Ekrem ÖZDEMİR
Bu makalenin amacı Mevlâna’nın, Eş’ârî mezhebine müntesip olduğu yönündeki yaygın kanaati sorgulamak amacıyla, Mevlâna ile İmam Maturîdî’nin fikirleriyle benzeyip benzemediğini tespit etmektir. Bu kaygımızda, Mevlâna ile ilgili yazılmış eserlerin çoğunda varolan Eş’ârî izah tarzlarının varlığı önem kazanmıştır. Tabi ki bunda, itikadî açıdan Eş’ârî ekolün bir temsilcisi olan Gazalî’nün büyük etkisi, kullandığı Arapça’nın zorluğu nedeniyle Maturîdî üzerinde yapılan çalışmaların azlığı, Osmanlı Devleti’nin, medrese sisteminde kelam ilmine XV. yüzyıldan sonra fazla ehemmiyet vermemesi, telif eserler yerine tercüme, şerh ve haşiye geleneğinin ağırlık kazanması ve mesresede uygulanan Eş’ârî eğitim metodunun önemli rol oynadığını[1] söylemek mümkündür. Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren, Sahn-ı Seman medreselerinde kelam ilmine verilen önem, daha sonraki asırlarda devam etmemiş, tefsir ve hadis ilmi ağırlık kazanmıştır.[2] Bunun yanı sıra Mevlâna üzerine çalışma yapan kişilerin, onun fikirlerini (Osmanlı medrese sisteminde etik olan) Eş’ârî metodla izah etmeleri de Mevlâna’nın itikadî olarak Eş’ârî’ye yakın olduğuna dair kanaati güçlendirmiştir. Yine sufîlerin Eş’ârî mezhebine mensup olduklarına dair[3] yaygın kanaat de bunda önemli rol oynamıştır. Bu bize ne kazandırır? Mevlâna’nın itikadî açıdan Eş’ârî ya da Maturîdî olması en anlama gelir?
Ülkemizde ve dünyada Mevlâna’nın etnik anlamda Farisî, itikadî anlamda Eş’ârî olduğu tezinden yola çıkarak Mevlâna’nın Türk-İslam kültüründen ve tarihinden uzak tutma gayretleri bilinen bir gerçektir.[4] Bu makale, Mevlâna’nın Türk-İslam düşüncesine mensubiyetini güçlendirme amacına katkıda bulunma isteğiyle kaleme alınmıştır. Burada maksat, dünyaya Mevlâna’nın bir Türk âlimi olduğunu göstermekten ziyade, Mevlâna’nın Türk kültürü olmadığını düşünen kimselerin bu düşüncelerini gözden geçirmelerini sağlamaktır. Bunu da büyük Türk âlimi İmam Maturîdî ile Mevlâna arasındaki düşünsel yakınlıkları tespit ederek yapmayı hedeflemektedir. Bu yakınlıkları incelemeye başlamadan önce İmam Maturîdî ve Mevlâna’nın İslam tarihi içerisinde nereye oturduğunu hatırlatmayı faydalı görmekteyiz.
Batıl İnançlar Karşısında Mevlâna ve Maturîdî
Mevlâna, XIII. asırda yaşamış, mutasavvıf yönü ağır basan bir âlim iken, Maturîdî IX. ve X. asırda yaşamış, kelamcı yönüyle ön plana çıkmış diğer bir İslam âlimidir. Her ikisinin yaşadığı dönemler, kendine özgü şartlar ihtiva etmekle birlikte, ikisinin de ortaya koyduğu eserlerde ortak bir yön bulunmaktadır: Her iki İslam âlimi, yaşadığı dönemde (siyasî, ilmî ve sosyal şartlardan dolayı) itikadî anlamda İslam’a zarar vereceğine inandıkları mezhep ve akımlarla mücadele ederek sünnet ve cemaat yolu olarak nitelendirilen Ehl-i Sünnet inancını muhafaza ve müdafaa etmişlerdir. İmam Maturîdî, İslam’ın gücüne güç katarak, yeni toprakların da ilhakıyla sınırlarını genişlettiği, yeni kültürler ve inançlarla tanıştığı, bu arada Beytü’l-Hikme ile vücut bulan tercüme faaliyetleriyle birlikte, Yunan felsefesiyle hemhal olmaya başladığı IX. asırda dünyaya gelmiştir. Abbasî devletinin, sınırlarını Maveraünnehir’in içlerine kadar ilerlettiği bu dönemde, yarı otonom olarak varlığını sürdüren Samanîler bir müddet sonra (M. 875) bölgede güçlü bir devlet olarak inkişaf edecektir. İlmî hoşgörüsüyle bilinen Samanî Devleti aslında bölgedeki çeşitli din, inanç ve mezheplerin mirası üzerinde bir hoşgörü ortamı oluşturmuştur diyebiliriz. Zerdüştlük, Maniheizm, Mazdeizm, Hinduizm, Budizm, Hristiyanlık ve Yahudilik gibi dinlerin İslam öncesinde hüküm sürdüğü Horasan ve Maveraünnehir bölgesinde, İslam sonrası ilk faaliyet gösterenler Hariciler, Mürcie, Şia, Mutezile, Zeydiye ve İsmailîlik olmuştur.[5] İmam Maturîdî’nin yetiştiği çevre, siyasî ve idarî açıdan sakin olmakla beraber, bid’at içeren fikirlerin, farklı din ve mezheplerin bolca bulunduğu bir yerdir. Maturîdî’nin, eserlerinde kelam ekolü olarak (Mürcie, Şia, Zeydiye ve Cebriyye’den) daha fazla mücadele ettiği Mutezile, kendisinin doğup büyüdüğü dönemlerde, Mihne[6] sonrası siyasal iktidardan uzaklaştırılmış, buna rağmen Bağdat ve Basra ekolleriyle yeniden güç kazanmaya ve ileride, Büveyhiler dönemindeki parlak günlerine hazırlık yaptığı bir evreden geçiyordu.[7] Aslında Mutezile kelamcılarının akaid konularında aklı tek kaynak olarak kabul etmeleri ve nakle güvenmekle yetinen hadisçileri eleştirmeleri, akıl ve nakli birlikte telif etmeyi gerektirecek bir ilmî zemini de doğurmuştur.[8] İmam Maturîdî, ehl-i sünnet akaidinin temellerini atan düşüncelerini, işte böyle bir ortamda, bir ihtiyaca binaen ortaya koymuştur. Yani Maturîdî, ortaya çıkan farklı kelam ekollerinin görüşlerinden bir sentez üretmiş, yeni bir akaid metodu geliştirmiş, bu da beraberinde yeni bir inanç sistemi getirmiştir.
Öte yandan XIII. asır Anadolu’sunda yaşamış olan Mevlâna’nın dönemi, siyasî karışıklıkların had safhaya çıktığı, önce Haçlı Seferleri, devamında Şiî-Batınî kökenli Baba İshak isyanı, sonra Moğol istilası ile Anadolu Selçuklu Devleti’nin kötü akıbete doğru ilerlediği, dirlik düzenin kalmadığı ve kaosun hüküm sürdüğü bir asırdır.[9] Halkın savaşlarda alınan yenilgilerden, işgallerden yorulup ümitsizliğe kapıldığı, kaza, kader ve tevekkül gibi konularda tembelliğe sürüklendiği bir ortamda, Mevlâna’nın, eserlerinde en fazla eleştirdiği ve hatta kâfir olarak yargıladığı itikadî düşünce Cebriyye olmuştur. Savaş zamanlarında ortaya çıkan mehdîci hareketlerin halk üzerindeki etkileri göz önüne alındığında, Mevlâna’nın Cebriyye üzerinde neden bu kadar ısrarla durduğunu tahmin etmek zor değildir. Maturîdî, siyasî ve sosyal açıdan güçlü, ilmî açıdan da serbest bir ortam sunan Samanîler döneminde gücü hızla artan Mutezile’nin fikirlerine karşı kelam sahasında yeni bir sentez üretirken, Mevlâna, siyasî ve sosyal açıdan zayıf, ilmî açıdan da dış baskılara ve sapık tasavvufî cereyanlara açık bir ortamda, Orta Asya ve İran, Endülüs ve Kuzey Afrika, Mısır, Suriye ve Irak kökenli tasavvufî akımlardan bir sentez üreterek tasavvuf tarihine en büyük katkılardan birini yapmıştır.[10] 1243’teki Kösedağ bozgunu sonrası Anadolu’da yayılan Moğol tehdidi, beraberinde can, mal ve namus korkusu üretmiş, Moğollar’ın girdikleri şehirleri yakıp yıkmaları, erkekleri öldürüp kadınları esir almaları, taş üstünde taş bırakmadıklarına dair rivayetler, Moğollar daha Konya önlerine gelmeden Konya’da neşv-ü nema bulmuştur. Kösedağ’da Selçuklu ordusunu yenilgiye uğratan Moğol hükümdarı Baycu Noyan komutasındaki ordu, Konya’nın etrafını kuşatırken, halkı büyük bir korku sarmış, insanlar birbirleriyle helalleşmeye başlamışlardı. Hatta kadınların bazılarının, kocalarına bizzat kendileri hançer verip “Beni bununla öldür, ama Moğol askerlerine teslim etme.” şeklinde yalvardıklarına dair rivayetler de bulunmaktadır.[11] Tam bu döneme ait Mevlâna’nın Moğol askerlerinin bulunduğu yere yakın bir tepeye gittiği, Moğol askerlerinin ok atsalar da oklarının geri geldiği, sultan Bacu Noyan’ın da aynı şekilde Mevlâna’nın kerametiyle, hem oklarının geri gelmesi, hem atının toprağa saplanıp kalması, hem de kendi ayaklarının bağlanıp kalması sonucu, şehri zaptetmekten vazgeçtiğine dair bir menkıbe de bulunmaktadır.[12] Mevlâna hakkında (“Moğol ajanıydı, Moğolların Anadolu’da güçlenmesini istiyordu” gibi) iftiralara da neden olan bu tür rivayetlerde esas bakış açısı, Allah dostlarının, zor zamanlarda halkı teskin etmekte gösterdikleri gayret, düşmanla verilen mücadelede halka moral, azim ve cesaret aşılamakla yerine getirdikleri vazifenin büyüklüğüne işaret olmalıdır ve Mevlâna da Moğol tehlikesine karşı, gerek sohbet ve vaazları, gerek eserleriyle Konya’da böyle bir misyonu başarıyla yerine getirmiştir.[13]
Mevlâna’nın yaşadığı dönemdeki ekonomik zorluklar, Moğol tehlikesi, isyanlar ve ülkenin felakete sürükleniyor olmasından kaynaklanan çaresizliklerin ürettiği her şeyi kadere yükleme anlayışının güçlenmesi ve insanların kendi akıl ve iradelerine olan güvensizliğinin artması gibi tehlikeler, onun en çok (asıl tehlike olarak gördüğü) Cebriyye üzerinde durmasına sebep olmuş, itikadî açıdan kaza ve kaderin önemini teslim etmekle birlikte, insanın kendi iradesinin, hayatındaki etkisinin büyüklüğüne vurgu yapmasına neden olmuştur. Bu durum hem Maturîdî, hem Mevlâna, hem de diğer büyük İslam âlimlerindeki bir özelliği ön plana çıkarmaktadır: İslâm âlimleri, iman, itikad ve amel konusunda, bulundukları bölgedeki halkın eksikliklerini görüp, ona göre bir metod geliştirip, halkın severek kabullenebileceği şekilde onlara bu fikirleri sunmaktadırlar. Hoca Ahmet Yesevî ile başlayan şiir geleneği, Türk insanının şiire olan düşkünlüğü ile alakalı bir husus olup, Mevlâna da şiir yazmasının nedenini bununla izah etmektedir.[14] İmam Maturîdî’nin yaşadığı dönem ise, felsefî metinlerin tercümeleriyle felsefenin ağırlık kazandığı, itikadî konuların izahında aklın naklin önüne geçtiği ve Mutezile âlimlerince yegâne kıstas kabul edildiği bir dönemdir. Bu yüzden Maturîdî, aklın nakil karşısındaki konumunu hakkıyla teslim edip, akıl ile nakil arasında uyumlu bir sentez geliştirmeyi gerekli görmüştür. Bu anlamda Mevlâna’nın ve Maturîdî’nin itikadî konularda (kendi dönemlerinin siyasî, fikrî ve ilmî şartlarını göz önüne alarak) akıl ve nakil uyumuna özen göstererek bugünlere kadar gelen Ehl-i Sünnet akaidinin temellerini atmada ve sağlam bir şekilde varlığını devam ettirmesinde büyük katkılarda bulunduklarını söyleyebiliriz.
Bu izahattan sonra her iki âlimin de itikadî anlamda ortak noktalarını tespit amacıyla ele aldığımız irade hürriyetine bakışlarını detaylı olarak inceleyerek, bu meseledeki yaklaşımlarını karşılaştırmalı olarak inceleyebiliriz.
Mevlâna, “Bizim fiillerimizi meydana getiren Hakk’ın yaratmasıdır.[15] diyerek ilâhî iradenin mutlak hürriyetini teslim etmektedir ve bu görüşünü ortaya koymak için Kur’ân’dan yola çıkmaktadır: “O hakîmdir, “Allah, dilediğini yapar.”[16] “Derdin kendisinden devayı çekip çıkarır.”[17] Aynı şekilde Maturîdî de, “O yaptığından sorumlu tutulmaz ama insanlar sorguya çekilirler.”[18] Ayetini örnek göstererek ilahî iradenin mutlak hürriyetine işaret etmektedir. [19] Mevlâna’ya göre; ilâhî iradenin kuşatıcılığı ve her şeyi muhîd olması, yani, Hakk’ın muhtariyeti, insanın muzdariyetine yol açmaz. İnsan düşünmekte serbesttir ve “Düşünceden muâheze olunmak yoktur. Ve âlemin batınında hürriyet vardır.”[20] Maturîdî için de aynı durum söz konusudur. İnsanın hakikî manada bir fiili vardır ve bu fiilini hür iradesiyle gerçekleştirir. Yaptıklarının Allah tarafından yaratılıyor olması kulun iradesini etkilemez.[21] Her iki âlimin ilahî iradeyle ilgili düşüncelerini aktardıktan sonra insan iradesiyle ilgili fikirlerine geçebiliriz.
Mevlâna ve Maturîdî’ye Göre İnsan İradesinin Tanımı
Mevlâna, âdem (insan) olmanın istemekle meşhur olduğundan ve istememenin sıfat-ı âdemiyet olmadığından[22] hareketle, iradeyi “dilemek, dilediğini yapma kudreti, vicdanî anlayışa yap-yapma diye emir verme yetkisi, bir şeyi yapıp yapmama gücü, tercih hakkına sahip olmak”[23] şeklinde tarif eder ve iradeyi inkâr etmeyi duyguyu inkâr etmekle eşdeğer görür ve bunun imkânsızlığını dile getirir.[24] “İrade” kelimesinin yerine “İhtiyâr” kelimesini kullanan Mevlâna’ya göre, insandaki iradenin temel vasfı seçme hürriyetidir ve ihtiyar; yapma veya yapmama kudretidir.[25] Ve Mevlâna için iradeyi hareket geçiren güç; talep ettiği şeyi görmektir.[26] Nasıl köpek işkembeyi görünce kuyruğunu sallar[27], at arpayı görünce kişnemeye, kedi et gösterilince miyavlamaya başlarsa[28], insan da arzu ettiği, istediği bir şeye kavuşacağını umduğunda iradesi hareke geçer. Diğer taraftan Maturîdî’ye göre insan iradesi; “bir fiili tercih ettiği şekilde, (hür bir seçimle) gerçekleştirme kabiliyeti”dir. Allah, bir davranışı diğerine “tercih etme”yi insan tabiatının doğal özelliği kılmış[29] ve tutum ve davranışlara bağlı sonuçların istenen veya sakınılan çeşitten olduğunu açıklığa kavuşturmak istemiştir.[30] Bu da Allah tarafından sorumluluk yüklenen ve mükellefiyetleri bulunan insan iradesinin en temel unsuru olan “tercih etme” özelliğini ortaya koymaktadır. Yine Maturîdî’ye göre de, iradeyi harekete geçiren saik, insan tabiatının zevk aldığı şeylere meyli ve zoruna giden şeylerden kaçınmasıdır. Dikkat edilirse, hem Mevlâna, hem de Maturîdî, iradede “tercih etme”, “dilediğini yapma kudreti” gibi özellikleri öncelikli vasıflar olarak kabul etmekte, insanın irade sahibi olmasını tabiatının bir gereği olarak izah etmektedirler. Mevlâna, bunu duygu ve hislerin varlığıyla izah ederken, Maturîdî, insan tabiatının istenilen ve sakınılan durumları tercih etme kabiliyeti olarak yorumlamıştır.
Mevlâna ve Maturîdî’ye Göre İnsanın İradeye Sahip ve Malik Olması
İnsanın bir iradeye sahip olduğunu ortaya koymak için aklî delilleri kullanan ve bunu yaparken de nakilden destek alan Mevlâna’ya göre, âdemle (insanla) şeytan arasındaki temel fark insanın suçunu üstlenmesi, şeytanın ise kendi suçunu Allah’a isnad etmesidir.[31] Mevlâna, iradenin varlığı ve mecburiyet arasındaki farkı marazî ve sıhhatli durum arasındaki ayrımla açıklar ve klasik kelam kitaplarında da çokça verilen hastalıktan eli titreme ve kendi elini titretme örneğini verir.[32] İmam Maturîdî’ye göre, insanın fiilleri ontolojik açıdan kesin bir hakikattir ve bu eylemlerini yapması için, kendisine güç ve kudret verilmiştir, bu güç ve kudret ise yaratılmamış olan cüz’î iradenin sonucudur.[33] İnsanın hakikî manada bir fiili vardır ve bu fiilini hür iradesiyle gerçekleştirir.[34] İnsanın irade sahibi olmasına delil olarak “…Onlar körlüğü hidayete tercih etmişlerdi ve yaptıklarına karşılık, alçaltıcı azap yıldırımı onları çarpmıştı.”[35] ayetini gösteren Maturîdî, “hidayet yerine körlüğü tercih etmeleri sebebiyle üzerlerine indirilen azaptan haber verildi.”[36] yorumunu yapmaktadır. Küfür ve hidayetin Allah tarafından kulun tercihine bırakıldığına vurgu yapan Maturîdî’ye göre, Allah’ın kula ait fiillerde baskı ve gafletle nitelendirilmesi mümkün olmadığına göre, kulun fiilinin irade ile gerçekleştiği sabittir.[37] Görüldüğü gibi, Maturîdî, insandaki iradenin varlığını ortaya koyarken, ilâhî iradenin cüz’î iradenin tercihlerine göre tecelli ettiğini vurgulamaktadır. İnsanın (melek ve şeytan kanalıyla) hayır ve şer her iki yönde ilhamlarla muhatap kaldığını[38] ve şeytan ile ruh, her ikisinin de insana şerri ve hayrı gösterdiğini, bunların da iradenin varlığına delil olduğunu[39] açıklayan Mevlâna da, “kul ister, Allah yaratır” düşüncesindedir. Nasıl Mevlâna’ya göre, insan olmanın gereği; kendi eyleminden doğan sorumluluğu kabullenmekse, Maturîdî’ye göre de insan, yaptığı tercihlerin mükâfat ve cezasıyla muhatap olma sorumluluğunu taşımaktadır. En belirgin örnek olan el titreme hareketi, hem Mevlâna’da, hem de Maturîdî’de iradenin varlığına delil olarak kullanılmaktadır.
Mevlâna ve Maturîdî’ye Göre İnsan İradesinin Tasarruf Sahası
Mevlâna, insan iradesinin etkinlik alanına müdahaleyi kabul etmez. O’na göre kaderi inkâr etmek âcizlik, her şeyi kadere bağlamak cahilliktir ve “Cahillik, âcizlikten beterdir.”[40] Kur’ân, iradesi olan insanı uyarmak için inmiştir.[41] Emir ve nehiy, lütuf ve azarlamak ancak irade sahibi kişi içindir. Zulümde de ihtiyar vardır, sitemde de.[42] Nasıl ki insanın çatıdan düşen tahtaya kızması mümkün değilse[43], “Mermer taşa emredildiğini kim görmüştür?”[44] İnsana, hem kendi yaptıklarını hem de Hakk’ın yaptıklarını müşahede ederek, kıyas yapma, gerçeği görme ve kendi fiilinden dolayı sorumluluğunu kabullenme[45] ihtarında bulunan Mevlâna, insan düşüncesinin özgürlüğüne ve bu konuda onu hiç kimsenin sorumlu tutamayacağına inanır ve bunun aynı zamanda Hakk’ın bir isteği olduğunu savunur. İç dünyasında tam bir hürriyete sahip olan insan, iradesini kullanmakta da serbesttir ve insan iradesini dilediği gibi kullanarak hayatına yön verebilir. İmam Maturîdî de, insan iradesinin tasarruf sahasına bu şekilde yaklaşmaktadır. Ona göre, Allah’ın emir veya nehiylerine uygun bir şekilde hareket etmek veya etmemek, insana mahsus bir harekettir ki, bunlar insan idrakinin ve kavramının içine giren ve dolayısıyla insan iradesinin etkinlik alanına giren fiillerdir. İşte insan, muhatap olduğu emir ve nehiylerle ilgili fiilleri yapıp yapmama konusunda tam bir irade hürriyetine sahiptir.[46]
Mevlâna, iradenin varlığına delil olarak gösterdiği tereddüt için bir kudrete ihtiyaç olduğunu ve bu kudretin de irade kudreti olduğunu[47] ifade ederken, Maturîdî, aynı şekilde, kulun fiilini ortaya koyanın ondaki irade olduğunu[48] söylemektedir. Bizim bir işi başaramadığımızda ağlayıp inlememiz, güçsüzlüğümüzün, kudretsizliğimizin deliliyken, yaptığımız işlerden utanmamız, sıkılmamız da irademizin delilidir. Hayâmız, esef duymamız hep irademizi işaret etmektedir.”[49] diyen Mevlâna’ya benzer şekilde izahlar yapan Maturîdî’ye göre, Allah’ın iradesi kula göre tecelli eder ve o, bu görüşünü de Kur’ân-ı Kerîm’den aldığını söylemektedir. Böylece, mutluluk ve kederin, iyilik ve kötülüğün yolunu insan kendi iradesiyle belirler.[50] İradenin sorumluluk alanında en belirleyici unusurlar olan hidayet ve dalâlet konularında da her iki alim aynı şekilde de düşünmektedir. İman etmek gibi küfre düşmenin de insan iradesi sonucu gerçekleştiğini beyan eden Mevlâna, “Benim küfrüm O’nun iradesidir” dediğinde, bil ki bunda yine kendi iraden vardır.”[51] demektedir. Yine Maturîdî’ye göre, hidayet ve dalâlet insanın kendi tercihi sonucu Allah’ın yaratması iledir. Allah dalâleti isteyene dalâleti yaratır, hidayeti isteyene hidayeti yaratır. Çünkü kâfir, küfrü tercih edendir. Dalâleti istediği için Allah da onun isteği üzerine onun dalâletinden küfrü yaratır. Hidayeti isteyenin isteğinden de hidayeti yaratır.[52] Şurası bir gerçek ki, küfrün irade edilmesinden küfür fiilini yaratan[53] Allah, “karanlık ve çirkinlik olduğu halde kâfirin küfrü iradesinden küfür fiilini yarattı. Aydınlık ve güzellik olduğu halde müminin imanı irade etmesinden iman fiilini yarattı.”[54] Mevlâna, “kul ister, Allah yaratır” düşüncesindedir. Bu dünyada herkes ne ekerse onu biçer. İyilik yapan iyilik bulur, kötülüğün neticesi ise yine kötülüktür. Yaratma eylemi Allah’a, yaratılan şeyin ne olacağı insana mahsustur. İnsanda varolan hisleri delil olarak gösteren Mevlâna, hayvanların bile bu gerçeği ikrar ettiğini söylemektedir: “Ey arkadaş! Hissi hayvan bile ikrar edicidir; fakat delilin idraki incedir”[55] Maturîdî de aynı şekilde, ilahî iradenin cüz’î iradeye göre şekillendiğinden hareketle şu izahı getirmektedir: “Allah’ın iradesi, ilmi ile beraber yürür” kaidesi gereğince “Allah-u Teâla’nın irade ve ilminin taalluk ettiği şey, kulun ihtiyarî fiili olunca bunun faili olan kulun cebir altında bulunduğu nasıl iddia olunabilir?”[56] Dikkat edilirse, hem Mevlâna, hem de Maturîdî, insan fiilini yaratma yönüyle Allah’a, yapma yönüyle kula nispet ederek iki yönlü bir açıklamayla izaha girişmişlerdir. Maturîdî kelamında “fiilde yönler” olarak zikredilen bu metot, Mevlâna’da herhangi bir kavramla ifade edilmemesine rağmen aynı şekilde kullanılmaktadır.
Mevlâna ve Maturîdî’ye Göre Akıl-İrade İlişkisi
Mevlâna’ya göre, akıl insan için kol kanat gibidir[57], hakîkat kapısının anahtarıdır,[58] insanı doyuran asıl sofra ve manevî yemek akıldır, ruhun gıdası da akıl nurudur.[59] Maturîdî de aklı buna yakın anlamlarla tanımlamakta ve Allah’ın ayetlerinden biri[60], insanı üstün kılan bir özellik, bilgi edinme vasıtası[61] ve “her türlü işin konum ve düzenlenmesinin kendisine dayandırılması gereken bir temel”[62] olarak betimlemektedir. Birçok tarif yapmasıyla birlikte Mevlâna’ya göre akıl ilâhî bir lütuftur[63] ve insan akıldan ibarettir[64] Maturîdî’ye göre de akıl, insan için fıtrî bir özelliktir ve insanın zatına ait biricik tabiatıdır. Akıl insana bir şeyin mahiyetini gösterme özelliğine sahip olduğundan, Allah, akıldan ibaret olan insanda, fıtrî temyaülleri değil, akılları hüccet olarak kabul etmiştir.[65] Mevlâna da aklın bu niteliği üzerinde durmuş ve aklın özelliğini “her işin sonunu hesap edebilmek”[66] olarak izah etmiştir.
Mevlâna’ya göre, iradesiyle yapacağı şeye karar veren insana, akıl da yol gösterir, nefs de. Buna mukabil Maturîdî, Mevlâna’nın nefs olarak dile getirdiği şeyi insan tabiatı (fıtrî özellik) olarak belirtir.[67] Mevlâna’ya göre insan doğru yolu akıl nefse galip geldiği sürece bulabilir[68], yine Maturîdî’ye göre de, akıln ilkeleri evrenseldir, insan doğru yolu aklın ilkeleri ışığında bulabilir.[69]
Mevlâna aklı anlattığı konuya göre farklı izah eder. İnsanın insanla ilişkilerinde aklı göklere çıkarır ve dünya işlerimizdeki yerini ısrarla belirtir. Fakat konu insanın Tanrıyla ilişkisine gelince, erdem ve sevgiye dayalı keşif ve sezgi yolundan bahseder ve cüz’î aklın bu yolda tökezlemeye mahkûm olduğunun üzerinde durur.[70] Akla verdiği önemle bilinen Maturîdî de, aklın sınırlarından bahsetmekte ve ilâhî hakikatlerle ilgili Peygamberlere duyulan ihtiyacın buradan kaynaklandığına iaşret etmektedir.[71] Yani, her iki alime göre, akıl, insan hayatının devamı için birinci etken ve dünya işlerinde yegâne saik iken, sınırsız değildir, (mucize gibi) ilâhî hakikatleri anlamada yetersizdir ve peygamberler bu yüzden vardır. Yine “Akıl, seni padişahın kapısının önüne götürecek kadar güzel bir matlubdur.” diyen Mevlâna için, aklın en önemli görevi insanı hakikate (tek başına ulaşamayacağını görerek onu elde edeceği yere) ulaştırması ve o andan itibaren hakikatin rehberliğini kabul etmesidir. Padişah, Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir ve akıl (özellikle) ilâhî hakikatleri anlamada O’nun rehberliğine muhtaçtır. Maturîdî’ye göre de, hikmet kavramı ile ifade edilen ve insan aklının gerektiği gibi kavrayamayacağı (duyuların da yetersiz kaldığı) durumlar söz konusudur vardır ve zaten başta Hz. Muhammed (s.a.v.) olmak üzere peygamberlerin gönderilme sebeplerinden birisi de budur. [72]
Mevlâna’ya göre, akıl şehvetin zıddıdır[73], şehvetine yenik düşen kimsede bulunanın akıl değil, vehimdir.[74] Mevlâna, vehmi Firavun ve benzerlerine, aklı ise Musa ve Musa gibi olanlara benzetmektedir.[75] Mevlâna’ya göre iradesine hâkim olamayıp tevbesini bozan kişi İblis’in maskarası olur, tevbe ettiği halde, tevbesini bozan ve yeniden günah işleyen kimseler aklını kullanamayan akılsızlardır.[76] Aklını kullanmayan kişinin cezaya düçar kalacağı Kur’ân-ı Kerîm’de de ifade edilen bir husustur.[77] Maturîdî de, Kur’ân’ı delil göstererek, kulun işlediği kusurları aklını terk etmesine bağlamakta, [78] Semud kavmi örneğinde odluğu gibi, azaba maruz kalmalarının sebebini aklını kullanamyayışlarına bağlamaktadır. [79]
Akıl-irade ilişkisinde Mevlâna’ya göre, iradeyi cehd yönünde teşvik etmesi gereken akıl eğer bunu yapmazsa akıl değildir. “Akıl cehdi nasıl terk eder? Ve eğer akıl cehdi terk ederse, o akıl değildir.”[80] Aklın ilkelerini evrensel kabul eden Maturîdî’ye göre de, akıl, bu ilkeler ışığında, iradeye “iyiyi seçme ihtiyarı” özelliği ile yardımcı olmaktadır. Akıl, ömrün devamını sağlamada, yararların ve zararların belirlenmesinde vasıtadır ve düşünen bir insan, bu eyleminde her açıdan kârlı çıkacaktır.[81]
Mevlâna ve Maturîdî’nin Cebriyye’ye Yönelik Eleştirileri
Mevlâna, kulun sorumluluğu anlamında ele aldığı ve “Kaderin heybetinden cebre yüz tutuyorlar, yol kesicilerin korkusundan birisini kılavuz bile alamıyorlar.”[82] dediği Cebrî düşünceyi itikadî açıdan küfür olarak görür.[83] Maturîdî de aynı görüştedir, ona göre, “Cebir ve zorlama iddiası tamamen yanlış ve bozuk bir telakki durumundadır.”[84]
Salt aklın işlevselliği olarak bakıldığında Mevlâna, Cebrî düşünceyi Kaderî anlayıştan daha mantıksız kabul eder. [85] İnsan fiilinin niteliği açısından konuyu ele alan Maturîdî’ye göre de, kulun fiil ve eylemini kabul dahi etmeyen Cebriyye’nin ciddiye alınır tarafı yoktur. Çünkü cebri benimseyen kişi, gerçek manadaki her söz ve fiili kendisinden nefyetmektedir. [86]
Cebriyye’nin ayetlere getirdiği (mutlak cebir) anlamları her iki alimin de reddettiği ortak noktalardır. Mevlâna, “Attığın zaman sen atmadın”[87] ayetini cebir ehlinin yanlış yorumlaığını, bu ayetin kulun iradesizliğine değil, Hakk’ın gücüne işaret ettiğini iddia etmektedir. [88] Maturîdî de, Cebriyye’nin delil olarak öne sürdüğü ayetlerden biri olan “Sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır”[89] ayetinin tevilinde ilahî iradenin her şeyi şamil olmasının altını çizildiğini, kulun ef’âlini nefyetmediğini söylemektedir.”[90]
Cebrî düşünceyi aklî açıdan dürüst olmamakla itham eden Mevlâna’ya göre, en basit anlamda insanın heves ettiği işlerde kudret sergilemesini kabul eden cebrînin, hükm-ü ilâhiyi bahane edişi ve sıkıntıyı Allah’a isnad etmesi tutarsız bir tavırdır. Maturîdî de, hislerden yola çıkarak cebrî düşünceyi eleştirmektedir. Ona göre Cebriyye’yi ciddiye almak için önce hisleri inkâr etmek lazım, çünkü “Herkes, kendisini yaptıklarında hür, fail ve kâsip olarak hisseder.”[91]
Kulda ihtiyarı kabul etmemek Mevlâna için aynı zamanda “Hakk’tan aczi gidermek”, onu cahil, ahmak ve sefîh görmek[92] gibi bir yanlışa düşmektir. Zira “kaderi inkâr etmekte hiç olmazsa (kul yönünden) acizlik yoktur.[93] Bir başka yönden aynı eleştiriyi Maturîdî de yapmaktadır. Eğer bütün fiilleri işleyen O ise, rab da O’dur, kul da, yaratan da O’dur, yaratılan da ve ortada başka bir varlık yoktur.[94] Eğer kulun (iradesiyle oluşan) fiili yoksa, Allah kendisine mi emir ve nehiyde bulunmaktadır? [95] Böylece her iki alim de Cebriyye’yi aklî açıdan tutarsız ve dürüst olmamakla, naklî açıdan da Allah’a haksız isnat yapmakla itham etmekte, hatta yargılamaktadır.
Mevlâna ve Maturîdî’nin Mutezile’ye Yönelik Eleştirileri
Mevlâna, Mutezile’nin fikirlerine itiraz ederken onların itikadî anlamda yanlış bir yol izlediklerini beyan ederek dolaylı yoldan bu düşünceyi İslâm dairesinde içinde görmediğini ifade etmektedir. Mutezile’yi “Kendilerini kelam ilminin süvarileri zanneden ve İslam âlimleri içinde bu ilme sadece onların vakıf olduğunu sanan söz konusu kişiler” olarak zikreden Maturîdî de, onların görüşlerini batıl olarak değerlendirir. [96]
Mevlâna’ya göre Mutezile’nin “Ef’alin hâlıkı kuldur” iddiası yanlıştır, çünkü kul alete ihtiyaç duymadan fiilini gerçekleştiremez, aleti yaratan da Allah olduğu için ef’alin hâlıkı kul değil, Allah’tır.[97] Maturîdî’nin Mutezile’ye öncelikli eleştirisi de bu yöndedir. Her şeyden önce fiiller, icat yönüyle Allah’a, kesb yönüyle kula aittir ve eğer kulun kendi fiilini yarattığnı farzedersek bu kez Allah’a benzer bir kudrete sahip olduğunu kabul etmek zorunda kalırız.[98]
Mevlâna’ya göre, ilâhî takdir her şeyin üstündedir, Hakk bunu göstermek için insanların karar verdikleri şeyleri bozar, zıddını meydana getirir. İnsan dest-i kudretin kabzasında yay gibidir. [99] Maturîdî de, ezelî ilmi ve iradesiyle Allah’ın asla sorguya çekilemeyeceği hususuna önemle işaret ederek “O yaptığından asla sorumlu tutulmaz ama insanlar sorguya çekilirler.”[100], “Allah dileseydi, birbirlerini öldürmezlerdi. Lakin Allah dilediğini yapar.”[101], “Allah, dilediği kimseyi saptırır; dilediğini de doğru yol üzerinde bulundurur.”[102], “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur.”[103] ayetlerini delil olarak gösterir. [104] Her iki alim de, ilahî iradenin takdir yetkisinde eşsiz ve sorguya çekilemez olduğunu, Allah’ın “dilediğini yapan” özelliğine vurgu yaparak izah etmektedir.
Mevlana için, insanın elinde var olan kudret ve yapma gücü küllî değil, cüz’îdir. Bu cüz’î iradeyle her şeyi başaracağını sanmak hamlığa işarettir. [105] Maturîdî de, bu cüz’î iradeyi sınırlı bir kudret olarak ifade etmekte, bunun da ilahî kudretin dahilinde bulunduğunu belirtmektedir.[106]
Mevlâna’ya göre, Mutezile dumanı görüp onu meydana getiren ateşi yok saymakla (eser-müessir ilişkisini, delilin medlûlüne isnadını yok saymakla) aklî açıdan da hata etmektedir. [107] Benzer biçimde, Mutezile’nin kulun fiilinde Allah’ın sanatını inkâr ettiğini[108] belirten Maturîdî ise, fiilin kendisini değil de yapılmasını yarattığını iddia etmeyi tutarsız bir yorum olarak görmektedir.[109] Aklî açıdan Maturîdî’nin Mutezile’yi bu noktada eleştirisi de “üstü kapalı cebirci” olmalarıdır. Yani, bir araz olan ve fiil için gerekli olan kudreti fiilden önce var sayarak fiil anındaki kudreti inkâr etmiş oluyorlar. Böylece hataya düşüp, cebrî konumuna kendilerini itiyorlar, demektedir. [110]
“Allah şerri yaratmaz” diyen Mutezile, Mevlâna’ya göre ilâhî iradenin kuşatıcılığını inkâr etmekte tefrite kaçmaktadır. Allah Teâlâ Hazretleri hayrı ve şerri murâd eder; fakat ancak hayra razı olur. [111] Maturîdî de, bu konuya ““Senin Rabbin dilediğin yapandır” (Hud, 11/107) ayetini yorumlarken değinir ve “Allah nezdinde sadece hayır iradesi vardır” sözünü Mutezile’nin dehşet veren telakkilerinden biri olarak baul eder ve şöyle eleştirir: “Eğer Allah’ın iradesi bundan (sadece hayır iradesinden) ibaret olsaydı bütün insanlar hidayet üzere olurdu.” [112]
Mevlâna ve Maturîdî’nin Kader ve Kaza Anlayışı
Mevlâna, sebeplere dayanmadan, çalışıp çabalamadan Hakk’a dayanmayı kabul etmez. Allah’a güvenmek, ancak üzerine düşeni yaptıktan sonra başarıya zemin hazırlayan bir etkendir. Çalışmak, en kutsal vazifelerden biridir. Amel ile beraber, amelin içinde, çalışarak Hakk’a tevekkül etmeyi tavsiye eden Mevlâna, sa’y (gayret) ve tevekkülü (i’timadı) cem etmeyi önerir.[113] “Cehd haktır, devâ da haktır, dert de; münkir olanın say’i terk etmesine bakma, çalış!”[114] Maturîdî’ye göre de, kul Allah’a güvenmek zorundadır, zira “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz”[115] ayeti mucibince insan, Allah dilemedikçe kendisi de dileyemez konumundadır. [116] Bununla birlikte, insan kendi çalıştığı kadar kazanır ve kendisince makbul olanı yaptığından, sorumluluk kendisine aittir. [117]
Mevlâna, “Kaderin hükmü”[118] kavramını kullanarak “Şüphesi ki biz, her şeyi bir ölçüye (kadere) göre yarattık”[119] ayetinde olduğu gibi, kaderin hükmünü “layık olana uygun düşen” olarak yorumlayarak, kaderi “ilâhî adaletin tecellisi” olarak vasıflandırmıştır. Öte yandan Maturîdî “bir şeyi taşıdığı mahiyet üzere yaratmaktır.”[120] şeklindeki kader tanımını yine aynı ayetle temellendirmektedir.
Mevlâna, “kaza” ile “makzî” sözcüklerini birbirinden ayırmaktadır. Kaza “hüküm”, makzî ise “mahkûm” manasındadır. “Kaza, Allah’ın eşyada hükmüdür ve Allah’ın eşyada hükmü, Allah’ın eşyaya ve eşyada olan ilminin haddi üzerinedir.”[121] Makzî ise, kazanın eseri olandır. Kazayı, “Bir şeye hükmedip karar vermek, layık olduğu sonucu belirlemek ve hakkında nihaî olarak söylenebilecek son sözü söylemek.”[122] olarak tarif eden Maturîdî de, hüküm kavramı üzerinde durmaktadır. Mevlâna’ya göre kazanın iki ciheti vardır; Allah’ın hüküm ve kazası itibariyle bir küfre razı gelmek gerekir, ama kendi fenalığımız ve kötülüğümüzden meydana gelen küfre razı olmamak gerekir. İlahî iradenin her şeye şamil bulunduğuna inanan Maturîdî’ye göre de, ma’siyet ve şer, Allah’ın yaratmasıyla oluşmaktadır ancak, bunların meydana gelmesinde kulun kasıt ve ihtiyarı mevcuttur. Kulun razı gelmeyeceği durum, kendi fiilidir, Allah’ın takdiri değil.
En tartışmalı konulardan biri olan ahkâm-ı ezeliyyeyi ilâhî adalet şeklinde izah ederek iyilik için iyilik, kötülük için kötülük olarak ifade eden Mevlâna, “Kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa onu görür, kim de zerre ağırlığınca şey yaparsa onu görür.”[123] ayetini bu görüşüne delil olarak getirir.[124] Maturîdî’ye göre de, kul, kaza ve kadere dinen inanmak ve rıza göstermekle yükümlüdür ve aklen de inanmak zorundadır. Çünkü akıl, yaptıklarının karşılığını göreceğine inanır. İnsanlar, bir eylemede bulunurken kaza ve kaderden ötürü bir şey yaptıklarını akıllarına getirmezler, dolayısıyla insan kendi fiilinin karşılığını gördüğünü aklıyla da bilir.[125]
İnsanın ulaşmak için çalışıp gayret ettiği emellerine umduğu yerden değil de başka yerden sahip olmasını “Allah, kulunu, hesaplamadığı yerden rızıklandırır!” şeklinde izah eden ve Allah’ın ilmine atıfta bulunan Mevlâna, “Bütün kapılar, bir sarayın kapıları gibidir.”[126] diyerek Hakk’ın rahmetine işaret etmektedir. Maturîdî’ye göre de, kulun rızkını hesaplamadığı yerden kazanması gibi, iradesini ortadan kaldıran durumlar ve buna işaret eden ayetler, Allah’ın ilmine atıfta bulunmaktadır.[127]
Mevlâna, tedbîr-takdîr ilişkisini “Takdîr-i İlâhî’yi bilmez, kul eder tedbîr / Meşhûr meseldir bu, tedbîri bozar takdîr” [128] şeklinde açıklarken, Allah’ın takdirinin kulun tedbirinin üstünde olduğunu belirtmektedir. Kul kendi istek ve iradesi doğrultusunda kararlar alır, bunlar bazen umduğu bazen de ummadığı yerden gerçekleşir, burada mutlak hüküm sahibi Allah’tır ve Allah kulunun bu gerçeği anlaması için ona bu türlü şaşırtıcı sonuçlar göstermektedir. Maturîdî’nin kader tanımı da, belirleme (takdir etme) yetkisini Allah’a has kılmaktadır.[129] Hem Mevlâna’da, hem Maturîdî’de, “kul ister Allah yaratır” yaklaşımı hâkimken, her ikisi de kulun (kendi fiilleriyle ilgili) aklının almayacağı bazı durumların varlığına işaret etmektedir. Aralarındaki fark ise şöyle izah edilebilir: Mevlâna, (bir mutasavvıf olması nedeniyle) ilahî iradeyi merkeze koyup Allah’tan insana giden bir üslup[130] takip ederken, Maturîdî, (aklı merkeze alan kelamcı kimliğiyle) cüz’î iradeyi merkeze koyup insandan Allah’a giden bir yol takip etmektedir.
Değerlendirme: Mevlâna Ve Maturîdî’nin İrade Hürriyetine Bakışının Karşılaştırılması
Mevlâna (ehl-i sünnet akaidi çerçevesinde) irade hürriyeti meselesini ele alırken kaderi inkâr eden Mutezile’den ziyade her şeyi kadere bağlayan Cebrî inanç üzerinde durmaktadır. “Yarabbi, bizi cebir tembelliğinden koru”[131] diye Allah’a dua edecek kadar cebri tehlikeli gören Mevlâna, Mutezile’yi de sebep ve vasıtaları göremeyişleri nedeniyle eleştirmektedir.[132] Böyle olmasındaki sebep, yaşadığı asrın, bulunduğu topraklarda savaş ve yıkımlarla dolu geçmesi, insanların karamsarlığa ve ümitsizliğe düşerek, başına gelenleri kadere yükleme eğiliminde olmalarıdır. Buna karşın Maturîdî, nakli esas alıp aklı ihmal eden Cebriyye’yi temelsiz ve bozuk bir telakki olarak görüp ciddiye almazken,[133] aklı esas alıp nakli ihmal eden Mutezile üzerinde ısrarla durmaktadır. Bu onun yaşadığı dönemin konjonktürü ile ilgilidir. Ona göre, kendi zamanının itikadî açıdan en zararlı ve en güçlü akımı Mutezile’dir ve onlara karşı fikirleriyle mücadele etmiştir.[134]
İnsan, dünya hayatındaki sorumluluklarını yerine getirmek için kendisine bahşedilen akıldan istifade etmektedir. Aklın sağduyusuyla hareket ederek irâdemizi iyi (ve bize de faydalı olacak) işlere sevk edebiliriz.[135] Mevlâna, aklın insan tabiatı ile ilişkisi ve sorumluluklar açısından önemine bu şekilde değinirken, Maturîdî, yine aynı şekilde, Allah’ın kulu muhatap kabul etmesinde, kuldaki akl-ı selim özelliğini esas kabul eder.[136] Mevlâna, insanı akıl ve şehvetten ibaret görür, Maturîdî, Mevlâna’nın şehvet dediği ve insanı sonu felakete giden zevklere yönlendiren şeyi insan tabiatı kavramıyla karşılar.[137] Her iki âlime göre, insanı bu zafiyetlerinden kurtaracak olan aklıdır. Bu anlamda akıl iradeye “iyiyi tercih etme” yönünde katkıda bulunur.
Hem Mevlâna’ya, hem de Maturîdî’ye göre, kader, ilâhî adalettir, yani ilâhî prensiplerdir, hangisini dileyip, ona yönelirsek, Allah onu yaratır. Ve hem bu fiil, hem de bu fiili yapma gücü (istitâat) yaratma (halk) önce değil, o andadır. Bu, bizim bir fiili yapmaya sadece yönelmemizle (kesb) değil, aynı zamanda ihtiyarımızı kullanarak onu tercih etmemizledir. İyilik ve kötülük yaparken insan, kendi gücünü, istidat ve kabiliyetini gösterir. İnsan, bir fiili meydana getirirken sebepleri ve vasıtaları bir araya getirmek ister, bu isteğine binaen Hakk onları yaratır. Yine her iki âlime göre, insan hayatının kontrolünü sağlayan aklın, bu dünyada algılamakta güçlük çekeceği, (Peygamberlere has mucizevî olaylar, doğa olayları ve tabiî felaketler gibi) durumlar söz konusudur ki, Peygamberlerin varlığı asıl bu noktada kendini göstermektedir. Çünkü akıl, sebeplerden yola çıkarak iş gören bir vasıtadır ve hikmete binaen gerçekleşen ilahî hakikatleri anlamakta zorlanabilir. Bu noktada başvurulacak merci Peygamberler ve Allah dostlarıdır.
İlahî iradenin cüz’î iradeyle ilişkisinde de Mevlâna ve Maturîdî’nin aynı yaklaşıma sahip olduğunu görmekteyiz. Her iki âlim, “kul ister Allah yaratır” düşüncesindedir. İnsan iradesi, ilahî iradeden bağımsız değildir, yaptığı her şeyi ilâhî iradenin kudret alanı içinde yapar, fakat bu, üzerinde bir baskı oluşturmaya sebep değil, aksine Allah’ın ilmine işaret etmek için böyledir. Nasıl, küfrü seçenin iradesinden küfür fiili yaratılıyorsa, imanı tercih eden insanın iradesinden de iman yaratılmaktadır. Böyle olunca, Mevlâna ve Maturîdî’ye göre şaşması ve sapması mümkün olmayan ilâhî hüküm gereğince, iyilik ve kötülük, mutluluk ve keder, sıkıntı ve ferahlık insanın hayatında, kulun kendi tercihleri sonucu karşılaştığı durumlardır.
Mevlâna’yı Eş’ârî mezhebine göre şerh etmek geleneği[138] ve sufî olmasından mülhem Eş’ârî olduğu yönündeki yorumun yeniden gözden geçirilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Zira her iki âlimin (Mevlâna ve Maturîdî’nin) ilm-i kelamda ve dahi düşünce tarihimizde ciddî bir mesele olan irade hürriyetine getirdikleri yaklaşımların karşılaştırılmasında zikrettiğimiz örneklerde görüldüğü üzere, Mevlâna’nın ve Maturîdî’nin itikadî konularda fikirleri birbirine yakındır.
[1] M. Sait, Yazıcıoğlu, İslam Düşüncesinin Tarihsel Gelişimi, Akçağ Yay., Ankara, 2000, s. 201.
[2] M. Sait, Yazıcıoğlu, a.g.e., s. 143, 156.
[3] Sufiyye mezhebi, Eş’âriyye mezhebine muvafıktır, çünkü kaza feyz-i akdes, kader feyz-i mukaddestir. Feyz-i akdes ile âyân-ı sâbite (mâhiyyat), âyân-ı sâbitenin isti’dadât-i asliyyeleri hasıl olur. Feyz-i mukaddes ile şu âyân-ı sâbit hariçte levâzımı ile, levâhıkı ile sabit olur.” İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelam, Haz. Dr. Sabri Hizmetli, Umran Yay., Ankara, 1981s. 334.” Aynı konuda bkz.: Bekir Topaloğlu, DİA, “Maturîdiyye” Maddesi, 28. cilt.
[4] “Yıl 1952; Mevlâna”nın Doğum Yıldönümü nedeniyle UNESCO tarafından Paris”teki Gime Oriental Museum”da bir anma toplantısı düzenleniyor. Törene Türkiye delegeleriyle birlikte Mısır, Afganistan, İran ve Pakistan”dan da üyeler katılmakta. Törenin başlamasından önce verilen resepsiyonda bu delegeler Mevlâna”nın milliyeti konusunda bir tartışma içerisine giriyor. Mısırlı delege; Mevlâna”nın ceddinin Hz. Ebubekir”e dayandığını, bu yüzden de onun Arap olduğunu ileri sürüyor,
İranlı delege; Mevlâna İranlıdır, çünkü bütün eserlerini Farsça yazmıştır, diyor,
Afganlı delege ise; Mevlâna Belh”te doğmuştur. Belh de Afgan topraklarındadır. O halde Mevlâna Afganistanlıdır, tezini savunmaya çalışıyor,
Türk delege de Mevlâna”nın “Aslem Türkest, egerçi Hindu gûyem” (Her ne kadar Farsça-Hintçe söylesem de aslım Türk”tür benim) beyitlerini söyleyerek Mevlâna”nın kendisini Türk ilân ettiğini belirtiyor.
Bu tartışmalar üzerine kongrenin havası bir hayli gerginleşiyor. Pakistan delegasyonunda bulunan Fıkıh âlimi Prof. Hamidullah Han ise tartışmalara müdahale ederek “Mevlâna hiçbir milletin değil bütün insanlığın malıdır” diyerek son noktayı koymak ister. İranlı temsilcinin karşı çıktığı bu görüş, diğer ülke delegasyonu tarafından kabul görür. İki gün süren ve 5 bin kişilik salonun tıka basa dolduğu törende, Mevlâna ve Mevleviliğin önemi hakkında yapılan konuşmalar, mûsıkî ve semâ gösterileri âdeta insanları büyüler. Tören süresince birçok devlet başkanından ve diğer din temsilcilerinden gelen kutlama telgrafları da salonda büyük bir alkışla karşılanır.
O anma toplantısından bu güne 53 yıl geçti. Bu süre zarfında buna benzer ulusal ve uluslararası platformlarda, bazılarına bizim de şahit olduğumuz birçok tartışmalar yaşandı.”
http://akademik.semazen.net/author_article_print.php?id=788 , https://en.wikipedia.org/wiki/Rumi
[5] Sönmez, Kutlu, Türklerin İslamlaşma sürecinde Mürcie ve Tesirleri, TDV Yay., Ankara, 2002, s. 156-58
[6] Mihne süreci konusunda bkz.: Doç. Dr. Muharrem Akoğlu, Mihne Sürecinde Mutezile, İz Yayıncılık, İstanbul, 2006.
[7] Muharrem Akoğlu, Büveyhiler Döneminde Mutezile, İlahiyat, Ankara, 2008, s. 91
[8] Bekir Toplaoğlu, İmama Mâturîdî’nin Kitabü’t-Tevhîd Terc., İSAM Yay., Ankara, 2005, s. XXI.
[9] Şefik Can, Mevlâna, Hayatı, Şahsiyeti, Fikirleri, Ötüken Yay., Beşinci Baskı, İstanbul 2004. s. 23. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, Hayatı, Eserleri Fikirleri, Yedinci Baskı, İstanbul 1999, 6-7.
[10] Ahmet Yaşar Ocak, Türk Sufîliğine Bakışlar, İletişim Yay., Onbirinci Baskı, İstanbul, 2009. s. 89-90, 142-44
[11] Ahmet Eflâkî, Menâkıbü’l-Ârifîn, Çev.: Tahsin Yazıcı, I-II c., Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2006, s. 241
[12] Eflâkî, a.g.e., s. 240-41
[13] Mevlâna’nın Moğollar’la ilgili fikirleri, verdiği mücadele, hakkındaki iddialar ve cevaplar için bkz.: Osman Nuri, Küçük, Mevlâna ve İktidar, Rumî Yay. İstanbul 2007, s. 88-108
[14] “Bilgiler elde etmeye çalıştım, öğrendim-belledim. Yüksek kişiler, gerçeğe erenler, akıllı-fikirli adamlar, uzağı görenler, derin bilginler, yanıma gelince onlara eşi olmayan, güzel mi güzel, ince mi ince şeyler anlatayım diye bütün o bilgileri burada topladı, o zahmetleri buraya getirdi, ben ne yapabilirim? Bizim ilimizde, bizim toplumumuzda şairlikten daha ayıp bir şey yoktu. O ilde kalsaydık onların tabiatlarına uygun bir ömür sürer, ders vermek, kitaplar meydana getirmek, öğüt vermek, va’zetmek, zahitlikte bulunmak, ibadetlere koyulmak gibi onların istediği şeylere sarılırdık.” Mevlâna, Fî Hi Mâ Fîh, Gölpınarlı Terc., İnkılap Yay., Dördüncü Baskı, İstanbul, 2009. s. 63. Abdülbaki Gölpınarlı, “Mevlâna’ya Göre Şiir”, Mevlâna Celâleddin, Hayatı, Eserleri, Felsefesi, İnkılap Yay., İstanbul 1999, s. 249-267
“O çoğu sathî ve amatör araştırmalarda ve spekülatif yorumlarda açıklandığı gibi ne yalnızca bir şair, ne de bir filozof ve düşünürdür. Şiiri, daha doğrusu manzum ifade biçimini kullanmış, ama bunu şiir yazmak için değil, fikirlerini anlatmak için bir araç olmaktan öteye götürmemiştir.” Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., s.141.
[15] Mevlâna, Mesnevî, I Cilt, b.: 1483
[16] İbrahim Suresi, ayet: 27
[17] Mevlâna, Mesnevî, II. Cilt, b.: 1611
[18] Enbiya Suresi, ayet: 23
[19] Maturîdî, Kitâbü‟t-Tevhîd, Çev: B. Topaloğlu, İSAM Yay., Ankara, 2005, s. 282
[20] Mevlâna, Fî Hi Mâ Fîh, Terc.: Ahmed Avni Konuk, Haz.: Dr. Selçuk Eraydın, İz Yayıncılık, İstanbul, 2009, Yirmidördüncü Fasıl, s.92). Abdülbaki Gölpınarlı, Terc., İnkılap Yay., İstanbul 2009, s. 84
[21] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 310
[22] Mevlâna, Celâleddin Rûmî, Fî Hi Mâ Fîh, Terc.: Ahmed Avni Konuk, Haz.: Dr. Selçuk Eraydın, İz Yayıncılık, İstanbul, 2009, Otuzbirinci Fasıl, s. 118
[23] Tahir’-ül, Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, Şamil Yayınları, 16. cilt, s. 18
[24] Mevlâna, Mesnevî, V. cilt, b.: 2967
[25] Mevlevî, a.g.e., 15. cilt, s. 367, Ahmed Avni, Konuk, a.g.e., 10. cilt, s. 272, Şefik, Can, a.g.e., V-VI. Cilt, s. 240, Veled Çelebi, İzbudak, a.g.e., V. Cilt, s. 243
[26] MEevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2979. “İhtiyârı harekete geçiren görüştür. Görüş, bir üflemek gibidir ki, ateşten kıvılcım koparır”
[27] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2977
[28] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2976
[29] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 284-285
[30] Maturîdî, a.g.e., s. 282.
[31] Mevlâna, Mesnevî, IV. Cilt, b.: 1388- 1395
[32] Mevlâna, Mesnevî, I. Cilt, b.: 1487-1500
[33] Sönmez Kutlu, “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmam Mâturîdî”, İmam Mâturîdî Ve Mâturîdîlik Tarihi Arka Plan, Hayatı, Eserleri, Fikirleri Ve Mâturîdîlik Mezhebi, Ed.: S. Kutlu, Kitâbiyât, 2006. s. 45
[34] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 310
[35] Fusssilet Suresi, ayet: 17
[36] Maturîdî, Tevilât, 13. Cilt, s. 121
[37] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 382
[38] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2984
[39] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3004
[40] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3033
[41] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3026
[42] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2973
[43] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3042
[44] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3027
[45] Mevlâna, Mesnevî, I. Cilt, b.: 1481
[46] Kemal Işık, Matuîdî’nin Kelam Sisteminde İman-Allah-Peygamberlik anlayışı, Fütüvvet Yayınları, Ankara 1980, s. 90-91-92
[47] KAhmet Avni Konuk, Mesnevî, Şerhi, Çev.: Mustafa Tahralı, Selçuk Eraydın, Kitabevi Yayıncılık, İstanbul 2009, 11. Cilt, s. 145-146
[48] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 305.
[49] Konuk, a.g.e, I. Cilt, s. 236, Şefik Can, Mevlâna; Hayatı- Şahsiyeti-Fikirleri, Ötüken Yayınları, V. Baskı, Mayıs 2004, s. 287
[50] Taftazânî, Kelam İlmi ve İslam Akaidi, Haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yay., Dördüncü Baskı, İstanbul 1999, s. 230.
[51] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3099
[52] Maturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’ân, Tahkik: Bekir Topaloğlu, Mizan Yay., İstanbul, 2010, I. Cilt, s. 65, V. Cilt, s. 60
[53] Maturîdî, Tevilât, II. Cilt, s. 262
[54] Maturîdî, Tevilât, IX. Cilt, s. 78. X. Cilt, s. 422, Xı. Cilt, s. 270
[55] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3020
[56] Nureddin Sabunî, Mâturidiyye Akaidi, Nşr.: Bekir Topaloğlu, 4. bs., Ankara, DİB yay., 1991, s. 146
[57] Mevlâna, Mesnevî, VI. Cilt, b.: 4073
[58] Mevlâna, Mesnevî, VI. Cilt, b.: 4075
[59] Mevlâna, Mesnevî, IV. Cilt, b.: 1953-54
[60] Maturîdî, Tevilât, 13. Cilt, s. 121
[61] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 283.
[62] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s.284. NESEFÎ, a.g.e., s. 28-30
[63] Mevlâna, Mesnevî, IV. Cilt, b.: 2820
[64] Mevlâna, Mesnevî, IV. Cilt, b.: 3610-11
[65] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 284-85
[66] Mevlâna, Mesnevî, II. Cilt, b.: 1540-41
[67] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 282.
[68] Emine, Yeniterzi, “Mevlâna’nın Tefekkür Dünyası ve İnsan”, Konya’dan Dünyaya Mevlâna ve Mevlevilik, İstanbul, 2002, s. 74
[69] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 282.
[70] İbrahim AGÂH, Çubukçu, “Mevlâna ve Felsefesi”, AÜİFD, 26. Cilt, s. 111
[71] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s.293.
[72] M. Sait Yazıcıoğlu, Matürîdî ve Nesefî’ye Göre İrade Hürriyeti, Akid Yay., Ankara, 1988, s. 100
[73] Mevlâna, Mesnevî, IV. Cilt, b.: 2300
[74] Mevlâna, Mesnevî, IV. Cilt, b.: 2301
[75] Mevlâna, Mesnevî, IV. Cilt, b.: 2306
[76] Mevlâna, Mesnevî, IV. Cilt, b.: 3383-3384
[77] Yunus Suresi, ayet: 100
[78] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s.173.
[79] Maturîdî, Tevilât, VII. Cilt, s. 117
[80] Mevlâna, Fî hi Mâ Fîh, Onuncu Fasıl, s. 35-36
[81] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s.172-173
[82] Mevlâna, Divân-ı Kebîr, Terc.: Abdülbaki Gölpınarlı, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2007, II. Cilt, b.: 3691, s. 460
[83] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2963-3021 “Sünnî Mü’minin Cebrî Kâfire Cevap Verip Kulun İhtiyârı Olduğuna Dair Delil Göstermesi, İhtiyârı İspat Etmesi” isimli bölüm.
[84] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 305. Mehmet Saim Yeprem, İrâde Hürriyeti ve İmâm Mâturîdî, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı yay., İstanbul, 1984, s. 307
[85] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3009 “Akıl bakımından cebir kaderden daha beterdir; zira cebre inanan kişi kendi duygularını (hissiyatını) inkâr etmektedir.”
[86] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 288
[87] Enfâl Suresi, ayet: 17
[88] Tarhirü’l- Mevlevî, Mesnevî Şerhi: Tahirü’l-Mevlevî, Şamil Yayınları, İstanbul, 2007, II. Cilt, s. 388 Konuk, a.g.e, I. Cilt, s. 235-236
[89] Saffat Suresi, ayet:96 Ayetin tam meali şöyledir: ““İbrahim ‘Siz kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki sizi de, yaptıklarınızı da Allah, yaratmıştır’ dedi.”
[90] Maturîdî, Tevilât, Cilt: 12, s. 168
[91] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s.288
[92] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3032 “Acz ihtimâlini Hakk’tan sürdün, O’na cahil, ahmak ve sefîh tabir ettin.”
[93] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3033 “Kaderden (“kader yoktur” sözünden) acz olmaz; olsa bile cahillik âcizlikten beterdir.”
[94] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s.288. Aynı konuda bkz. TAFTAZANÎ, a.g.e., s. 196-197
[95] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s.409
[96] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 300-305.
[97] Mevlâna, Fî Hi Mâ Fîh, a.g.e., Elliüçüncü Fasıl, s. 181
[98] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 294.
[99] Mevlâna, Mesnevî, III. Cilt, b.: 4460-4470
[100] Enbiya Suresi, ayet:23
[101] Bakara Suresi, ayet:253
[102] En’am Suresi, ayet:39 Maturîdî, Tevilât, V. Cilt, s. 60
[103] Kasas Suresi, ayet:68. Maturîdî, Tevilât, 11. Cilt, s. 70. Aynı konuda bkz.: II. Cilt, s. 127, VII. Cilt, s. 255, IX. Cilt, s. 353, 13. Cilt, s. 13, 16. Cilt, s. 157
[104] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 369-70. Sabûnî, a.g.e., s. 144-45, 149-150
[105] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2895-99
[106] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 296.
[107] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3012-13
[108] Maturîdî, Tevilât, VI. cilt, s. 22, 42
[109] Maturîdî, Tevilât, III. Cilt, s. 172, V. Cilt, s. 164, 12. Cilt, s. 363
[110] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 410-11
[111] Mevlâna, Fî Hi Mâ Fîh, a.g.e., Kırkaltıncı Fasıl, s. 162-163
[112] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 369-70. Sabûnî, a.g.e., s. 144-45, 149-150
[113] Mevlâna, Mesnevî, I. Cilt, b.: 948. Konuk, a.g.e., I. Cilt, s. 311
[114] Mevlâna, Mesnevî, I. Cilt, b.: 992
[115] İnsan Suresi, ayet:30
[116] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 372
[117] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 394-95.
[118] Mevlâna, Mesnevî, III. Cilt, beyit. 2771
[119] Kamer Suresi, ayet:49
[120] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 392
[121] Konuk, a.g.e., s. 364
[122] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 391. Ebul Muîn Nesefî, Tevhidin Esasları, Kitâbü’t-Temhîd li Kavâidi’t-Tevhîd, Çev: H. Alper, İz Yay., İstanbul, 2007.s. 120.
[123] Zelzele Suresi, ayet:7-8
[124] Mevlâna, Fî Hi Mâ Fîh, a.g.e., Onaltıncı Fasıl, s. 63-64
[125] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 394-95.
[126] Mevlâna, Mesnevî, VI. Cilt, b.: 4175’den önceki başlık. (Tercüme Şefik Can’a aittir.)
[127] Işık, a.g.e., s. 98
[128] Mevlâna, Fî Hi Mâ Fîh, a.g.e., Kırküçüncü Fasıl, s. 147. Ali Nihat Tarlan, bu metni, heyecan ve tefekkürün serbest, külfetsiz bir akışını gösteren bir parça olarak değerlendirir. Bkz.: Ali Nihat, Tarlan, Mevlâna, Hareket Yay., İstanbul, 1974, s. 40-41. “Ne kadar çalışsan takdir tedbiri bozar; onun düzeni bizim gibi yüzlercesinin kilimini de aldı götürdü.” Mevlâna, Divan-ı Kebîr, Terc.: Abdülbaki Gölpınarlı, Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul, 2007, I. Cilt, b.: 2194, s. 282,
[129] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 392
[130] Sâfî Arpaguş, Mevlevîlikte Manevî Eğitim, Vefa Yay., İstanbul, 2009.
[131] Mevlâna, Mesnevî, VI. Cilt, b.: 1441
[132] Mevlâna, Fî Hi Mâ Fîh, Terc.: Abdülbaki Gölpınarlı, 4. Baskı, İnkılap Yay., İstanbul, 2009, 53. Bölüm, s. 172
[133] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 304- 305
[134] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 295, 297, 298, 299, 300-336 vd.
[135] Mevlâna, Mesnevî, III. Cilt, b.: 391-92 I. Cilt, b.: 2497
[136] Yeprem, a.g.e., s. 291
[137] “İnsan fizyolojik bir yapıya ve bir de akla sahip kılınarak yaratılmıştır. Aklın güzel bulduğu tabiatın istemediği, çirkin gördüğü de onun nefret etmediği bir şey olabilir ya da akıl ile tabiat arasında bir defasında uyumsuzluk, diğerinde ise uygunluk bulunabilir.” Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 15
[138] Örnek olarak bkz.: Ahmed Avni Konuk, Mesnevî Şerhi, Çev.: Mustafa TAHRALI, Selçuk ERAYDIN, Kitabevi Yayıncılık, İstanbul 2009 Konuk, C.: X., s. 284