Otuz sene evveldi. Ankara’da fakülteyi bitirmiş Van’a avdet etmiş idim. Evde yana yakıla bir kitap arıyorum. Fakat bulamıyorum. Kitaplarım bir odaya sığmayıp yavaş yavaş diğer odalara doğru taşma eğilimi gösterince validem yokluğumdan da istifade ederek bir kısım kitapları tavan arasına paketleyip istiflemiş. Anlayacağınız tavan arasındayım (“Tavan arası”nı yeni entel barlardan sanmayın ha! Bildiğiniz tavan arası)
Eski zaman insanlarının günümüz modern zaman insanlarından farklı olarak her şeyi atmak yerine, saklamak gibi güzel bir hassasiyetleri vardı. Lâkin bugünkü apartman hayatından farklı olarak o zamanın bahçeli müstakil evleri de bu hassasiyetin sürdürülmesine kâfi derecede imkân veriyordu. Onun için tavan arası bizim ailede de üç kuşağın hâfıza ve hâtıra ambarıdır desem yeridir. Bu eski zaman evinin tavan arasına girer girmez hiç bir tarafından kopamadığınız bir geçmiş zaman duygusu hemen sizi yakalıyor. Buradaki eşyalara sinmiş olan geçmiş zaman kokusu zihnimde ve tahâyyülümde yeniden canlanınca aradığım kitabı unutup, tozun toprağın içinde eşyalar arasında gezinmeye başlıyorum. Bu tavan arası âdeta antik bir galeri gibi üç neslin eşyalarının muhafaza edildiği kırkambar gibi. Efendim neler yok ki! Sahibinin sesi(köpek marka) çanta tipi gramafon. Validemin çeyizinden kalma kilimler, isli kazanlar, bakır sahanlar bugünün ölçüleriyle mobilya sayılacak derecede çocukken içinde konuşan adamların gizlendiğini sandığım kocaman ahşap radyo. Bebek beşikleri, pederimin askerlikten kalma ahşap bavulu. Bavulun içinde bir yığın evrak-ı perişan neviinden senetler, evraklar… “Derken nenemin ceviz sandığı ilişti gözüme sağı solu çatlamış, verniği bozulmuş ama, kilidi kale kapısı gibi sağlam. Bunca senedir nasıl gözüme ilişmedi hayret ettim!!! Kilit dost içindedir derler. Paslı kilidi tornavida ile kırarken rahmetli nenemin hatırasına hürmetsizlik ediyorum gibime geldi ammâ; bilimsel kafa yapım ve ifrat düzeyindeki tarihçilik merağım ağır bastığı için bu nostaljik tuzağa düşmedim ve nihayet sandığın kilidini kırıp kapağını açtım. Bir alay güve ölüsü, dantelle çevrelenmiş başörtüsü ve yastık takımları, mendiller, Feministlerin tüylerini diken diken edecek bir yığın çul-çaput, hem de lime lime. Büyük evlere mahsus o itinalı çamaşırlar iyi cins ferâh sabun kokusu. Sandığın dibine doğru mavi kordelâ ile sıkıca sarılmış kenarları sasarmış sekiz-on mektup. Anladınız tabii; Rahmetli dedemden rahmetli neneme gönderilmiş… “Vıleen! Kadının sandığını kırdın, bari mektuplarını okuma!!!” diye kendime çok ciddi telkinlerde bulundumsa da; romanlarda olduğu gibi ellerim kendi kendine hareket ederek kordelâyı çözdü. Yıllarca beklemekten ucu sarıya çalan beyaz zarflar ve inanmayacaksınız, hâlâ lavanta kokan ve çiçeklerle müzeyyen mektup kâğıtları. Kendinize geliniz! Bakıyorum. Lezzetyâb oldunuz dedemle nenemin romantik aşklarına dair bütün tafsilatı keyifle okumağa hazırlanıyorsunuz; Teessüf ederim! Vakıa ben “Hiçbir hakikat kalmasın ya Rabbim âlemde nihân (gizli)” diyerek bu mektupların mazrufuna (içeriğine) âgâh oldumsa da ailenin mahrem sırlarını sizlere ifşâ edecek değilim herhalde. Fakat siz muhterem okurlarla muarefemiz (tanışmamız) neredeyse yedi seneyi mütecaviz (aşkın) bir zamandır ünsiyetimiz var. Hatta akraba bile olduk sayılır. Onun için yabancı sayılmazsınız azıcık çıtlatabilirim.
“Nûr-ı aynım Hayriye! Her nazarın bin kelâm eder. Çeşmi mahmurun sebeptir nâle vü feryâdıma, firkâtinle şerhâ şerhâ olan dağ-ı derûnumdan tüten feryâdlar Erek dağını aşıp bilmem huzur-ı sâadetinize vâsıl oluyur mu? Ah!!! lâkin tasavvur ediniz ki âteş-i sûzanınızla biteviye nâlân olan dil-i mecruhum, ancak gülistâna müteşâbih çehrenizin gonce-i feminden hâsıl olacak bir hândenin intizarından olup…” Ah! Nuru ayinim hicranınla kalbim rüyâda hazinelere sahip olup uyandığı zaman eli boş olanların haline benziyor. Ömür bağım!!! Boyu posu servi hıramanım, gözleri nergis, saçları sünbül, kaşları mihrabı niyazım, lebleri kâsei yakutum…” bu kadar yetişir. Hadi çok ısrar ettiğiniz için cevabi mektuptan da bir satır çıtlatayım bari; cevabi mektup ise şöyle başlıyor; “Sevdiğim efendim!!! Lütûfnâmenizi on dört gün on beş gecedir kıraat ediyorum (okuyorum). Ah!!! Her sözü tatlı kâfir…
Oh oh bakıyorum dalıp gittiniz! Anlamasanız bile hoşunuza gitti değil mi? Bu faslı burda kesmek zorundayım. Zirâ saadetten uzaklaşıyoruz. Daha fazla nenemin muazzez hatırasına mahremiyetine hürmetsizlik edemem. Modern vasat insanın merakını gıdıklayan bugünün televizyonlarında pespaye izdivaç programlarındaki gibi rahmetli nenemle dedemin hayat-ı hususiyelerini (özel hayatlarını) ve aşklarını ulu orta ifşâ etmek doğru olmaz. Fakat ne de olsa sizlerle aynı mektepte tahsil görmüşlüğümüzün hatırına dedemin mektubunun musikisi estetiği kaybolma pahasına transkripsiyonunu sizin için yapıyorum. Bu iyiliğimi de unutmayın.” Gözümün nuru Hayriye! Her güzel bakışın bin kelime eder. Bu inleme ve feryâtlarıma o mahmur gözlerin sebeptir. Senin ayrılığınla lime lime olan derin yaralarımdan tüten feryatlar Erek dağını aşıp bilmem o mutlu huzurunuza ulaştı mı? Yaralı gönlümün sonsuz inlemeleri yakıcı ateşi o gül bahçesine benzeyen yüzünüzden ve o küçük güzel dudağınızda belirecek bir gülümeseme beklentisindendir. Gözümün nuru gönül hoşluğum, ömür bahçem boyu endamı nazlı nazlı sallanan servim… Huda âlim gözümde tütüyorsun” Bu kadar yetişir devamı başka zamana