7 OCAK 1918
11 Mart 1884’te bu hayata merhaba diyen Ömer Seyfettin, 6 Mart 1920’de pek genç sayılabilecek bir yaşta elvedâ dedi.
Acaba diyorum, Ömer Seyfettin bu âlemden çekip giderken, “Genç Kalemler” dergisinin mimarlarından biri olarak bizlere, her zaman genç kalacağını mı hatırlatmak istedi? Çünkü onu tanıyanlar bilirlerdi ki Ömer Seyfettin “gerçekçi, mizahçı, nükteci, şakacı…” biriydi. Ama…“Neylersin ölüm herkesin başında.”
Hani Behçet Necatigil bir şiirinde diyordu ya, “Adı, soyadı/ Açılır parantez/ Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti/ Kapanır, parantez…” İşte ömür dediğimiz şey de tıpkı bir parantezin açılıp kapanması gibi bir şey…
Biz de bu yazımızda bir parantez açarak ve fakat parantezi kapatmayarak Ömer Seyfettin’i anlatıp hatırlayacağız ve hep hatırlatacağız. Çünkü o, Türk diline, edebiyatına ve kültürüne hizmet eden nadide şahsiyetlerden biridir. Bu vesileyle sadece 20. yüzyılın değil, nice yüz yılların değerli bir kalemi olarak anılmaya devam edecektir.
Şimdi gelin onun 36 yıllık ömründen geride bıraktığı kırık dökük ruznamesinden (günlüğünden) sadece bir gününe 7 Kânûn-sani (Ocak) 1918 tarihli yazdıklarına bir bakalım:
İçtimaiyatçı (toplum bilimci) Ziya Gökalp bir gün bana:
“Türkiye’de buhran bitmez. Biri biterken diğeri başlar… Eğer yazmak için hayalî bir devir bekliyorsan, o başka.” dedi.[1]
Ne kadar haklıymış Ziya Gökalp. Aradan yüz yıl geçmesine rağmen biz de bugünlerde hep aynı sözleri sarf edip el âlemin belki altı ayda yaşadıklarını biz bir günde tüketiyoruz, diyoruz. Biraz tuhaf oluyor ama sanki buhranlarla yaşamanın birinciliğini kimseye kaptırmadığımız için galiba biraz da havalanıyoruz.
Neyse, biz Ömer Seyfettin’e dönelim. “Cancağızım” [2] âdeta kısacık ömrünün tamamında bu hükmü doğrulamak için yaşamış. 7 Ocak tarihli günlüğünde, hayat hikâyesinin büyükçe bir bölümünü bir paragrafta özetlerken buhranların ve buhranlı yılların Türkiye’de hiçbir zaman bitmeyeceğini açık seçik göstermiş.
“Zabitlikten istifa ederek Selanik’e geldikten sonra tam yazı hayatına atılacağım zaman birbiri üstüne gelen buhranlar… Evet, İtalya Muharebesi, Balkan Muharebesi… Ben Yanya Kalesi’nde esir oldum. Yunanistan’da bir seneden ziyade esirlik… İstanbul’a gelip kendimi toplamaya başlayacağım zaman annemin ölümü… Sonra Cihan Harbi… İşte dört senedir bu felaketli harbin buhranı içindeyiz. Yarım okka ekmek otuz kuruşa satılırken kim edebiyatla uğraşabilir? Ama ben uğraştım.”
Gerçekten de uğraşmış hem de öyle bir uğraşmış ki nerdeyse insanın onun için, kafası sadece düşünmek, eli sadece yazmak için yaratılmıştır, diyesi geliyor. 36 yıllık ömründe 163 hikâyeye, 201 makaleye ve fıkraya, 87 şiire, 15 mektuba, 21 denemeye, 3 piyese, 2 adet günlüğe, Balkan Harbi Hatıralarına ve 24 çeviriye imza atmıştır.[3] Tabii bunlar sadece kayıtlara geçenler. Bir de mutlaka kayıtlara geçmeyenler vardır. Çünkü Ömer Seyfettin yaşadığı dönemin getirdiği birtakım sıkıntılardan: sansür, takip, mahkûmiyet, sürgün gibi başına bela olacak durumlardan kurtulmak için zorunlu olarak müstear (takma) isimler almış; ayrıca sanat anlayışı ile para kazanma ihtiyacı arasında yaşadığı çelişkilerden dolayı da eserlerinde farklı imzalar kullanmıştır. Onlardan birkaçını hemen şuraya not edelim: Ayas, Sin, C., Camsap, Enver Perviz, Feridun, M. Enver, Ömer Tarhan, hatta bazı yazılarının imza yerinde(?) soru işareti bile vardır. E ne yaparsınız, memleketimizde yazı yazmak için herkesin kendine uygun bir maskesi olmalıdır… İşte bakın o günlerin sansürlü neşriyatına örnek olabilecek bir olayı Ömer Seyfettin 7 Ocak 1918’de nasıl anlatmış:
“İlk hikâyem tam on altı sene evvel Sabah gazetesinde çıkmıştı. Unvanı “İhtiyarın Tenezzühü” ydü. O vakit sansüre uydurmak için, erkek olan kahramanımı kadın yapmışlar, padişah yorulmasın diye içinde bir tane olsun “ihtiyar” kelimesi bırakmamışlardı.”
Demek ki “ihtiyar” kelimesi Padişah II. Abdülhamit’i çağrıştıran ama ona pek yakışmayan bir sıfat olarak kabul görmekteymiş ki yazılı metinlerden aforoz edilmiş.
Millî şairimiz Mehmet Emin Bey, Ömer Seyfettin için “Türklerin en büyük hikâyecisi”[4] demiş. Haklıdır ama sadece hikâyecisi demek aslında bu büyük yazar ve fikir adamı için yerden göğe kadar haksızlık olur; ancak yazarın en başarılı ve en etkili olduğu saha hiç şüphesiz hikâyedir. Zaten o da bunu şöyle ifade etmektedir:
“Ben her şeyden en ehemmiyetsiz fıkralardan bir cümleden bir hikâye, koskoca bir roman çıkarabilirim. Sanat o hikâyeyi, o romanı çıkardığım ehemmiyetsiz şey değil, benim o şey etrafında canlandırdığım hayattır.”[5] der.
Der, demesine de ancak yazmanın ne kadar zor ve zahmetli olduğunu ifade etmekten de geri durmaz.
Yazmak İstediğiniz Zaman Okuyunuz…
Mesela 7 Ocak tarihli günlüğüne, paragraflar arasında hızlı geçişler yaparak yahut birkaç satır atlayıp veya birleştirerek, baktığımızda bir yazarın yazmak konusunda gösterdiği çabayı, çektiği sıkıntıları öyle hoş, öyle güzel anlattığını görürüz ki:
“Boş oturmayalım! diye şuurumun telkini altında temiz çuha örtülü masamın başına geçiyorum. Sağdaki kütüphanenin raflarında birkaç tane yarım kalmış roman, düzeltilecek hikâye var. Zihnimde planını hazırladığım “Ararken” romanıma başlasam, diyorum. (…)
İçimden bir ses diyor ki:
-Şevkin yok…
-Sakın yazıya başlama.
-Eserin fena olur.
-Ya ne yapayım? Biraz otur dinlen.
-Yorgun değilim ki… Öyleyse oku!
Ah ben bu sesi tanıyorum. Bu tembelliğin sesidir. On beş senedir onun emrini dinliyorum. Evet, on beş senedir boş vakitlerimde ya oturdum, ya okudum. Okumanın şehvetini benim kadar duyan yoktur sanırım.(…) Fakat yazmak? İşte bu güçtür. Ben yazarken çok ıstırap çekerim. Sinirlerim bozulur. Sağ ayağım buz kesilir. Ağzım kurur. Okurken neşelenirim. Hafif bir hararet her tarafımı kaplar.
“Hayır, mutlaka yazacağım!” diye kalemi elime aldım. İşte beş dakikadır, roman için hazırladığım deftere şu satırları yazıyorum. Emile Zola’nın: “Bazen canım sıkılır, yazı yazamam. Yazsam fena olacağını bilirim. Lâkin yazış itiyadımı (alışkanlığımı) kaybetmemek için saatim gelince, masamın başına otururum. Kâğıtların üzerine saçma sapan çizgiler yaparım.” dediğini hatırlıyorum. Ben de böyle yapmalım. Yazıya mahsus saatleri mutlaka masamın başında geçirmeliyim.
Yazmak için masanın başına geçmek, kâğıtla kalemle dost olmak ya da onlara hükmetmek işte asıl mesele budur. Gerçi şimdilerde kâğıtla kalemi ortadan kaldıran, bilgisayar denen bir yazar dostu var ki insanoğlunun mucizesidir âdeta. Fakat böyle olmasına rağmen yine de yazmak zor zanaattır. Çünkü düşünmek, tasarlamak; düşündüklerini derli toplu ifade etmek öyle çok da kolay bir şey değildir.
Ömer Seyfettin “Okumak” adlı yazısında Fransız yazar ve edebiyat eleştirmeni Antoin Albalat’ın muhteşem bir sözüne yer verir: “Yazmak istediğiniz vakit okuyunuz; yazabileceğiniz vakit okuyunuz; artık yazamayacağınız vakit de okuyunuz…”[6] Demek ki yazmak için her şeyden önce okumalıyız. Yine aynı yazısında şöyle der:
“Çünkü kim yazmışsa, kim yazıyorsa mutlaka okumuştur. Deha-yı tahririn menbaı mütalâadır,” yani yazma yeteneğinin kaynağı okumaktır… Pekâlâ, o hâlde nasıl okumalıyız? Bu sorunun cevabını da büyük hikâyecimiz şöyle verir:
“Herhâlde vakit geçirmek için okumamalı, vakit geçirmek için bilardo, bezik… spor var. Ve bilinmeli ki mütalâa eğlence değildir… Bir fikri ciddi takip etmeyerek okuyorsanız pek boşuna bir zahmete giriyorsunuz… Ciddi okumak dikkatle okumak demektir.”
Kısacası okuyarak heybesini dolduranlar yazmaya hazırlardır. Ancak bu konuda başka tavsiyeleri de vardır yazarımızın:
“Kimseyi taklide heves etmeyiniz, evvelâ estet olmaya çalışınız, dikkatli ve biraz müşkülpesent olunuz, kaleminizin ucunda hususî ve zarif bir üslup sizi bekler.(…)
Ekmeden Biçilmez…
“Genç Kızlarımız İçin Yazmak Sanatı” adlı yazısında da “Taklidin, tekrarın edebiyatta hiç ehemmiyeti yoktur.” diyerek Dostoyevski’nin bir sözünü nakleder:
“Başkasının söylediği büyük bir hakikati, tekrar etmekten kendi kendine bir yalan uydurup söylemek daha hayırlıdır. Çünkü birinci hâlde papağan, ikinci hâlde insansınız.”[7]
Dosto gibi usta bir yazardan yapılan bu alıntıyla verilmek istenen mesaj anlaşılmıştır. Ancak tamda burada, belki biraz konumuzdan uzaklaşmış gibi olacak ama işin içine papağan girince, aklıma Fuzûlî’nin şu meşhur beyti geliverdi. Yazmasam olmaz:
“Eylesen tûtîye ta’lîm-i edâ-yı kelimât
Nutku insan olur amma özü insan olmaz”
(Papağana kelimeleri söylemeyi öğretsen de sözü insan gibi olur fakat özü insan olamaz.)
Demek ki bir şeyin aslı varken taklidine kimse kanmaz. Bu konuda Fransız yazar Andre Maurois da “Bir Gence Açık Mektup” unda bakın ne diyor:
“Ben size üstatları taklit etmenizi tavsiye etmem (her ne kadar Proust onları taklit etmeye özenerek bir hayli şey öğrenmişse de) eğer gerçekten yaratılışınızda yazarlık varsa başkalarını taklit etme eğilimi duymayacaksınız. Farkında olmadan bir arı gibi kendi balınızı yapacak, kişileri sunuş yöntemini Tolstoy’dan esinlenecek, yaygın başlangıçları Balzac’tan, coşkulu aşırı bir pervasızlığı Stendhal’dan alacak ama geri kalan her şey kendinizin olacak.”[8]
Yazarken bu tavsiyeleri dikkate almak boş ve manasız yazılar yazmaktan uzak durmak gerekir. Çünkü Ömer Seyfettin “Manasız yazılar insanı güldürür, sonra sıkar. Manasız, saçma yazıların ömürleri de yoktur. Daha doğmadan ölürler. Gevezelik ne kadar fena ise manasız yazı yazmak da o kadar fenadır. Söyleyecek bir şeyi olmadığı zaman susan adam geveze değildir. Yazacak şeyi olmayan da eline kalemi almamalıdır.” [9]diyor.
Evet, tekrar günlüğümüze dönelim. Ziya Gökalp’ın yukarıda belirttiğimiz sözlerini dinleyen Ömer Seyfettin’in neler yaptığına ve neler yazdığına bir göz atalım:
Düşündüm. Bu hükmü doğru buldum. (Ziya Gökalp’ın söylediklerini kastediyor.) Faaliyetim o günden başladı. Bir sene içinde, on beş sene içinde yazdığımdan daha çok eser vücuda getirdim. İki gün evvel Rusya ile mütareke yapıldı. Gazetelere bakarsak musâlaha (anlaşma) da olacak. Sosyalist Lenin, korkunç Rusya’yı kuşa benzetecek gibi. İhtimal oradaki hürriyet Kafkasya, Türkistan kârîlerini (okuyucularını) da bize kazandıracak. (…) Ahvalin böyle gidişi beni büyük bir ümide düşürüyor.
Sulhtan sonra bütün kuvvetimle yazı hayatına atılacağım… Eser hazırlayacağım. Bazen bugünkü gibi yazmak istemezsem, Emile Zola gibi kâğıtları karalamakla itiyadımı bozmamaya çalışacağım. Ama can sıkıntısı içinde aklıma gelenleri, düşündüklerimi şu deftere geçireceğim. Ben şimdiye kadar birçok ruznameye başladım. Yalnız birisini tamamladım. O da Balkan Harbi, Yunanistan esirliği sırasında yazdığımdır… Belki başladığım bu defter edebiyatta muzafferiyetimin tarihi olur. Ama belki yine bir bozgun.
-Kapı vuruluyor.
-Gel!
-Yemeğe buyurun.
Karımı sofrada bekletmeyeyim. Ama vakit ne çabuk geçti. Ben yazıya başlayalı bir saat oldu mu?
***
Sahi, bir saat oldu mu olmadı mı? Şaka bir yana, elbette bu sorunun cevabını verebilecek güçte değiliz. Ama bildiğimiz bir şey var ki o da Ömer Seyfettin’in 7 Ocak 1918 tarihli günlüğünü ölmeden yaklaşık 2 yıl 2 ay önce kaleme aldığıdır.
Evet, zaman çok çabuk geçiyor ve biz büyük hikâyecimize doğumunun 140., ölümünün 104.yıldönümünde bin rahmet, bin selam olsun diyoruz.
Ve yazımıza nokta koymadan, kitaplarla dost olanlara, yazmaktan zevk alanlara Ömer Seyfettin’in şu sözlerini hatırlatıyoruz:
“Ekmeden biçmek ne kadar imkânsızsa okumadan yazmak da öyledir. Hayalimiz tıpkı çorak bir tarlaya benzer. Oraya hayaller, fikirler, hisler, nükteler sonradan ekilecektir. Bunun için alet yalnız ‘okumak’tır.”[10]
[1] Haz: Nâzım Hikmet Polat, “Ömer Seyfettin Bütün Nesirleri” TDK Yay. Ank.2016 s.1048
[2] YN: “Cancağızım” sözü Ömer Seyfettin’in en çok kullandığı bir hitap şeklidir.
[3] Haz: Nâzım Hikmet Polat, age, s.26
[4] Haz: Nâzım Hikmet Polat, age, s.1048
[5] Haz: Nâzım Hikmet Polat, age, s.1057
[6] Haz: Nâzım Hikmet Polat, age, s.161
[7] Haz: Nâzım Hikmet Polat, age, s.594
[8] Andre Maurois “Bir Gence Açık Mektup” Kervan Yay. İst. 1980 s.83
[9] Haz: Nâzım Hikmet Polat, age, s.592
[10] Haz: Nâzım Hikmet Polat, age, s.57