeşit çeşit bir dolu kitap… Allah aşkı ile dolu satırlarıyla gönülleri tutuşturan, her tehlikeli ve hain hareketin akabinde asabiyetimizi ve vatan sevgimizi harekete geçiren, daha doğrusu bizleri daldığımız gafletten uyandıran kitaplardı onlar…
Keşmekeş içerisindeki bir toplumun, hangi yola sapacağını şaşırmış bir toplumun gencini kendine getirmek için az mı çalışmış, az mı mücâdele etmişti? Bu zarif kadının bütün akıl almaz mücâdelesinde tek yardımcısı, tek hareket gücü veren bir ilâcı vardı. Vücûdunun her zerresini kaplamış Allah aşkı… Bu aşk ve yoluna baş koyduğu Muhammedî ahlâk sayesinde her türlü engeli cesaretle aştı.
Bu aşkın ve bu ahlâkın tabii bir neticesi olan vatan ve millet sevgisi de onun değişmez ideali idi. Seneler üzerine yığılıp rûhunu değil, bedenini yaşlandırdığı, yorduğu senelerde bile bu ideal uğruna yazmaktan, o aşkın hep dinç tuttuğu rûhu ile mücâdele etmekten yorulmadı.
Önce kitaplarını okudum diye başlamıştım. Sonra kendilerini tanıdım. Rûhu Allah’ın büyük bir cömertlikle lütfettiği ne güzel bir şeklin içindeydi. Bizim gözlerimizin görmediğini görür gibi bakan o güzel gözleriyle başka bir âlemden gelmiş gibiydi.
Yazarla yüz yüze gelen okuyucuyu ekseri büyük bir hayal kırıklığı bekler. Pek çok büyük yazar kendisini yakından tanıyan okuyucusuna bu sukut-ı hayali sık sık yaşatmıştır. Yazarlarının pek çoğunun o hayalleri altüst eden bedenleri toprak olduktan sonra meşhur olduklarını, Ahmet Haşim bir gerçeğin ifâdesi olarak ne güzel yazmış ve artık nesli tükenmiş fıkra yazarlığının hasret kaldığımız bir örneği olarak da geleceğe taşımıştır.
Sâmiha Ayverdi’ nin o lâtif ve çok güzel endâmı ise her hâliyle, yazdıkları ve söyledikleriyle büyük bir uyum içindeydi. Kitaplarından dolayı duydukları hayranlıkla ona koşanlar hiç hayal kırıklığı yaşamadılar. Tam aksine hayranlıkları ve sevgileri daha da artmış olarak, tekrar gelmek isteğiyle yanından ayrıldılar.
Bana bir gün sanki büyük bir kusurmuş gibi “Hicran Hanım biliyor musunuz bir çorba bile pişiremem” demişlerdi. İyi ki yemek pişirmemiştiler. Yazdıkları ve ömrünü tüketen mücâdelesiyle rûhu aç kalmışlara dağıttığı manevî gıda bir çırpıda tüketilen, nereye gittiği mâlûm olan madde planındaki bir gıda ile hiç mukayese edilebilir miydi? O Allah’ın yemek yapsın diye değil, yol göstersin diye gönderdiği nadir kullarındandı. O Sâmiha Anneydi. Aç mideleri değil, acıkmış rûhlara gıdasını Allah’ın verdiği gayretle bol bol dağıttı.
Sadece yazdıkları değil, davranışları ve konuşmaları da gerçek İslâm’a, Muhammedî ahlâka davetti. Vatan sevgisine, âileye saygıya, erkek ve kadın olmanın icabı olan kaybettiğimiz değerlere davetti.
O daveti kabul edenler nasipli insanlardı. “Başüstüne” deyip doğru yolda yürüdüler. Hiç sapmadan, Allah aşkının rehberlik ettiği Muhammedî ahlâkın yolunda…
Ne kadar güzel giyinirlerdi. Çok zarif ve çok şıktılar. Ev içinde de ev dışında da… İçindeki huzuru ve intizamı bulunduğu mekâna aksettiren nadir insanlardan biriydi.
Kendilerini her gördüğümde “İşte Müslüman Türk kadını böyle bir şeklin içinde olmalı” diye düşünürdüm. Kadınlığını inkâr etmeyen ama onu dişiliğini öne çıkararak ayağa düşürmeyen bir giyim şekliydi o… Onun Allah aşkıyla ziynetlenmiş Muhammedî ahlâkına bu giyiniş ne kadar uygundu. Bizim bilhassa son zamanlarda hasret kaldığımız o elbiseyi Sâmiha Anne son nefesine kadar hiç üzerinden çıkarmadı. Çünkü o TAKVÂ elbisesiydi. Süsü sadece edep ve hayâ olan TAKVÂ elbisesi…
Onun mâverâya çevrilmiş gözleri ve kulakları dünyâyı takip etmekten de geri kalmadı. Siyasetle hiç ilgisi yoktu. Ama mektup yazıp uyarmadığı bir siyasi de hemen hemen hiç yoktu. Vatanın dışındakiler dâhil. Onun için mektupları da bir kitap oldu. Uzun ömründe hiç olmayan şey “BEN”di Rûhu değil ama bedeni artık yorulmuştu. Bir tek kızı vardı ama yüzlerce evlâdı olmuştu. Onun yolunun gönüllü askerleri olan yüzlerce evlâdı…
“HANCI” kitabındaki şu satırlar âdeta son sözleri gibiydi:
“Bir konuğum var. Adı rûh. Sıkıldı artık bu evden. Geldiği yere gitmek istiyor. Neden izin vermiyorsun? Mekânını özledi diyorum sana… Yolcu yolunda gerek… Bırak, Bırak ki gitsin artık…”Son günlerinde ayrılışın yakınlaştığını hissederek ağlayanlara “ Sâmiha öldü diye ağlamasınlar, O ölmedi. Bir odadan bir odaya geçti” diyordu. “Allah’la biliş tutmamış bir rûh zaten ölüdür. Haktan ırak olan rûh yaşar mı ki ölsün” diyen de o değil miydi?
Son nefesini Allah’ına teslim ettiğinde tarihler 1993 senesinin 22 Mart’ını gösteriyordu. Ramazanın son günlerinden biriydi. Ertesi gün arefeydi, bayramın birinci günü hepimiz Merkez Efendi Camii’nin avlusunda idik. Sanki bu mübarek kadınla bayramlaşmaya gelmiştik. Avluya sığmayan kalabalık ve işte Allah rahmetine garketsin Emin Işık Beyefendi’nin Sâmiha Ayverdi’nin tabutu başında yaptığı konuşmadan bir bölüm:
“Türk Müslüman Hanımlarına örnek bir simayı ve Allah ile geçen bir ömrü şimdi bütün acılarından, azaplarından kurtulmuş olarak böyle bir bayram gününde Allah’ın rahmetine tevdî ediyoruz. İnşallah o rahmet kapısından girenlerden olacaktır. Kaldı ki bu merhumeyi hepiniz yakından biliyorsunuz. Sadece en basit bir şekilde kelime-i tevhidi tasdik etmiş değildir. Bütün ömrünü vahdaniyyet-i ilâhiyyeye ve Resûlullah’ın şan ve şerefini tebcile adamış olan bir can, bir büyük insan idi. Kalemiyle, sohbetiyle ve dâvâsıyla, hizmetiyle bir ömrü Allah yoluna vakfetmişti. Ve eğer bu hâle bir tâbir bulmak gerekirse kendisi için “Vakıf Sultan” demek gerek.”
Vefatının arkasından çok şey yazıldı Onu sevenler yazmakta âdeta yarış ettiler. Yazılanlardan bir kitap olabilirdi. Çok takdir gördü, çok ödül aldı. Ama bu büyük kadın için en büyük ödül Yaradanın ödülüydü.
Ben bu son faslı bir güzel insanın, Destanlar şâiri rahmetli Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Sâmiha Ayverdi isimli bir büyük kadının arkasından yazdığı bir şiiriyle noktalamak istiyorum:
SÂMİHA ANNE
“Bir anne ki… Muhterem anneler âleminden:
Elli yıl nesilleri emzirdi kaleminden…
Çok şeyden muzdariptir Sâmiha Anne, lâkin
Tattırmadı kimseye rûhunun eleminden
Yalnız feyiz verdi, aşk verdi, şuur verdi…
Virane gönüllere şevk verdi, sürûr verdi…
Millî tarihe ışık, millete gurûr verdi…
Hâsılı… ne aldıysa bahşetti, El -Emin’den