Aygün AKYOL[i]
Giriş:
Din, insan hayatına yön veren önemli bir unsurdur. Bu noktada dinin ne olduğu ve onun anlaşılma biçimi de büyük önem arz etmektedir. Bir inanç sistemi olan dinin itikadi boyutu kadar dış dünyaya yansıması, hayatın içindeki rolü de tartışılagelen bir husustur. Bugün İslam dünyasının ahlaki, siyasi ve ekonomik bakımdan yaşadığı çalkantılar sebebiyle Müslümanlar din ve dünya ilişkisini kurgulamakta zorlanmakta ya tarih dışı bir din tasavvuruna savrulmakta ya da dini düşünüş biçimlerini sorgulayarak yeni arayışlara girmektedirler.
Bu noktada en çok tartışma konusu yapılan ise çocuklarımıza ve gençlerimize yönelik uygulanacak olan din ve değerler eğitiminin nasıl yapılacağıdır. İlmi ve felsefi açıdan yetersiz, psikolojik ve sosyolojik süreçlerden bihaber bir takım insanların din ve değerler eğitimi adı altında çocuklarımızın ve gençlerimizin zihni ve fikri gelişimi için faydadan çok zarar veren, kafa karışıklığı yaratarak toplumsal yapıyı iyice çökerten bir anlayışla ortaya çıkmaları işleri iyice içinden çıkılamaz hale getirmektedir. Ortaya çıkan kafa karışıklığını gidermek ve sorunlarımızın çözümü için öncelikle tercihlerimizi belirlememiz, birey ve özgürlük merkezli bir tasavvurun inşasını merkeze almamız gerekmektedir. Bu konudaki en büyük fikri desteğimizi, Batı modernitesi ile yüzleşmesi diğer İslam ülkelerine göre çok daha öncelere dayanan köklü bir mirasa sahip Türkiye Cumhuriyeti ve kuruluş felsefesi oluşturmaktadır. Osmanlı Modernleşmesinden aldığı mirasla toplumsal hayatta eşitlik ilkesini benimseyerek bireyi merkeze alan bu anlayışta, dini ve itikadi konudaki farklılıklar, yine birey merkez alınarak laiklik ilkesi çerçevesinde çözümlenmeye çalışılmıştır. Bu farkındalık, köklü bir modernleşme tecrübesinin bakiyesidir.[1]
Bugün gelinen noktada toplumsal hayatta birbirine saygı gösteren, inanç ve değerler alanında fikir ve ifade hürriyetini merkeze alan bir bakış açısının ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmıştır. Günümüzde inanç alanı ve bunun hayata olan ekonomik ve siyasi yansımalarına dair tartışmalar hız kazandı. Bu noktada dini kendisine paravan kılarak iktisadi ve siyasi çıkar elde edenlerle hukuk ve ahlak üzerinden mücadele etmenin ne kadar zor olduğu ortaya çıkmıştır. Bugün insanımızdaki kafa karışıklığının temel sebebi de bu birey merkezli bakış açısının bırakılıp çeşitli zümre ve anlayışların bireyin hayatına müdahale hakkını kendilerinde görmeleri ve toplumsal hayatı ve bireyin yaşamını yönlendirmeye çalışmalarıdır.
Bugün din öğretimi yapan kurumlar ve görünüşte dinin etki sahası artarken, bunun gereği olan ahlaklı ve adaletli bir toplumsal yaşamdan uzak bir durum ortaya çıktı. Son zamanlarda ortaya çıkan deizm tartışmaları da ortaya çıkan bu duruma karşı tepkisel bir yaklaşım olarak daha fazla görünür hale geldi.
Yoğun bir din öğretimine maruz kalan, ancak dini anlama ve anlamlandırma noktasında sıkıntılar yaşayan gruplar seküler yaşama dâhil oldukça duruş, düşünüş ve anlayış noktasında sıkıntılar da beraberinde geldi.
Sekülerleşmeyi diline dolayarak dünyevileşen, ama dünyevi hukuk ve ahlakın gerektirdiği normlara uymayı düşünmeyen bu anlayışın bireyin ve toplumun hayatına olan olumsuz etkisi gün geçtikçe artmaktadır. Bunun altında yatan temel sorun ise bir takım değerlerin kaybolması, içinin doldurulamaması, buna karşılık yerine konulacak başka değerler dizgesinin de kurgulanamamasıdır. Bu nedenle de iki arada bir derede diyebileceğimiz, ne dini ne de dünyevi hayatını anlamlandırabilmiş, tamamen günlük çıkarlarının ve menfaatlerinin peşinde koşan, her tür etik ve ahlaki ilkeyi çiğneyebilen, tüm bunların üstüne de kendisini dindar ve ahlaklı olarak tanımlayabilen bir anlayış günümüzün en büyük sorunu olarak karşımızda durmaktadır. Bu anlayışın içinde yetişen nesiller de bu değerler çatışmasının etkilerini kendi yaşamlarında görmekte; zihni ve fikri savrulmalar ortaya çıkmaktadır. Bu noktada radikal ve aşırı tutumların önünün alınması ve ortak bir değerler dizgesinin oluşturulabilmesi için gençlerimizi ve çocuklarımızı ötekileştirmeden, onların dünyasını anlamak ve anlamlandırmak geçerli bir çözüm yolu sunacaktır. Bu çerçevede farklı fikirlere ve inançlara karşı anlayışlı, ancak kendi inandığı değerleri ve dini anlayışı tutarlı ve anlamlı bir bütün içinde ifade edebilecek bir tasavvurun ortaya çıkmasını sağlamamız gerekmektedir.
Gençlerin dine yaklaşım biçimi ve anlayışları noktasında bizim tartışmak istediğimiz ana husus ise, İslam’ın karşısına konumlandırılan bir deizm ya da ateizm değildir; çünkü laik bir ülkede ifade ve inanç hürriyetinden bahsedeceksek, başkalarının inançlarına saygılı olmak ve buna uygun bir ahlaki ve hukuki dil geliştirmek zorundayız. Bu noktada yapılması gereken Müslüman bir bireyin kendi dini anlayışını ifade edebilmesi, bunu anlamlı ve tutarlı bir bütünlük içerisinde kurgulayabilmesinin imkânını sağlamaktır.
Bugün gençlerin dini anlama ve yorumlamaları ile ilgili deizm tartışmalarına neden olan ana etken deizme olan merak olmayıp, kendilerine sunulan dini anlayış ve tasavvurların hayatı anlamlandırma noktasında yetersiz kalmasıdır. Özellikle de hayata dair sorunların çözümlenmesinde dini ve dünyevi konulara hâkim olan aydınlar yerine, tarih dışı ve insanlık dışı bir dili benimseyen kifayetsiz kişilere söz ve yetki verilmesi, bu sorunların daha da büyümesine sebebiyet vermektedir.
Çalışmamızda öncelikle gençlerin hayatı algılama biçimlerini, bunlara sunulan çözüm önerilerini, bunların geçerlilik ve işlevsellik noktasında ne kadar anlamlı olduğunu müzakere edeceğiz. Gençlerin din ve değerler alanı hakkındaki zihni karışıklıkları ile ilgili değerlendirmelerden sonra deizm tartışmaları ve bugün ülkemizdeki fikri karşılığı incelenecek, son olarak meselelerin çözümü noktasında birey ve özgürlük merkezli bir İslam Ahlak Tasavvurunun imkânını müzakere edeceğiz.
1. Bölüm: Gençliğin Sorunları ve Deizm Meselesi
Sorun gençlik olunca herkes kendi düşünce ve anlayışına göre gençliğe istikamet vermeye çalışmakta, onları azarlar mahiyette öneriler sunmakta, bu önerileri onların dinlemeleri ve ona göre hareket etmeleri beklenmektedir. Ancak gençliğin problemlerini anlamlandırmadan üst perdeden yapılacak yorumlamaların gençliği istenilen değer ve anlama aktına getirmesi mümkün görünmemektedir. Aksine gençlerin sahip oldukları dini anlayıştan ve geleneksel değerlerden hızlı ve bütüncül bir kopuşa gitmesine, bu konuda bir tereddütleri varsa, bu tereddüdü de ortadan kaldırarak düşünce dünyasında ağır tahribatlar yapmaktadır.
İslam dünyasının bugünkü sorunlarını aşmada geleneksel yöntemler ve geriye dönüşle çözüm üretme olanağı ortadan kalkmıştır. Geçmişte bu mümkündü; toplumun genelinin kırsal kesimde olması, köylerde yaşaması buna imkân tanıyordu. Bu, kuşak çatışmalarının olmadığı, sorunlu noktaların yerel düzlemde çözümlendiği bir yapı arz ediyordu. Nüfusun büyük çoğunluğunun şehirlere akması, şehirde farklı kültürel anlayış ve normlarla karşılaşılması, bunun yanında kadın ve erkeğin beraber hayatın içinde birlikte hareket etme zorunluluğu, ulaşım ve iletişim vasıtalarının artması bizleri yeni bir ahlaki ve hukuki dilin inşasına götürmektedir.
Toplumsal yaşamda yenilenme ve değişim kaçınılmazdır, ama bugün geçmişte olduğundan çok daha kaçınılmaz ve zaruri bir hale geldi. Bu nedenle gençlerin değişmeden aynı kültürel anlayış ve değerler alanıyla hayatlarını idame ettirmelerini talep etmek hüsranla sonuçlanacak bir beklentidir. Buna rağmen muhafazakâr kesim, çocuklarını yetiştirirken korumacı yaklaşımı tercih etmektedir. Günümüzde eğitimde yapılması gereken ise sorgulamacı yaklaşımdır. Korumacı yaklaşım, geçmişte nispeten ebeveynlerin istediğini sağlasa da bugün aksine çocuklarını tehlikenin ortasına atmak anlamına geliyor; kültürel çatışma ve yabancılaşmayı da beraberinde getiriyor. Geçmişte aynı köyde, aynı mahallede büyüyen çocuk kendi köyünün ve mahallesinin dışına çıkamadığından hayatını ezberletilen değerler üzerinde kurguluyordu. Ancak bugün iletişim vasıtaları ve sosyal medyanın etkinliğini arttırmasıyla, en uzak köydeki çocuk bile ebeveynler ve otoriteler tarafından ezberletilen değerleri ve dogmaları sorgulamaktadır. Sonuç olarak çocuklarımız bu ezberleri bazen tepkisel bazen de gerçekçi bir şekilde reddetmektedirler. Ebeveynlerin ve otoritelerin bu sorunları aşmadaki yöntemi ise daha çok korumacı yöntemi devreye sokmaktır. Bu süreç, kendi içinde bir çıkmaza giderek çocuklarımızın değer dünyasını bütünüyle tahrip etmekte ve toplumda büyük bir yabancılaşma ortaya çıkmaktadır.
Günümüzde korumacı yaklaşımın başarılı olma imkânı kalmadı, çünkü insanların birliktelikler oluşturması için artık aynı mekânda olmasına gerek kalmamış, sosyal medya ve iletişim vasıtaları mesafeleri ortadan kaldırmıştır. Tarih dışı bir mahremiyet algısı ile ahlakı kadın ve erkek üzerinden cinsiyetçi bir dille ele alan anlayış, gençlerin zihin dünyasındaki parçalanmayı ve anlamdan kopuşunu daha da hızlandırmaktadır. Bu noktada yapılması gerekense insanlara ahlaki ilkeleri ve değerler dizgesini vererek cinsiyet, nesep ve mezhep diyalektiği üzerinden bir kimlik inşa etmek yerine, bireysel olarak kendini anlamlandırabilmiş, kendi dışındaki insanları bireyler olarak anlamlandırabilen, eşitlik ve özgürlük temelli bir anlayışla ortaklıklar, birliktelikler kurabilen kâmil/sorumlu insan tasavvurunu ele almamız gerekmektedir. Kamu otoritesinin bu konuda hassas davranması, birey ve özgürlük merkezli ahlak tasavvuruna vurgu yaparak, kanun önünde eşitliği merkeze alan, fırsat eşitliğini hedefleyen bir bakış açısıyla eğitim ve öğretim sürecini şekillendirmesi gerekmektedir. Bu noktada karşımıza çıkan korumacı yaklaşımların nafile çabalar olduğunu görmemiz için gençlerimizin zihin ve fikir dünyasındaki tahribatın derinleşmesini beklememiz gerekmiyor. Yapmamız gereken, onları anlamak ve kendi değer dünyamızla ortak bir anlam alanı üretmektir. Öncelikle kabul edilmesi gereken temel husus, gençlerin karşı karşıya kaldığı büyük sorunların sebebi gençler olmayıp, yetkili ve etkili olan, eğitim ve öğretim hayatından, kültür ve bilim tasavvuruna kadar müdahalede bulunan büyükler olduğudur. Bunlar kendi biçtikleri elbisenin, kendi ölçüleriyle gençlere giydirilmesini ve bundan gençlerin mutlu olmasını istemektedirler. Bu nedenle de maalesef aradaki anlayış farkı açılmakta, telafisi zor kültürel bir şok ortaya çıkmaktadır.
Dini anlama ve anlamlandırma noktasında gençlerin kafa karışıklığının sebebi nedir sorusuna dair verilecek cevapta Türkiye’nin, İslam dünyasının kafa karışıklığının gençlerin üzerindeki derin etkisini göz ardı edemeyiz. İslam âlemine bakıldığında yaşanılan yoksulluk, şiddet, cinsiyet ayrımcılığı, nesep ve mezhep ayrımcılığı, bilimden ve hukuktan uzak tasavvurlar tüm bu sorunlu alanların oluşmasına katkı sağlamaktadır.
Bugün kimi konularda dini yorumlar insanların özel yaşamına müdahaleye varacak kadar genişletilirken, kadın erkek eşitliği gibi Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında açıkça belirtilen amir hükümler noktasında devletin yetki verdiği dini yorum hakkına sahip kurum ve kuruluşlar net bir tutum ortaya koyarak meseleyi takip etmemektedir.[2] Bu konudaki yorumlar, hukuk ve evrensel insani değerlerden bihaber kişilere düşmekte, bu da toplumsal yapıdaki kafa karışıklığını iyice arttırmaktadır. Burada ortaya çıkan zihinsel karmaşa bireysel ve toplumsal hayatta kadının şahitliğinden seyahat hürriyetine, aile hayatından eğitim hayatına, meslek yaşamından miras hukukuna kadar tartışmalı alanlar ihdas etmekte; hatta bu, kadına yönelik şiddet ve istismarı meşrulaştıran dilin kaynağı olabilmektedir. Bu konuda kadın erkek eşitliğinin merkeze alınması ve anayasamızda açıkça belirtildiği üzere kanun önünde eşitlik ilkesine karşı tutum ve davranışların önlenmesi gerekmektedir.
Sadece kadın erkek eşitliği üzerinden ortaya çıkan dini yorumlar bile gençlerin zihinsel karışıklığının temel sebebi olarak gösterilebilir. Zira bir taraftan eşitlik ve özgürlük vurgusu yapılırken, diğer taraftan yetkisi ve hakkı olmadığı halde kendisini dini otorite olarak gösteren bir takım yapılar bunun karşıtı söylemlerle toplumsal sahada boy göstermektedirler. Bu kadar hayati bir konuda bu kadar uç yorumların olması toplumun birey, aile ve sosyal alanda pek çok sorunla karşılaşmasına sebep olmaktadır.
Bu ve bunun gibi konularda açık ve net yorumlarla toplum aydınlatılmadığı takdirde gençlerin dini konulara olan tutumu uzaklaşmak şeklinde kendini göstermektedir. Bu noktada yapılması gereken siyasi ve ekonomik alanda olduğu gibi bireysel ve toplumsal sahada evrensel değerlerle örtüşen, ötekileştirmeyen yaklaşımların ihdas edilmesidir. Özellikle din ve değerler alanına dair güncel soru ve sorun olarak gençler tarafından dile getirilen problemlere “Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz/Zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişmesi inkâr olunamaz.”[3] ilkesinden hareketle çözümler üretilmesi gerekmektedir.
Ülkemizde gerek dini grupların ticaret ve siyaset denkleminde hareket ederek din istismarı, gerekse günümüz koşullarına göre dinin anlaşılıp yorumlanarak bütüncül bir sistem ortaya konulamaması gençlerin bugünkü sorunlarının temelini oluşturmaktadır. Bu nedenle de bir yöneliş olarak değil belki, ama bir kaçış olarak Deizm tartışılır hale gelmiştir. Ancak deizm kavramına dair tartışmalar din bilim ilişkisi üzerinden bütüncül bir müzakere yerine sadece korumacı anlayış merkezli ele alınmakta, bu da konu hakkındaki merakı ve kafa karışıklığını arttırmaktadır. Hâlbuki günümüz din, bilim ve toplumsal anlayışının doğma sürecinde kilit öneme sahip bir kavram olduğundan sadece güncel konular açısından değil, Din ve Bilim ilişkisi bağlamında ve bunun devamı olarak da hayata dair bakış açımız noktasında bütüncül bir müzakere yapılması gerekmektedir.
Deizm ile ilgili tartışmalarda din karşıtı ya da bilim karşıtı bir tasavvura savrulmamak için öncelikle deizmin ortaya çıkış sebebi, nasıl bir sürecin sonucu olduğu, din ve bilimin Batı’daki ilişki biçimi ele alınmalı; bu yapıldıktan sonra İslam düşüncesinde din ve bilim ilişkisinin ele alınış şekli, bu konudaki farklı tasavvurlar ve çözüm önerileri incelenmelidir. Bu yapıldığı takdirde İslam düşüncesinde özellikle filozoflar tarafından geliştirilen anlama biçiminin bugün İslam dünyasının içinde bulunduğu krizde önemli çıkış noktaları sunduğu görülecektir.
1.1. İslam Düşünce Geleneği Açısından Deizm Meselesi
Deizm, insanlık tarihinde hep var olagelen bir husustur. İnsanoğlu Hz. Âdem’den itibaren din ve dinin uygulamalarıyla, tabiat ve tabiatın kanunları arasındaki ilişkiyi çözümlemeye çalışmış, bunlar arasında nasıl bir ilişki olduğunu incelemeye uğraşmıştır. Bu araştırmaları neticesinde insan, yaratıcı bir varlığın mevcudiyetine aklı ile ulaşmayı başarmıştır. Aslında insanın aklıyla varlığın ötesinde bir yaratıcının olduğuna ulaşması olan deizm, bu varlığın kâinatla olan ilişkisinin vahiy yoluyla düzenlenmesi de teizm olarak ifade edilebilir. Yani bu anlamda deizm, bir anlamda modernizm öncesi vahiy kültürünün başlangıç aşamasını oluştururken; modernizm sonrası Hıristiyanlığın yaygın olduğu Batı’daki din-bilim çatışması neticesinde bilim taraftarlarının tuttuğu yol olarak ifade edilebilir.[4]
Deizmi kavramsal olarak inceleyecek olursak, 16. yüzyıldan itibaren Hıristiyan dünyasında başlayan felsefi ve teolojik tartışmalarla anlam dairesinin netleştirildiğini görüyoruz. Bu manada herhangi bir vahyedilmiş dine bağlı olmaksızın Tanrı’nın varlığını kabul etmek, bununla birlikte O’nun ilim ve irade sıfatını reddetmek, böyle bir varlığın âlemde tesirleri gözlenen veya tezahür eden hikmet ve inayetin bulunmadığına inanmak şeklinde tanımlanmıştır. Âleme müdahale etmeyen bir ulûhiyet anlayışı, akla ve bilime güvenen bir varlık tasavvuru deizm kavramında öne çıkan iki unsurudur.[5]
Bu duruma İslam ve Müslümanlar açısından bakacak olursak, İslam’ın varlık tasavvurunun Kitabullah/Allah’ın Kitabı ve Sünnetullah/Kâinat Kitabı/Sebeplilik İlkesi arasında bir çelişkiye izin vermediği görülecektir. Ancak aynı şeyi Müslümanlar için söyleyemiyoruz, çünkü İslam’ın ve Hz. Peygamberin ortaya koyduğu dini anlama, yorumlama ve yaşama biçimini kavramaksızın, Kur’an’ı ve Sünneti tarihsel bir döneme indirgemeleri sebebiyle Arap Bedevi kültürünü din olarak addetmekte, İslam’ın Ruhuna ve Peygamber tefekkürüne yabancı bir tutum içine girmektedirler. Bu nedenle de din bilim çatışması şeklinde Batı’da ortaya çıkan Deizm tartışması İslam akaidi ve anlam dünyası açısından çıkmasa da Müslümanların tavır, tutum ve anlayışları sebebiyle İslam dünyasında da tartışılır hale gelmiştir.
Zira İslam felsefe geleneğinde Kur’an’daki hitap şekillerinin insanlar arasındaki farklılıkları kabul ettiği, bu anlamda hatabî, cedelî ve burhanî yöntemle insanlara ulaştığı, dini metinlerin izahında da tedricîliğin esas olduğu malumdur. İbn Tufeyl’in Hay b. Yakzan adlı felsefi romanı, bu konuda verilebilecek en güzel örneklerden biridir. Hay b. Yakzan adlı felsefi romanda Hay, kendi aklı ve sorgulamalarıyla kâinat kitabına bakarak Allah’ın varlığını ve birliğini anlayabilen bir kişi olarak karşımıza çıkar. Hatta onun kurumsal din ve uygulamalarıyla karşılaştığında aynı şeyi söylemelerine karşın farklı bir anlayış ve uygulama içinde oldukları vurgulanır. Bu anlamda Kur’an ve Kâinat Kitabının aynı şeyi söylediği fikri İslam filozofları tarafından benimsenir ve buna uygun bir varlık şeması ortaya konulur.[6]
Bu noktadan hareket eden İslam filozofları da din ve bilim arasındaki ilişkiyi analiz etmiş ve buna dair çözümlemeler sunmuşlardır. Batıdaki anlamda Deizm meselesini ortaya çıkaran da esasında din-bilim çatışmasıdır. İslam filozofları Batı’daki anlamıyla ortaya çıkan din-bilim çatışmasını daha ortada bu tartışmalar yokken İslam dini ve düşüncesi açısından değerlendirmişler; Sebeplilik, Zorunluluk, Kader, Allah’ın Bilgisi Meselesi ve Tanrı Âlem İlişkisinin Mahiyeti konusunda çözüm önerileri sunmuşlardır. Bu nedenle de İslam düşünce geleneğinde din bilim çatışmasını çözen ve buna uygun bir felsefi çizgi ortaya koyan İslam Filozofları, Batı aydınlanmasına da kaynaklık etmişlerdir.[7]
Ancak İslam filozoflarının bu bakış açısı İslam dünyasındaki dini ve kelami gruplar tarafından reddedilmiştir. Filozofların Tanrı tasavvurunun pasif, zorunlu bir anlayışa dayandığı eleştirileri yöneltilmiştir. Toplumsal ve ilmi çevrelerde karşılık bulan bu yaklaşım nedeniyle felsefi bakış açısı çoğu alanda sahayı kelâmî bakış açısına bırakmak zorunda kalmıştır. Tüm bu gerekçelerle filozofların pasif bir tanrı tasavvuruna ya da determinist bir alem anlayışına savruldukları iddiası ortaya atılmıştır. Hâlbuki filozoflar, tam aksine kâinatın sistemiyle Kur’an’da ifade edilenlerin asla çelişmeyeceğini iddia etmişler; asıl tarih dışı bir din öğretiminin insanları dinsiz ve inançsız kılacağına işaret etmişlerdir.[8]
Filozofların Allah’ın bilgisi, nedensellik ve kaza ve kader anlayışı üzerinden yapılan bu tartışma; bilimsel sınırlarla, inandığı ilkeler arasında bir bütünlük kurmaya çalışan filozofların itikadi anlamda ötekileştirilmesiyle neticelenmiştir. Ancak dönüp tekrar baktığımızda Hz. Peygamber dönemindeki Asrı Saadet ve filozoflar tarafından ortaya konulan bilimsel birikim İslam’ın aydınlık yüzünü temsil ederken; bilimsel gerçekliğe aykırı ve bütün meseleleri itikadi boyuta indirgeyen yaklaşımlar ise İslam dünyasını karanlıklara mahkûm eden, hala içinden çıkamadığımız fikri, iktisadi ve siyasi sorunlara karşılık gelmektedir.
İslam filozoflarının öğretisini anlamamaktan kaynaklanan sorunlar bugün de devam etmekte, dini gruplar tarafından kurgulanan din öğretimi insanları gerçeklikten kopartmakta, Kur’an’ın ve Hz. Peygamberin istemediği bir istikamete, akıl ve mantık dışı bir anlayışa götürmektedir. Bu, insanların hayatında bir takım açmazları da beraberinde getirmektedir. Ortaya konulan bu din öğretiminin insan hayatına Hak, Hakikat ve Hukuk tasavvuru kazandırması beklenirken bunların zihinlerden silinmesine sebep olmaktadır. Neticede yoğun bir din öğretimi yapılmasına rağmen, ortaya sağlıklı bir din eğitimi çıkarılamamaktadır. Tüm bunlar, İslam’ın Hakikat tasavvurunun sorgulanmasına, İslam’da din bilim çatışması olduğu vehmine ve insanların inandıkları değerler konusunda tereddüde düşmesine sebep olmaktadır.[9]
Aynı şekilde tarih dışı din öğretimi yapanlar da yaptıklarının doğru olduğunu iddia ederek, bu konuda zorlama yorumlar yaparak, “Nasıl olur da bizim verdiğimiz eğitim sonucunda böyle bir anlayış ortaya çıkabilir?” sorusundan hareketle, deizm üzerinden bu tartışmaya katılmaktadır. Bu çerçevede “İslam öğretisini nasıl doğru anlarım ve yaşarım?” demek yerine insanlara deizmin olumsuzluklarını anlatmaya koyuldular. Bunlar farkına varmasalar da, bu tarih dışı öğretimden rahatsız olan insanımıza deizm reklamı yaptılar ve deizme olan ilgi de gittikçe artmaya başladı. Hâlbuki buradaki tartışmanın kaynağı ne deizm ne de İslam’dır. Çünkü bu durum İslam’ın varlık tasavvurunu anlamayanların ortaya koyduğu yaklaşımların neticesinde karşımıza çıkmıştır.
İslam’a baktığımızda ise Sünnetullah, yani fiziksel evrenle, Kitabullah arasında büyük bir uyumun vurgulandığını görüyoruz. Kur’an’daki yaratma anlayışının sebep sonuç ilişkisi üzerinden, kader tasavvurunun da ölçüye ve gerçekliğe uymak olduğunu, yaratma hadisesinin dahi bir dayanağının ve sürecinin olduğunun vurgulandığını düşündüğümüzde, bugün İslam âlemindeki kafa karışıklığının aslında dini değil, anlayış ve zihni kapasite ile alakalı olduğunu ifade edebiliriz.[10]
1.2. Deizm ve Günümüz İnsanı
Deizm tartışmalarının temelinde esasında Din-Bilim çatışması yatmaktadır. Bu çatışma, insanların temelsiz ve dayanaksız dini tasavvurlar sebebiyle gerçekliği olmayan dini anlayıştan bir kaçış olarak kendisini göstermektedir. Peki, bugün ülkemizdeki deizm tartışmalarının kaynağı nedir? Bu tartışmanın altında yatan aslında din bilim çatışması ya da klasik dönemde olduğu gibi felsefe ve kelam tartışmaları değil, gerçekliği olmayan bir anlayışın çeşitli kanallarla topluma giydirilmeye çalışılmasıdır. Bu noktadaki kritik tepki ise gençlerden gelmiştir, onlar hakikati gözler önüne serecek cesareti kendilerinde bulmuştur. Bu da tarih dışı, kendi kültürel kodlarına uymayan, günümüz koşullarının çok çok gerisindeki bir yaklaşım ve anlayışın, eğitim ya da çeşitli kanallarla dayatılmasının yanlış olduğunu bizlere göstermiştir.[11]
Bu noktada baştan itibaren yapılan bir hata var; o da dindar nesil yetiştirme diye bir hedef konulması, dindarlık bir hedef değildir, bir varıştır, olgudur, kişinin iç dünyasıyla kazanılabilen bir şeydir. Eğitim ve öğretim süreçleri insanları dindar ya da ladini yapmaz, eğitim ve öğretim süreçlerinin topluma vermesi gereken temel unsur rasyonel bakış açısıdır, kendi kültürel ve toplumsal değerlerinden haberdar etmektir. Bunun içinde din de vardır, ama belirttiğimiz üzere bu haberdar etme anlamında olmalı; tercih, kişilere bırakılmalıdır. Eğitim ve öğretim süreçlerini yoğun bir dini mesaiye dönüştürme, nafile çaba olarak karşımıza çıkacak, dini konularda bilgili ama dinden uzak yeni bir nesil ortaya çıkacaktır. Bu da toplumsal yaşam alanında deizm kavramında olduğu üzere yeni bir takım tartışmaları gündeme getirecektir.
Yıllar öncesinden söylediğimiz bir bakış açısı olan Çatık Kaş Din Tasavvuru toplumsal sahada insanlara bıkkınlık verdi. Buna toplumsal hayattaki dini görünümlü hile, aldatma ve ahlaksızlıklar da eklenince, özellikle kendisini dindar olarak tanımlayan, ama dini tasavvurlarla yakini bilgisi olmayanların dinle arasına mesafe koyması gibi bir sonuç ortaya çıktı. Buna ilave olarak Türkiye’deki dini yapıların çatışmacı dili ve devlet için bir güvenlik sorunu haline gelmeleri de artık insanları bu yapılara karşı çok daha dikkatli davranmaya sevk etti. Deizm tartışması da bu noktada başladı. Yaşanılanlara tepkili, İslam felsefesi ve düşüncesi ile ilgili teorik ve pratik bir arka plandan yoksun insanımız, “Benim bu anlayışlarla işim olmaz!” diyerek dini anlayışlarını gözden geçirdiler.[12]
Ancak bunun dışında ortada tepkisini belli etmemekle birlikte sahip olduğu konumu, imkânları kaybetmemek için o dönem geçerli olan dini yapılanmalara eklemlenmiş, İslam’ın öğretisi ile zihin ve gönül bağı kalmamış bir başka bakış açısı da kendisini gizlemeye devam etmektedir. Bizim aslında odaklanmak istediğimiz nokta da budur. Toplumsal hayatın içinde deist bir bakış açısından çok münafık bir bakış açısı, kendini, rengini, düşüncelerini dışa vurmayan, tamamen çıkar ve rant merkezli ahlaki zafiyetleri olan bir grup söz konusu. Bize göre asıl tehlike deizm olmayıp, işte bu münafık bakış açısıdır. Bu, dini açıdan da toplumsal açıdan da tasvip edilmesi mümkün olmayan, toplumları kemiren en önemli tehlikedir.
Çünkü laik bir ülkede kişinin fikir ve ifade özgürlüğü bağlamında inançlarını ve kanaatlerini paylaşması, başka inanç ve kanaatleri tahkir ve tezyif etmeden bunları ifade etmesi olağan bir durumdur. Ancak ahlaki ve hukuki anlamda pek çok sorunlar barındıran münafık bir bakış açısı üzerinde önemle durulması gerekmektedir. Bugün uygulamada eğitim ve öğretim hayatını, iş yaşamını her grubun kendine göre bir sınır koyduğu, kendine göre dini olarak nitelediği değerler üzerinden kurgulama çabası, İslami değerlerin hâkimiyet kuracağı anlamına gelmemektedir. Bu konuda yapılan zorlama girişimler dini değerlerin içini boşaltmaktadır. Toplumsal hayatta şu an görülmeyen tepkiler, ileride ciddi savrulmalara ve çatışmalara sebep olacak, Türkiye’deki dini anlayışta ciddi değişiklikler olacaktır.
Dini sahada eğitim ve öğretimin baskıcı ve tekelci bir anlayış üzerinden verilmesi neticesinde gerçekliğe aykırı bir varlık tasavvuru ortaya çıkmaktadır. Tüm bunların sonucu olarak bir tarafta radikal dini akımlara savrulan, diğer tarafta dini yapılar tarafından istismar edilmeleri sebebiyle dinle arasına mesafe koyan insanlar ortaya çıkmıştır. Eğer eğitim ortamlarını itikadi ve dini çatışma ortamlarına dönüştürürsek, bu çatışmaları kendi elimizle beslemiş oluruz. Bu nedenle eğitim kurumlarımızda belli mezhep, tarikat ve cemaatlerin öğretisinden mülhem bir din öğretimi yerine evrensel insani değerlerin vurgulandığı bir bakış açısına geçilmelidir. Yüce dinimiz de aslında bunu emreder. Çünkü ilmin merkeze alındığı, sebepliliğin vurgulandığı, her zaman akletmenin ve düşünmenin üzerinde durulduğu bir din, bilimsel bakış açısından koparılamaz. Ancak genel eğitim sürecinden ayrı olarak din eğitimi almak isteyen vatandaşlarımıza diyanet bünyesinde ehil insanlardan gerek akşam kursları, gerekse hafta sonu kursları şeklinde eğitimler verilerek din eğitimi talepleri karşılanabilir. Eğitimdeki ikili yaklaşımlar sebebiyle ortaya çıkan çatışma da bu sayede noktalanmış olacaktır.[13]
Dini değerlerin ister inanan olsun, ister inanmayan olsun insanlarımıza doğru ve düzgün bir şekilde aktarılmasında temel disiplin olarak İslam Ahlak Felsefesinin merkeze alınması kanaatimizce önem arz etmektedir. Bu noktada yapılması gereken Arap kültürünün ve geleneğinin buraya aktarılmasından ziyade Kur’an’ın ve Peygamber tefekkürünün felsefi ve ahlaki temellerinin insanlarımıza anlatılmasıdır. Bu, insanlarımıza saygı, sevgi ve birlikte yaşama kültürü noktasında önemli katkılar sağlayacaktır. Çalışmamızın bu kısmında bunu sağlama noktasında İslam Felsefesinin bir alt dalı olarak İslam Ahlak Felsefesi Disiplininin rolünü inceleyeceğiz.
2. Bölüm: Gençliğin Zihinsel Sorunlarını Çözmede İslam Ahlak Felsefesinin Rolü
Günümüz insanının din anlayışı noktasında bir tutum geliştirebilmesinde ve zihinsel karışıklıklardan kurtulabilmesinde genelde İslam Felsefesinin özelde de İslam Ahlak Felsefesinin yapacağı olası katkıyı müzakere etmek istiyoruz. Kanaatimizce birey ve özgürlük merkezli bir İslam Ahlak Felsefesi tasavvuru insanların sorunlarını çözmede anahtar rol oynayacaktır. Dini sahada bu anlayışın merkeze alındığı bir eğitimle sürece yayılarak pek çok sorunumuzun çözümleneceğini düşünüyoruz.
Konuya gençliğin sorunları noktasından bakacak olursak, gençliğin sorunlarını anlamada ve çözümlemede öncelikli olarak yapılması gereken durum ve sorun tespitidir. Durum tespiti ve sorun çözme ise üst bir dille sorunu çözelim şeklindeki buyurgan yaklaşımlarla değil, sorunu yaşayanların algı ve anlam dünyasını merkeze alarak yapılmalıdır. Günümüzde bireyin değer ve düşünce dünyasında ortaya çıkan çatışma, toplumsal hayata da yansıyan bir problemler zinciri ortaya çıkardı. Kırsal kesimin yoğun bir şekilde kente aktarımı ve akabinde yeni değer dünyasının oluşturulamaması, bireylerin anlam dünyasını tahrip etti.[14]
Bugün kentte anlamlı ve tutarlı bir anlam dünyasının oluşturulabilmesi, dini değerlerin yozlaşmadan ve suiistimal edilmeden gençlerimize ve çocuklarımıza ulaştırılabilmesinden geçer. Bu noktada atılması gereken en önemli adım, eğitim sistemimizi birey ve özgürlük merkezli kurgulamaktır. İnsanımızı “Birey” olarak yetiştirememek, onları her daim başkalarının duruş ve düşüncelerine muhtaç, bağımlı kişilikler haline getirmek bugün yaşanan sorunların temel hareket noktasıdır. İnsanın insan olarak kimlik ve kişilik inşa edebilmesinin en önemli unsuru ise mantıklı düşünce ve buna uygun bir davranış tarzı geliştirmekten geçer.
İslam dünyasında bilgi ve hikmetin öne çıkmasıyla sağlanan gelişmeler ve evrensel insanlık mirasına yapılan katkılar düşünüldüğünde, günümüzdeki sorunları aşmamız için mantık ve felsefenin tekrar canlandırılması, bireysel tutum ve düşüncenin merkeze alınması, bu konudaki çözümün en önemli unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır. Bireyin teşekkülü, hak ve hakikat tasavvurunun merkeze alınmasını, bu da dil, düşünce ve mantık ilişkisinin düzgün kurgulanmasını gerektirmektedir.[15]
Sorgusuz, sualsiz itaat kültürünün yaygınlaştırıldığı, sağlıklı düşünme yeteneğinin ortadan kaldırıldığı toplumlarda yapılan yanlışları ve hukuksuzlukları sofistai yöntemin bir takım dil oyunlarıyla mantıklı ve tutarlı gösterme imkânı da bulunabilir. Bunun olması ise, toplumsal hayatın içinden bireyin çekilmesine, onun yerine düşünmeyen sorgulamayan bir insan topluluğunun ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Kanaatimizce sağlıklı bir bireysel gelişim sürecinin ortaya konulabilmesi İslam dünyasının içinde bulunduğu krizi atlatmasında en önemli unsur olacaktır. Ancak bireyin teşekkülünden korkan, onu belli bir gruba, düşünceye ve ideolojiye mahkûm eden anlayışlar niçin ortaya çıkıyor, bu sorunun detaylı bir şekilde incelenmesi gerekiyor. Bunun muhtemel cevapları arasında, insanları kontrol altında tutmanın zor olması öne çıkar. Aslında bu bakış açısı bireysel duruş, düşünce ve dini anlayışın önündeki en büyük engeldir.[16]
Bu noktada kırmadan, dökmeden, hakkı ve hukuku esas alarak bir tutum ve davranış tarzı geliştirmemizi sağlayacak şey ise İslam filozoflarına göre hikmetlerin hikmeti, sanatların sanatı olan felsefe’dir. Çünkü felsefe, insanın kendini bilmesini sağlayan bilgileri verir. İslam Felsefesinde hassaten vurgulanan “Kendini bilen insan rabbini bilir, gücü yettiğince onun fiillerine benzer davranışlarda bulunmaya çalışır” ilkesi merkeze alındığında gençlerin hem kendilerini ifade edebilmelerine hem de nefislerini disipline edebilmelerine imkân tanıyacaktır. Bu manada nefsini felsefe ile disipline eden kişi, bireysel kimlik ve kişiliğinin farkına varacak; akli, ruhi, ahlaki etkinliklerde bulunarak, olgun/kâmil biri haline gelecektir.[17]
2.1. Gençliğin Zihinsel Sorunlarını Çözmede Birey Merkezli Önemi
Yeni nesle dini ve ahlaki değerlerin aktarımında nasıl bir yol izlenmesi gerektiği bugün tartışılan en önemli sorunlardan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bugün yoğun bir din öğretimi yapılmasına rağmen din eğitimi noktasında bir başarı sağlanamamakta, verilen eğitim bugünün ihtiyaçlarına cevap vermekte zorlanmaktadır. Bunun altında yatan temel sebep, emir ve yasağa dayalı, eşitlik ve evrensel ilkelerden yoksun, sorun çözmekten uzak, tarih dışı, statik ve ötekileştirici bir dilin din öğretiminde merkeze alınmasıdır.
Hâlbuki İslam filozofları ahlaki bir tutumun kazanılabilmesi için öncelikle teorik arka planın sağlam temeller üzerine kurgulanması gerektiğini vurgularlar. Bu nedenledir ki ahlaki karardan önce, fikir ve irade kabiliyetinin şekillendirilmesi gerekir. Bunun ilk aşamasını ise, dil, düşünce ve mantık ilişkisi oluşturmaktadır. İnsanın hayatını anlamlandırması öncelikle bir kültür, bir bilinç işidir. İnsanlar, dini ve dünyevi sahayı kendi bireysel, psikolojik ve kültürel geçmişleriyle anlarlar, algılarlar. Bu nedenle de ahlak ve değerler sahası ile ilgili sağlıklı bir düşünceden bahsedebilmek için öncelikle doğru ve tutarlı bir düşünce biçimi ortaya koymak zorundayız. Gençliğin bugün değerler sahasıyla ilgili yaşadığı tereddütlerin altında düşünme ve sorgulamayı bir kenara bırakan anlayışın hâkim olması yatar.[18]
Bugün yeni neslin eğitiminde dil, düşünce ve mantık kurgusunun sağlam temeller üzerinde kurgulamak, bireyin kimlik ve kişilik gelişiminin merkeze almak yerine ezberci ve sorgulamadan uzak yaklaşımların tercih edildiğini gözlemliyoruz.[19] Bu da İslam dünyasında olduğu gibi günümüz gençliğinde de bireysel yaklaşımları engellemekte, kişinin kendi olma hakkını elinden almakta ve sonuç olarak da kafa karışıklığı ve fikirsel karmaşayı beslemektedir. Bu noktada ısrar edenlerin temel gerekçesi toplumsal birliğin sağlanması olarak sunulmakta, ancak bu öğretimin sonucunda herkesin tek tip olması istenmekte, buna uygun davranmayanların ise toplumsal olarak cezalandırıldığı durumlar ortaya çıkmaktadır.
Hâlbuki hakikaten mahrum, kimlik ve kişilik gelişimini tamamlayamamış bireylerden oluşan hastalıklı birlik ruhu insanları helake, yanlışa ve toplumsal çöküşe sürüklemektedir. Gerek dini, gerek felsefi, gerekse mitolojik olarak insanlık tarihi incelensin hepsinde hakikatin öncelendiği ve onun peşinden gitmenin vurgulandığına şahit oluruz. Dil, düşünce ve mantık kurgusu sağlam temeller üzerinde şekillenen bireyin hak ve hakikat tasavvuruna göre eylemde bulunması gerekir. Toplumsal hayata baktığımızda ise bunun aksini gözlemleyebiliyoruz. İnsanların toplumsal hayat içerisinde yer alabilmesi için gördüğü yanlışları, ahlaki zaafiyetleri görmezden gelmesi istenmekte, bu da kişiyi mutlu etmek şöyle dursun, toplumsal çöküş doğuracak bir yapıyı beslemektedir.[20]
İslam filozoflarına göre yeni neslin eğitim ve öğretiminde dikkat edilmesi gereken en temel unsur, zihinleri iğdiş edilmemiş, sağlıklı bireyin inşasını hedeflemektir. Bireysel tutum ve davranışı olgunlaşmamış, kimlik ve kişiliğinden bihaber insanların ilgisine bakıldığında da sorgulama, değerlendirme ve kendi başına karar vermekten ziyade, birine teslim olup tüm risklerden kurtulma eğilimi daha kolay gelmektedir. Tüm bu sebeplerle gelecek nesillerimizi korumak, onların olaylar karşısında sağlıklı ve tutarlı sonuçlar elde etmesini istiyorsak, bunun en önemli basamağını bireyin akletme ve irade etme melekelerini geliştirmek oluşturur.
Günümüzde dini saha ve değerler alanıyla ilgili olarak bireysel anlamda yetkin olma yolunun akletme ve sorgulamaktan değil, aksine bunları yapmayıp teslim olmaktan geçtiğini ifade edenler öne çıkmaktadır. Ancak teslim olmak ifadesinin bu noktada sorgulanması gerekmekte teslim olunacaksa, kime ve neye teslim olunacak; bir davranış ortaya konulacaksa kime ve neye göre konulacak sorularının cevabının aranması gerekmektedir. İşte bu noktada doğruyu yanlıştan ayırt edemeyen bir zihnin verdiği kararlarda doğruyu bulup hayatına aktarması mümkün olmayacaktır.
İslam filozofları insanın anlamlı ve tutarlı hareket edebilmesi noktasında, ruh ve bedenden oluşan tabiatına dikkat çekmişler; behimi ve insani yönünün geliştirilmesine vurgu yapmışlardır. Buna göre insanın bedensel yönü onun behimi/ hayvani isteklerine -yani diğer canlılarla ortak isteklerine- yönelik eylemlerini; ruhani yönü ise onun insani -yani diğer canlılardan onu ayıran- isteklerine yönelik eylemlerini oluşturur.[21]
Bu noktada ruhun insani yönünü ortaya çıkartılması için akletmenin sağlam bir temel üzerine bina edilmesi gerekmektedir. Bu nedenle olsa gerek, İslam filozoflarının bilgi edinme sürecinde vurguladıkları en önemli husus akıl nazariyeleridir. Aklın işlevsel hale gelebilmesi suretleri elde etmesine ve bunlar arasında ilişkiler kurmasına bağlıdır. İnsan, bu suretleri idraki neticesinde akletmeye başlar. İrade ve sorumluluğu ortaya çıkaran da insandaki bu akletme faaliyeti, yani tefekkür/düşünme kuvvetidir.[22]
İnsan, tefekkür gücü sayesinde eylemlerinin arasında ilişki kurar ve bunun neticesinde iradi eylemlerde bulunur. İradi eylemler de yapılış amacına göre behimi ya da ilahi olabilir. İnsanın bu noktadaki görevi, elde ettiği suretleri doğru ve tutarlı bir akletme sürecinden geçirerek anlamlı hale getirmektir. Bunu sağladığı takdirde eylemler arasında bir bütünlük ve insicam olacaktır, bu durumda kişi ilahi olana yönelecektir. Eğer kişi, bu suretler arasındaki ilişkiyi anlamlandıramaz ve akletme ameliyesini geliştiremez ise bu durumda behimi eylemleri yapma arzusu kendisinde hâkim olacak ve insani erdemlerden uzaklaşarak hayvani mertebeye, hatta onun da aşağısına inebilecektir. Bu nedenle İslam filozofları bireysel olarak insanın gelişimini onun akıl ve ruh dengesini kurmasına bağlamıştır.[23]
Akletme süreci kötürüm hale getirilen insanların verdiği kararlar ise daha büyük sorunlara neden olacaktır. Bu noktada eğitim ve öğretim faaliyetlerimizde bilgi merkezli yaklaşımlarımızı bilginin nasıl kullanılacağını merkeze alarak anlamlı ve verimli bir sürece dönüştürmemiz gerekmektedir. Dil, düşünce ve mantık ilişkisini doğru temeller üzerinde kuramamış insanların yapacağı tercihler ve kararlar bireysel ve toplumsal hayatımızdaki düzeni bozacak ve telafisi çok daha zor süreçlere götürebilecektir. Bireyin inşası noktasında yapmamız gereken en önemli husus, bütün eğitim sürecimizin rasyonel temel üzerine, yani tefekkür gücüne dayalı olarak bina etmektir. Bu nedenle hayatın içerisinde eğitim ve öğretim yoluyla olgunlaştırılan akletme ameliyesi, bir bütünlük içerisinde değerlendirilip, tutarlılık ve tutarsızlık noktasından incelenmelidir.
Düşünme ve sorgulamadan uzak bir ahlak tasavvuru bina ederek bir takım insanların başkalarının yaşam alanlarına müdahil olmak, onları yönlendirmek, kendi istediği düzlemde hareket ettirmek gibi bir takım gayelerinin olduğunu görebiliyoruz. Bu gayeler, kimi zaman cehaletten, kimi zaman da kişiyi kullanma amaçlı ortaya çıkmaktadır. Bu talepte bulunanlar, ister aileden olsun ister çevreden olsun insanların kendileri olmalarına müsaade etmeyen, dayatmacı ve baskın karakterli kişilerdir. Bunların karşısındakine olan tahakküm isteği karşıdaki insanın kişilik ve karakter gelişimini felce uğratmakta, sağlıklı kararlar alamamasına sebebiyet vermektedir. Bunu yaparken de iyilik adına ve dini kisve ile yaklaştığı için karşıdaki insan buna direnememekte ve boyun eğmektedir.
Bu noktada yapılan haksız ve hukuksuz müdahalelere karşı durabilmek için bir hakikat tasavvurunun ortaya çıkması gerekmektedir. İslam ahlak felsefesinin ve İslam filozoflarının ahlak ve değerler sahası ile amaçladıkları da bu bilinç halidir. Bu nedenle İslam ahlak ve değerler sistematiğinden haberdar ve bu ilkeleri benimsemiş birisinin haksız ve hukuksuz işlere hayır diyebilmeyi öğrenmesi gerekmektedir. Çünkü insanlar iyilik yapamayabilir, ancak kötülükten uzak durmayı başarmak zorundadır. Onun için haksız ve hukuksuz işlere karşı hayır diyebilmeyi başarabilen insanlar hayatta daha mutlu ve daha kararlı olurlar. Bu insanlar etrafındaki insanlar tarafından kimi zaman tehdit olarak da algılanabilir. Hayır demek, toplum tarafından bir ukalalık, bir kendini bilmezlik ve her şeye muhalefet şeklinde anlaşılabilir. Ancak bizim burada kastettiğimiz hayır diyebilme becerisi, kişinin karakterinin, ahlakının ve aklının olgunluğunun derecesiyle alakalı bir durumdur. Yoksa bu akli ve iradi süreçten geçmemiş her şeye itiraz eden alt yapısı bozuk bir itiraz değildir.
Kişinin ahlak ilkelerini bütüncül olarak kavraması “sakınanlar için bir öğüt” olan Kur’an ilkelerini ve Hz. Peygamberin bu ilkeleri hayata aktarımından oluşan rol modelliğini/üsvetün hasene olmasını da doğru anlamasına ve anlamlandırmasına yardımcı olacaktır.[24] Bugün İslam ahlakının bir unsuru olarak sunulan pek çok husus Kur’an ve peygamber tasavvurundan uzak Arap kültürünün ve aklının şekli unsurlarına dayanmakta; Kur’an’ın ve Allah Rasulünün bu noktadaki örnekliği göz ardı edilmektedir. Özellikle de teorik arka planı zayıf insanların din adına ortaya koydukları düşünce ve yaklaşımlar, dinin doğru anlaşılıp hayata aktarımını güçleştirmekte, insanların manevi boşluğa sürüklenmelerine sebebiyet vermektedir. Bu da insanların ikileme düşmesine; ya dini değerlerden uzaklaşmasına ya da radikal ve selefi yapılara teslim olmasına sebebiyet vermektedir. Bu nedenle ahlak ve değerler sahası akıl ve muhakeme yetilerinin en üst düzeyde kullanımını gerektirmektedir. İslam ahlakı denildiğinde sadece eylemlere dönük olarak yap-yapma, haram-helal ve buyurgan ifadeler yeterli olmamakta, insanların yaptıkları eylemin sebeplerini ve sonuçlarını değerlendirmesi zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.[25]
Eğer birey, akıl ve irade melekesini yerli yerinde kullanırsa, gerek bireysel, gerekse toplumsal hayatın içinde sağlıklı bir tutum ve davranış şekline kavuşacaktır. Bu da erdemli toplumun oluşmasının temel unsuru olacaktır. Ancak kişi, eylemlerinde insani yönü bir kenara bırakıp, behimi isteklerine ağırlık verirse, belli bir noktadan sonra tefekkür ve irade gücü onun faaliyetlerinin insani ve ilahi bir mertebeye ulaşmasını sağlama noktasında zayıf düşecektir. Bu durumda insan, insani eylemler düzeyinden hayvani mertebeye düşmekle kalmayacak, fikir ve irade ona bu anlamda ters bir etki yaparak hayvandan daha aşağı derecelere inmesini, insanlara ve tabiata kötülük etmesine imkân tanıyacaktır. Bu konuda Fârâbî’nin iyi düşünebilme ve sağlam bir irade gücüne sahip olanları hür insan olarak nitelemesi, bu noktada eksik olanları ise, hayvan tabiatlı insanlar ve köle olarak nitelemesi dikkat çekicidir. İslam filozoflarına göre, özgür insan haz ve eziyeti bir vasıta olarak kullanarak iyiyi yapmayı ve kötüyü terk etmeyi başarabilen kişidir.[26]
2.2. Zihinsel Karışıklığın Çözümünde Özgürlük ve İslam Ahlak Felsefesi
Gençliğin yaşadığı sorunların başında gençliğin getirdiği itiraz ve isyan anlayışı ve üst kuşağın onları hâkimiyeti altına almak için çeşitli vasıtalarla uyguladığı baskı ve sindirme anlayışı gelmektedir. Aslında bu iki tutum da kendi içinde anlamlı bir takım unsurlar içerir; genç, hayatı tanımak ve kendi kararlarını kendisi verebilmek için kendisine çizilen sınırları zorlar, aldığı risklerin sonuçlarını görür, eğer mantıklı ve tutarlı bir zihinsel gelişime sahipse bir daha o riskleri denemez ve tecrübe hanesine katar. Gençliğe yön vermeyi amaçlayan kuşak, yani ebeveyn ve öğreticiler de gençlerin karşılaştığı riskleri tecrübelerine binaen gördüklerini düşünürler ve onları koruma amacıyla bir takım baskı ve caydırma unsurlarını kullanmayı denerler. Bu noktada iki tarafın birbirine yaklaşmasına ve ortak noktayı bulmasına engel olan, uzlaşmaz tavırların sebebi ise dil ve anlam bozukluğudur. Kişi, empati kurmak, birbirini anlamak, dinlemek yerine çatışmayı tercih etmeye başladığında ise insan artık bir karşıta, muhalefet ve isyan bayrağına dönüşür. Bu noktada yapılması gerekense bireysel özgürlük alanının ve müstakil bir tutumun imkânının netleştirilmesidir. Düşünce tarihimize baktığımızda, gerek ailede gerekse toplumsal sahada otorite olarak tanımlanan şahıslara itaati teşvik eden büyük bir alt yapıyla karşılaşırız. Hâlbuki İslam’ın temel hareket noktasını otoriteye itaat değil, “Hakkı ve Sabrı tavsiye etmek”[27] oluşturur.
Günümüzde sorgulamadan uzak, itaat kültürünün ortaya çıkardığı sorunlar gençlerimizin kaybedilmesine sebep olmaktadır. Özellikle dini sahayı kullanarak kişisel arzu ve isteklerini gerçekleştirmek isteyenlerle, terörün meşruiyetini dini değerlerden hareketle kurgulayanların beslendiği kaynak da muhalefet ve farklı bakış açılarına karşı geliştirilecek olan tutum ve davranışların belirlenememesinden, bu konudaki kavrayış yoksunluğundan kaynaklanmaktadır. Bu, gençlerimizi dini ya da siyasi olarak kendini otorite gösterenlere karşı savunmasız ve çaresiz bırakmaktadır. Özellikle dini sahadan hareketle yapılan temellendirmelerle, Hz. Peygamberin her kayıt ve şart altında haksızlığa ve adaletsizliğe karşı olan dik duruşunu perdelemekte ve onun Emin vasfını Müslümanların yaşamından çıkarmaktadır. Bu anlamda Müslümanlar bugün kendi içinde baskı, şiddet, takiyye, riyakârlık, aldatma ve aldanma ile boğuşmakta, tüm bunlardan dolayı gençlerin de kendilerine sunulan dini ve ahlaki değerler karşı güvenleri sarsılmaktadır.[28]
Yeni neslin zihni ve fikri gelişiminin sağlanması noktasında ne yapılabilir hem bireysel hem de kurumsal açıdan düşünülmesi gerekmektedir. Bugün gençliği baskı altına almak ve sindirmek de sınırsız ve koşulsuz bir yaşamı özgürlük olarak sunmak da zihni ve fikri kargaşadan korumamaktadır. Baskı altına alınan birey, bireysel ve toplumsal alanda birçok problem ortaya çıkardığı gibi aynı şekilde fikri ve iradi bilgi ve birikimden yoksun kişilere bir takım hak ve özgürlüklerin kanunen tanınması da problemleri ortadan kaldırmamaktadır. Bu iki farklı insan tipi ya baskı altındadır ve kişilikleri zarar görmüştür; ya da kendilerini özgür olarak tanımlarlar, ancak bu özgürlükleri sağlam bir duruş ve düşünüşe dayanmadığından kendilerini her an bir yanlışın, bir haksızlığın içinde bulabilirler, bunlara alet olabilirler. Bu anlamda yapılması gereken ne baskı altında, kişiliğinden ödün vermiş ne de fikri ve ahlaki bir gelişime ulaşmamış bir serbestliğin içinde olmaktır. Yapılması gereken bu iki tavrın dışında özgür ve özgüvenli bireylerden oluşan bir toplumsal yapıya sahip olmaktır. Buna sahip olunamıyorsa mümin bireye düşen, yanlışa ortak olmaksızın erdemli ve ahlaklı bir yaşamı tercih etmek esas olmalıdır.
İnsanı insan yapan temel nitelik insanın duygu, düşünce ve davranışlarıyla ortaya koyduklarıdır. Bu da kişinin anlam dünyasını oluşturur. Bu nedenle de kişi, ahlaki ve felsefi anlamda tutarlı bir noktaya geldiğinde bu kendisi ile diğer insanlar arasında bir fark yaratacaktır. Bu fark, aslında İbn Bâcce’ye göre iki ihtimali barındırır. Bu kişi, ya toplumu bu değerlerle aşılar ve erdemli toplumun filizlerinin ortaya çıkmasını sağlar, ya da toplum tarafından anlaşılmaz ve bu yaşam tarzını iç dünyasında sürdürmeye devam eder. Ancak burada İbn Bâcce tarafından ifade edilen bireysel yönetim, toplumdan uzaklaşma olmayıp, toplumdaki yanlış tutum ve davranışlara ortak olmama ve buna yönelik bir tutum geliştirme olarak ifade edilebilir. Bu anlamda filozofun özel olarak cahil şehrin içinde nevâbit olarak nitelenip, buradaki varlığının korunması toplumun erdemli yönetime evrilmesine katkıda bulunabilecektir.[29]
Toplumsal hayatın içerisinde birey kendine bir alan bulamıyorsa, düşünce ve eylem özgürlüğüne sahip değilse, zaruri işler veya zorunluk dışında insanlarla iletişim kurmaması veya oradan uzaklaşması önerilir. Esasında İslam filozoflarına göre, siyaset ilminde toplumdan uzaklaşmak büyük bir kötülüktür. Fakat bu, bizatihi olduğu zamandır. Geçici bir durumsa bu doğru bir eylem olarak görülür.[30] Bu nedenle İbn Bâcce, ahlaki ve insani açıdan ortaya çıkan olumsuzluklar son noktaya geldiğinde oradan ayrılmanın uygun olduğunu ifade ederek, ne muhatabın ne de kişinin kendisinin zarar görmesine salık vermiştir. Bu nedenle İslam Ahlak Felsefesinde kişinin ahlaki ve insani olarak temel vazifesi, aklın ve hakkaniyetin gerektirdiği şekil üzere ne zarar vermek ne de zarar görmek olarak tavsif edilebilir.
Sonuç:
Günümüz insanının sorunlarına çözüm bulabilmek için öncelikle sorunlara bakışımızı sonra da çözüm önerilerimizi güncellememiz gerekmektedir. Gençliğin sağlam ve tutarlı bir zihni ve fikri gelişime sahip olması için eğitim ve öğretim faaliyetlerinde statik, zaman öldürme faaliyetine dönüşen yaklaşımları bırakıp, çok yönlü düşünme, sorgulama ve felsefi bir bakış açısı ortaya koyan bir anlayışı benimsemek zorundayız.
Çok yakın bir dönemde ilahiyatlardan felsefe derslerinin kaldırılmasını dahi tartışan bir toplum; din öğretiminin yoğun olarak yapıldığı, ancak felsefe ve tefekkürün olmadığı yerlerde dini öğretiden uzaklaşıldığını, yaptıkları o kadar öğretime rağmen gençlerin istedikleri istikamette ilerlemediklerini gördüklerinden şaşmış durumdalar. Bu nedenle eğitim sahasında ilk yapılması gereken bilim, felsefe, sanat ve edebiyatı merkeze alan bir eğitim sistemi üzerinde çalışmaktır. Özellikle de din eğitimi ve öğretimi yapan kurumlarda ezberci, sorunlardan bihaber yaklaşımları ve yöntemleri bırakıp bugüne dair söz söyleyen, problemleri evrensel insani değerleri merkeze alarak çözümleyecek eşit ve özgür insanlar yetiştirmeyi hedefleyen bir anlayışı kurgulamak zorundayız. Bu noktada toplumun her kesimine hitap eden, birey ve özgürlük merkezli bir ahlak tasavvurunun oluşturulmasında İslam Ahlak Felsefesi disiplini bizlere önemli katkılar sağlayacaktır.
Gençlere milli ve manevi değerlerimizi aktarırken güzel okuma, gösteriş ve teganni üzerinden değil, onu anlama ve hayata aktarma noktasından değerlendirmek; bu anlamda din ile kültür arasındaki ilişkiyi doğru kurgulamak zorundayız. Peygamber efendimizin sünneti diyerek Ebu Cehil tavır ve tutumunu, Arap Bedevi kültürünü topluma dayatmaktan vazgeçmek gerekmektedir. Türk İslam din tasavvuru bizlere bu alanı açacak özgür ve özgüvenli bireylerin yetişmesini sağlayacak; korunan değil, koruyan, ezberleyen değil anlayan bir neslin gelişmesine imkân tanıyacak bir zemin sunmaktadır. Kur’an’ı ve Hz. Peygamberi doğru anlayarak bizlere bir sistem bırakan Türk İslam düşünce önderleri Farabi, İbn Sina, Hoca Ahmed Yesevi ve Yusuf Has Hacib bizlerin bunu başarmasında rehberlik edecek önderlerimizdir.
Bunlar sağlandığı takdirde öğretim faaliyetini sadece durağan bir mesai olmaktan çıkararak bir eğitim faaliyetine dönüştürmemiz, hayata anlamlı katkılar sunma imkânımız olacaktır. Eğitim faaliyetlerimizin tamamında düşünen, sorgulayan ve müzakere eden, hak ve hakikat bilincine sahip insanı hedeflersek, adına din eğitimi denilmese de bu dinimizin istediği eğitimdir. Dinin samimi insanların vicdanlarında filizlenerek hayatı aydınlatan bir ışık olarak kalması, iktisadi ve siyasi teşekküller haline getirilerek çatışmacı ve ayrımcı bir dil üzerinden kurgulanmaması gerekmektedir. Bu noktada hatırda tutulması gereken bir diğer husus da Kur’an’da şeytanın dini sahada bilgi sahibi ve pek çok açıdan değerlendirildiğinde dindar bir kişili- ğe sahip görünmesine rağmen, kibir ve inat sebebiyle hakikat ehli olmaktan çıkmasıdır. Bu nedenle önceliğimiz; hak, hakikat ve hukuk tasavvuru olan bir nesil yetiştirmek olmalıdır ki bu, Kur’an’ın ve Hz. Peygamberin işaret ettiği nesildir.
Kaynakça
Akyol, Aygün, Kutadgu Bilig’de Ahlak ve Siyaset, Araştırma Yay., 3. Baskı, Ankara 2017.
Akyol Aygün, Şehristânî’nin Filozoflarla Mücadelesi, Araştırma Yay., 2. Baskı, Ankara 2016.
Akyol, Aygün, İbn Haldun’da Kültür ve Medeniyet Tasavvuru, Elis Yay., Ankara 2019.
Akyol, Aygün, “İslam Ahlak Felsefesi –Birey ve Özgürlük Merkezli Bir İnceleme-, Kutadgu Bilig Dergisi –Ahlak Felsefesi/Etik Özel Sayısı-, yıl: Aralık 2017, sayı: 36
Akyol, Aygün, “Dindarlıktan Dini Darlığa Deizm Meselesi”, İlesam –İlim ve Edebiyat Dergisi-, yıl: 3, sayı: 11, Mayıs-Haziran 2018.
Akyol, Aygün, “Kitlelerin Tahakkümüne Karşı Bireysel Yönetim”, Tedbiru’l-Mütevahhid içinde, Elis Yay., Ankara 2017.
Akyol, Aygün, “Dini tekellere Karşı Bireyin İnşası”, İlesam Dergi, yıl: 2, sayı: 3, Ocak-Şubat 2017.
Akyol, Aygün, “Fârâbî ve İbn Sina’ya göre Mead Meselesi”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 9, sayı: 18, 2010/2.
Akyol, Aygün, Uyanık, Mevlüt, Arslan, İclal, İslam Felsefesi Tanımlar Sözlüğü, Elis Yay., Ankara 2016.
Akyol, Aygün, Arslan, İclal, “Cabir b. Hayyân ve Tanımlar Kitabı”, Tanımlar Kitabı içinde, Elis Yay., Ankara 2015.
Aydın, Mehmet, Din Felsefesi, İzmir İlahiyat Fakültesi Vakfı Yay., İzmir 1999.
Cabir b. Hayyan, Kitâbu’l-Hudûd/Tanımlar Kitabı, met. ve çev.: Aygün Akyol, İclal Arslan, ed.: Mevlüt Uyanık, Elis Yay., Ankara 2015.
Cevdet Paşa, Ahmed, Mecelle, Yay. Haz.: Ahmet Şimşirgil, E. B. Ekinci, KTB. Yay., İstanbul 2008.
Erdem, Hüsameddin, “Deizm” mad., İA., TDV. Yay., İstanbul 1994, c. 9.
Fârâbî, Tenbih alâ Sebîli’s-Sa’âde, çev.: Hanefi Özcan, İFAV. Yay., İstanbul 2005.
İbn Bâcce, Tedbîru’l-Mütevahhid/Bireysel Yönetim, met. ve çev.: Uyanık, A. Akyol, ed.: İclal Arslan, Elis Yay., Ankara 2017.
İbn Bâcce, Kitâbu’n-Nefs, thk. Muhammed Sagir Hasan Ma’sumi, Dâru’s-Sadr Yay., Beyrut 1992.
İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, met. ve çev.: M. Uyanık, A. Akyol, ed.: İ. Arslan, Ankara 2018.
İbn Tufeyl, Hay b. Yakzan/Ruhun Uyanışı, çev.: N. Ahmet Özalp, İnsan Yay., İstanbul 1985.
Kindî, “İlk Felsefe/Kitâb fî’l-Felsefeti’l-Ûlâ”, Felsefi Risaleler içinde, çev.: Mahmut Kaya, İz Yay., İstanbul 1994.
Kindî, “Risâle fi’l-Hudûdi’l-Eşyâ ve Rusûmiha”, Felsefi Risaleler içinde, çev.: Mahmut Kaya, İz Yay., İstanbul 1994
İbn Miskeveyh, Ahlakı Olgunlaştırma, çev.: A. Şener, İ. Kayaoğlu, C. Tunç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1983.
Tûsî, Nâsıreddîn, Ahlak-ı Nâsırî, çev.: Anar Gafarov, Zaur Şükürov, Litera Yay., İstanbul 2007.
İbn Sina, Kitabu’l-Hudûd/Tanımlar Kitabı, met.ve çev.: Aygün Akyol, İclal Arslan, ed.: Mevlüt Uyanık, Elis Yay., Ankara 2013.
Razi, Ebu Bekir, “Filozofça Yaşama”, Felsefi Risaleler, met. ve çev.: Mahmut Kaya, TYEKB. Yay., İstanbul 2016.
Uyanık, Mevlüt, Akyol, Aygün, İslam Ahlak Felsefesi, Elis Yay., Ankara 2013.
Uyanık, Mevlüt, Akyol, Aygün, “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak” Projesinin Hareket Noktası Olarak Fârâbî ve İhsâu’l-Ulum Adlı Eseri”, İlimlerin Sayımı içinde, Elis Yay., Ankara 2017.
Uyanık, Mevlüt, “Gençlerin Din-Kültür ve Kimlik İlişkisini Kurgulamasında Peygamberimizin ‘Bir Sosyal Model Olarak Sunumu’, Hz. Muhammed’in Eğitim Anlayışı, Eğitimde Birlik Derneği Yay., Ankara 2011.
Uyanık, Mevlüt, Selefî Zihniyet Arap Baharı ve Türkiye, Araştırma Yay., Ankara 2016.
Uyanık, Mevlüt, “İslam Felsefesinde Bireysel Yönetim ve Yönetime Katkısı”, Tedbîru’l-Mütevahhid içinde, Elis Yay., Ankara 2017.
—————–
[1]Aygün Akyol, “Dindarlıktan Dinidarlığa Deizm Meselesi”, İlesam –İlim ve Edebiyat Dergisi-, yıl: 3, sayı: 11, Mayıs-Haziran 2018, s. 20.
[2] X. Kanun önünde eşitlik MADDE 10- Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (Ek fıkra: 7/5/2004-5170/1 md.) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 12/9/2010-5982/1 md.) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlana- maz. (Ek fıkra: 12/9/2010-5982/1 md.).
[3] Ahmed Cevdet Paşa, “Madde: 39”, Mecelle, Yay. Haz.: Ahmet Şimşirgil, Ekrem Buğra Ekinci, KTB. Yay., İstanbul 2008, s. 79, 119.
[4] Aygün Akyol, “Dindarlıktan Dinidarlığa Deizm Meselesi”, s. 21.
[5] Hüsameddin Erdem, “Deizm” mad., İA., TDV. Yay., İstanbul 1994, c. 9, s. 109, 110; Mehmet Aydın, Din Felsefesi, İzmir İlahiyat Fakültesi Vakfı Yay., İzmir 1999, s. 180.
[6] İbn Tufeyl, Hay b. Yakzan/Ruhun Uyanışı, çev.: N. Ahmet Özalp, İnsan Yay., İstanbul 1985, s. 111, 177; İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, met. ve çev.: M. Uyanık, A. Akyol, ed.: İ. Arslan, Ankara 2018, s. 60-62; İbn Bâcce, Tedbî- ru’l-Mütevahhid/Bireysel Yönetim, met. ve çev.: M. Uyanık, A. Akyol, ed.: İclal Arslan, Elis Yay., Ankara 2017, s. 30.
[7] Aygün Akyol, “Dindarlıktan Dini Darlığa Deizm Meselesi”, s. 21, 22.
[8] Aygün Akyol, Şehristânî’nin Filozoflarla Mücadelesi, Araştırma Yay., 2. Baskı, Ankara 2016, s. 111.
[9] Aygün Akyol, “Dindarlıktan Dini Darlığa Deizm Meselesi”, s. 22.
[10] İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, s. 40-42.
[11] Aygün Akyol, “Dindarlıktan Dini Darlığa Deizm Meselesi”, s. 23.
[12] Aygün Akyol, “Dindarlıktan Dini Darlığa Deizm Meselesi”, s. 23.
[13] Aygün Akyol, “Dindarlıktan Dinidarlığa Deizm Meselesi”, s. 24.
[14] Aygün Akyol, “Kitlelerin Tahakkümüne Karşı Bireysel Yönetim”, Tedbi- ru’l-Mütevahhid içinde, Elis Yay., Ankara 2017.s. 183.
[15] . Aygün Akyol, “Dini Tekellere Karşı Bireyin İnşası”, s. 22-26; Mevlüt Uyanık, Aygün Akyol, “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak” Projesinin Hareket Noktası Olarak Fârâbî ve İhsâu’l-Ulum Adlı Eseri”, İlimlerin Sayımı içinde, Elis Yay., Ankara 2017, s.27.
[16] Aygün Akyol, “İslam Ahlak Felsefesi –Birey ve Özgürlük Merkezli Bir İnceleme-, Kutadgu Bilig Dergisi –Ahlak Felsefesi/Etik Özel Sayısı-, yıl: Aralık 2017, sayı: 36, s. 94, 95.
[17] Kindî, “İlk Felsefe/Kitâb fî’l-Felsefeti’l-Ûlâ”, Felsefi Risaleler içinde, çev.: Mahmut Kaya, İz Yay., İstanbul 1994, s.1; a.g. mlf., “Risâle fi’l-Hudû- di’l-Eşyâ ve Rusûmiha”, Felsefi Risaleler içinde, çev.: Mahmut Kaya, İz Yay., İstanbul 1994, s. 67; İbn Miskeveyh, Ahlakı Olgunlaştırma, çev.: A. Şener, İ. Kayaoğlu, C. Tunç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1983.s. 51; Nâsıreddîn Tûsî, Ahlak-ı Nâsırî, çev.: Anar Gafarov, Zaur Şü- kürov, Litera Yay., İstanbul 2007, s. 14, 15, 36.
[18] Aygün Akyol, “İslam Ahlak Felsefesi –Birey ve Özgürlük Merkezli Bir İnceleme-, s. 95.
[19] Eğitim ve öğretimde ezbere dayalı yaklaşımların insanların sorunu anlama ve çözümleme noktasında yetersiz kaldıkları İbn Haldun tarafından da ifade edilmiş; bu tarz bir eğitim anlayışı yerine sorgulama ve analize dayalı eğitim yöntemlerin benimsenmesi gerektiği vurgulanmıştır. Ay- gün Akyol, İbn Haldun’da Kültür ve Medeniyet Tasavvuru, Elis Yay., An- kara 2019, s. 140.
[20] İbn Sina, Kitabu’l-Hudûd/Tanımlar Kitabı, met.ve çev.: Aygün Akyol, İc- lal Arslan, ed.: Mevlüt Uyanık, Elis Yay., Ankara 2013, s. 14; Aygün Akyol, “Dini Tekellere Karşı Bireyin İnşası”, s. 24.
[21] İbn Bâcce, Tedbiru’l-Mütevahhid, pn.: 24, 25; a.g. mlf., Kitâbu’n-Nefs, thk. Muhammed Sagir Hasan Ma’sumi, Dâru’s-Sadr Yay., Beyrut 1992, s. 28; Nefs ve Ruh kavramlarıyla ilgili olarak bkz.: Aygün Akyol, Mevlüt Uyanık, İclal Arslan, İslam Felsefesi Tanımlar Sözlüğü, Elis Yay., Ankara 2016, ss. 284-290, 303-305; Aygün Akyol, “Fârâbî ve İbn Sina’ya göre Mead Meselesi”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 9, sayı: 18, 2010/2, ss. 127; Mevlüt Uyanık, Aygün Akyol, İslam Ahlak Felsefesi, Elis Yay., Ankara 2013, s. 175.
[22] İbn Bâcce, Tedbiru’l-Mütevahhid, pn.: 16, 26, 27.
[23] Aygün Akyol, “Kitlelerin Tahakkümüne Karşı Bireysel Yönetim”, s. 189.
[24] Mevlüt Uyanık, “Gençlerin Din-Kültür ve Kimlik İlişkisini Kurgulamasında Peygamberimizin ‘Bir Sosyal Model Olarak Sunumu’, Hz. Muhammed’in Eğitim Anlayışı, Eğitimde Birlik Derneği Yay., Ankara 2011, s. 115; Uyanık- Akyol, İslam Ahlak Felsefesi, s. 28; Din, Millet ve Şeriat kavramları ile ilgili olarak bkz.: Mevlüt Uyanık, Selefî Zihniyet Arap Baharı ve Türkiye, Araştırma Yay., Ankara 2016, ss. 21-46; Cabir b. Hayyan’ın din, şeriat kavramları ve ilimler tasnifi ile ilgili bkz.: Cabir b. Hayyan, Kitâbu’l-Hudûd/Tanımlar Kitabı, met. ve çev.: Aygün Akyol, İclal Arslan, ed.: Mevlüt Uyanık, Elis Yay., Ankara 2015, s. 42-45; Aygün Akyol, İclal Arslan, “Cabir b. Hayyân ve Tanımlar Kitabı”, Tanımlar Kitabı içinde, Elis Yay., Ankara 2015, s. 24-25.
[25] Uyanık-Akyol, İslam Ahlak Felsefesi, s. 29.
[26] Fârâbî, Tenbih alâ Sebîli’s-Sa’âde, çev.: Hanefi Özcan, İFAV. Yay., İstanbul 2005, s. 177, 180.
[27] 103/Asr Suresi, 3.
[28] Aygün Akyol, “Kitlelerin Tahakkümüne Karşı Bireysel Yönetim”, s. 205.
[29] Aygün Akyol, “Kitlelerin Tahakkümüne Karşı Bireysel Yönetim”, Tedbîru’l-Mütevahhid içinde, Elis Yay., Ankara 2017, s. 211; Mevlüt Uyanık, “İslam Felsefesinde Bireysel Yönetim ve Yönetime Katkısı” , Tedbîru’l-Mütevahhid içinde, Elis Yay., Ankara 2017, s. 160-162.
[30] İbn Bâcce, Tedbiru’ l-Mütevahhid, pn.: 136; kimi zaman toplumdan uzak durmakla ilgili Ebu Bekir Razi tarafından da kullanılır, o da Sokrates’in bir dönem toplumsal yaşamdan uzaklaştığını ancak daha sonra tekrar toplum içerisine karıştığını vurgular. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig adlı eserinde de toplumsal yaşamın içerisinden uzaklaşmayı öneren bir yaklaşım da tüm yönleriyle müzakere edilir. Kutadgu Bilig’deki nihai karar ise herkesin kendi eğitim ve bilgi düzeyine göre toplumsal hayatla olan ilişkileri kurgulaması gerektiği yönündedir. Bu konuda bkz.: Ebu Bekir er-Razi, “Filozofça Yaşama”, Felsefi Risaleler, met. ve çev.: Mahmut Kaya, TYEKB. Yay., İstanbul 2016, 195, 196; Aygün Akyol, Kutadgu Bilig’ de Ahlak ve Siyaset, Araştırma Yay., 3. Baskı, Ankara 2017, ss. 58-66
——————————-
[i] Prof.Dr. Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslam Felsefesi Anabilim Dalı, Öğretim Üyesi.
Atıf:
AKYOL, Aygün; “Gençliğin Dindarlık Tasavvuru ve Deizm Tartışmaları,” Günümüz Gençliğinin Zihin Problemleri, ed.: İbrahim Maraş, İsmail Erdoğan, Kitap Dünyası Yay., İstanbul 2019, ss. 223-254.