Yeni Anayasa için partiler arası görüşmelerin başladığı, Millî Eğitim Bakanlığı’nın, milletimizin ve ülkemizin geleceği için çok mühim olan, gençlerimizin NASIL yetiştirilmeleri gerektiği konusunda görüşler, teklifler almak için -Cumhuriyet tarihinde ilk defa olmak üzere- millete danıştığı günümüzde, şu iki CAN YAKICI soru cevap beklemektedir:
- Devletimiz gerçekten bağımsız mıdır?
- “Aydın” denilen, öyle kabul edilen diplomalılarımız, gerçekten bağımsız olarak düşünebiliyorlar mı?
Hoppala! Bu nasıl söz? diyecekler, yazının kalan kısmını okumasalar da olur; bu yazı, onlar için değildir, onlara hitâb etmiyor.
Birinci soruya “Evet!” diyebilmek için, kişinin, okulda kendisine öğretilenlerle yetinip olaylardan ders almaması, biraz rahat, oldukça düşünme özürlü olması gerekir. İkinci Dünya Savaşı sonrası, 1945 yılında Yalta’da, Dünya, galipler arasında paylaşılırken, ülkemizin, hangi gücün nüfuz bölgesine verildiği, son 5-6 yılda iyice belirmişken, içte ve dışta TAM BAĞIMSIZLIK savaşı vermeğe başlamış olmamızdan dolayı, çeşitli sıkıntılara mârûz kalmakta olduğumuzun farkında olmaması gerekir. Rahmetli Oktay Sinanoğlu’nun söylediklerinden habersiz olması gerekir.
İkinci soruya “evet!” diyebilmek için de, GERÇEK TARİHİN CÂHİLİ OLMAK, okulda kafasına doldurulan ”Tanzimat ve Islahat Hareketleri, çağdaşlık, ilericilik için yapılmış İLERİ HAMLELERDİR” palavrasını yutmuş olarak uyumağa devam etmek, uyandırmağa çalışanları da türlü sıfatlarla aşağılayan çok bilmişler sürüsüne katılmış olmak gerkir.
Gerçek Tarihi, kısaca özetlemeğe başlamadan, “aydın’ denilen diplomalılarımızın durumuna bir göz atalım: diplomalılarımız, GERÇEKTEN TÜRK aydını mıdırlar?
İngiliz “aydın”ı, (halktan söz etmiyoruz), Şekspir’i okur ve anlar.
Alman aydını, Göte’yi okur ve anlar.
Fransız aydını, Volter’i okur ve anlar.
Rus aydını, Dostoyevski’yi okur ve anlar.
İranlı aydın, Şeyh Sadi’yi, Firdevsî’yi okur ve anlar.
TÜRK aydını, Kâtip Çelebi’nin Kitab-ı Bahriyesini okuyabilir mi? dili öyle ağdalı bir Türkçe değildir, gayet akıcı, kolay anlaşılır bir uslûpla yazılmıştır.
***
True, the last hundred years cannot be properly understood without the knowledge of the hundred years before them, and so on in an endless progression.
E.E. Kellett, The Appreciation of Literature, p. 79.
Doğrusu, son yüz yıl, kendinden önceki yüz yıl bilinmeden doğru dürüst anlaşılamaz. O yüz yıl da kendinden önceki bilinmeden anlaşılamaz; bu, böylece sürer gider.
Evet, bu günkü durumumuzu anlamak, değerlendirmek için, 234 yıl kadar geriden başlamak gerekir. Sultân Üçüncü Selîm 1789 yılında tahta çıktı 1807 yılına kadar süren hükümdarlığında, bozulmuş düzeni iyileştirmek için elinden geleni yaptı.
Devlet idaresinde bozukluk vardır. Sadrâzam Melek Mehmed Paşa’ya arkadaşları, yönetimdeki gevşekliği eleştirince Mehmed Paşa gülerek şöyle cevap verdi: “Sadrâzam olduktan on, onbeş gün sonra Sultân Selîm’le ilk görüşmemde, Devletin üst kademesindeki yöneticileri kendisine çok bağlı, çok gayretli bulduğumu söyledim. Ertesi günü etkili kişiler bana değerli hediyeler gönderip teşekkür ettiler. Anladım ki Sultân’a her ne söylersem, ondan haberleri olacak, o konuda kendilerine danışılacak. Bunun üzerine, onlarla iyi geçinmeğe karar verdim”.[1] Osmanlı Sultânı, elindeki böyle elemanlarla, duruma çâre bulmağa çalışıyordu. !!!
Her devirde olduğu gibi, birtakım kişiler, hep iktidarın çevresine çöreklenip keyflerine bakıyorlar, ama, olan, millete, devlete oluyor! Sultân Üçüncü Selîm, istişâreye değer vermemekle de eleştirilir. Çevresini sarmış olanlarla konuşmayı, “istişâre” olarak anlamış olmalıdır. Bozukluk daha önceden başlamıştı, Köprülü Mehemmed Paşa, sadrazamlığı kabul etmek için 4 şart ileri sürmüş, Avcı Mehemmed’in annesi Vâlide Sultan bunları kabul edince görevi almış ve işleri hayli düzeltmişti, bürokrasiyi düzene sokmuştu (1656).
Köprülülerden sonra, bürokraside, yönetimde yeniden bozukluk başladı. Yeryüzünün her tarafına dağılan ve Dünyanın pek çok yerini, sömürge hâline getiren, böylece zenginleşen ve sanayi devrimi de yapmış olan Avrupalı Hükûmetler karşısındaki şaşkınlık ve panik havası da devam ediyordu.
“Üçüncü Selîm Hân, 1789 tarihinde tahta geçmesinden yaklaşık bir ay sonra, dağılmakta olan devletin geleceğini tartışmak üzere asker, bürokrat ve din adamları arasından yaklaşık iki yüz üst düzey devlet görevlisiyle Meşveret Meclisi’ni topladı.”[2]Yapılması gereken yenilik konusunda yapılmış bir inceleme yoktu, hazır bir program da yoktu. Üçüncü Selîm Hân, örnek alınması düşünülen Avrupa’yı daha iyi tanıyabilmek için, Ebubekir Râtıb Efendi’yi 1791 yılında Viyana’ya sefîr olarak gönderdi. Üçüncü Selîm’in ıslahat programında Avusturya önemli bir yer tutar.[3]
Çâreler aramakta olan Sultân Üçüncü Selîm tahta çıkışının ikinci yılında, “1791 ekiminde, 19 Türk ve 2 yabancıdan imparatorluğun (Devletin demek istiyor. M.M.) niçin eski gücünü kaybettiği, bu güce erişmek için şimdi neler yapılması gerektiği hakkında birer lâyiha (rapor) istedi (Âsım, I, 34 v.dd; Cevdet, VI, 3). 21 lâyiha tek noktada birleşti: Devlet, eski gücünü kaybetmişti, müesseseleri bozulmuş veya işlemez hâle gelmişti, mutlaka ıslâhatlâzımdı. Ancak lâyıha sâhibleri çâre’de ayrılıyorlardı. Başlıca üç grup vardı:”
Muhâfazakâr idealistler : “Osmanlı, mâzide cihân devletiydi, rakıybi de yoktu. O zaman bütün müesseseleri mükemmeldi. O müesseselere dönebilir, onlar canlandırabilirsek, devlete eski kudretini iade ederiz” kanaatindeydiler.
Tâvizci romantikler : “Avrupa bâzı bakımlardan bir müddentenberi bizden ileri gitti. Toplum düzenimizi bozmadan, acele etmeden, Avrupa’nın bizde olmayan tekniğini alalım ve hazmedelim. Zâten Avrupa ile aramızdaki mesafe ancak 30 yıldan beri açılmıştır. Hızla onlara yetişmemiz ve gene en büyük devlet olmamız mümkündür” diyorlardı.
Düzen değiştirmek isteyen radikaller : “Avrupa’nın bizi şimdilik bâzı hususlarda geçtiği ortadadır. Bu düzene devâm edersek, her sahada bizi geçecektir. Biz de düzen değiştirip onlara yetişelim ve onları geçelim. Bizim aklımız onlardan eksik, zekâmız geri midir?”[4]görüşündeydiler.
Rahmetli Öztuna’nın, “Tâvizci romantikler” dediği kimselerin görüşünün ne kadar haklı ve isâbetli olduğunun canlı örneği Japonya’dır. “Toplum yapısını değiştirmeden, sâdece tekniği almak” gerekiyordu! Aradan geçen 200 yıldan fazla zaman sonra, hâlâ bu konu tartışılıyor ve gündemden düşmüyor. Rahmetli Yılmaz Öztuna’nın kendisi de, ağır basan üçüncü görüşün devâmı olan akımın bir ürünü olduğu için, Pâdişâhın üçüncü şıkkı uygulamasını isâbetli buluyor, sıradan okumuşlarımız da bu yörüngede gitmeğe devam etmektedirler ve bu yörüngeden çıkmayı gericilik saymaktadırlar.
***
“Sultân Üçüncü Selîm, 21 lâyihayı okudu ve kararını verdi : üçüncü şık uygulanacaktı, düzen değişecekti, adını da buldu :
Nizâm-ı Cedîd (Yeni Düzen). (Devletin bünyesinin, yapısının değiştirilmesinin sonuçları HİÇ HESAPLANMADI, öngörülemedi.M.M.) 24 Şubat 1793’de Nizâm-ı Cedîd rejimi resmen bir hatt-ı hümâyûn ile ilân edildi.[5]
Sultân Selîm, yeniliğe ordudan başlamak gereğini biliyordu. Yeniçerilere dokunmadan, onların tepkisini çekmeden, yeni bir ordu kurmağa girişti. “Kanûnî devrindeki disiplini hâiz bir ordu, ama asrın tekniği ile de mücehhez olacaktı. … Islâhat için Nizâm-ı Cedîd Hazînesi ve Defterdarlığı kuruldu. Devletin ikinci bir mâliye nezâreti gibi işledi. Modern topçu, humbaracı (el bombacı), lâğımcı (istihkâm), arabacı (nakliye) askeri yetiştirilmeye başlandı. Bir taraftan da Kapıkulu Ocakları devâm ediyordu. Avrupa’dan subaylar, mühendisler, denizciler getirildi. Avrupa kıyafetinden mülhem üniformalar giydirildi.”[6]
Asla unutulmaması gereken, tekrar tekrar hatırlamamızda, hatırlatılmasında kesin zarûret olan konu şudur ki : kültür istilâsı, askerî işgalden çok daha vahîm, çürütücü, mahvedici bir belâdır, gönüllü köleliktir. Düşman askerleri bir ülkeyi işgal ederse, çok büyük fedâkârlıklar, kayıplar pahasına da olsa, o ülke, düşman işgalinden eninde sonunda kurtulur: Fransa’nın 1830 yılında işgal ettiği Cezâyir, bir milyon şehîd vererek 1962 yılında işgalden kurtulmuştur. Rusya’nın işgal ettiği Afganistan, Rus işgalinden kurtulmuştur. Sonra gelen Amerika da tutunamadı palas pandıras kaçtı. Afgan halkı, “modernleşiyoruz” diyerek kendi benliğinden uzaklaşmadığı için bu mücadeleyi yürütebilmiştir.
Osmanlıda, Kültür İstilâsı böylece, Devlet eliyle, farkına varılmadan, başlatılmış oluyor. Teknik alınmakla yetinilmiyor, kıyâfet de alınıyor. Hemen hatırlayalım: İkinci Dünya Harbinde Almanlar Fransa’yı işgal edince, yurt dışında direnişi hazırlamakta olan General de Gaulle, yardım eden müttefiklerin, Fransız askerlerinin üniformalarını yaptırırken, kepteki ponpon da mutkaka olacak! diye tepiniyordu. Maskaralık mı yapıyordu? Hayır! Fransız askerinin görünüşü de değişmeyecekti!
Bir hareketi başlatmak, bir oluş için çığır açmak, bir gidişe yol açmak, son derecede mühim, sonuçları çok iyi düşünülmesi gereken bir konudur.
***
Çağa ayak uydurma, muâsırlaşma (çağdaşlaşma) anlayışı böyle yönetimde hâkim iken, öte yandan, 1798 de Napolyon Bonapart’ın Mısır’ı kısa süren işgalinden kaynaklanan, Fransız harp ve asker eğitimin alıp kullanan Kavala’lı Mehemmed Ali’nin, ihtirası da büyüdü. İngiliz oryantalisti Hampher’in özel olarak imâl ettiği Muhammed bin Abdulvahhâb’ın Necid’de çıkardığı isyanı, Kavalalı’nın oğlu, Mısır askeri ile bastırmıştı, Mora isyanında da Osmanlı’ya yardım etmişti.
Artık iyice bozulmuş olan, islâhı mümkün görünmeyen yeniçeri belâsı 1826 da halkın da yardımıyla ortadan kaldırılmış, yeni kurulan ordu kendini toparlayamadan, Devlet’in Mısır vâlisinin ordusu, Kavalalı’nın oğlu İbrahim Paşa komutasında, Kütahya’ya kadar gelmişti. Ya Osmanlı mülkü ikiye bölünecek, ya da başa Kavalalı hânedanı geçecekti.
Böyle bir çaresizlik durumunda, Sultân Abdülmecîd’in tahta çıkması üzerine İstanbul’a gelen Mason Mustafa Reşîd Paşa, “Tanzîmât’ın hayâtî bir zaruret olduğunu 16 yaşındaki, tahta yeni çıkmış olan Abdülmecîd’e gizli mülâkatlarla anlatmış“ idi.[7] Avrupa devletlerinin isteklerine de uyacak, onları tatmin edecek düzenlemeler yapıldı.
Sömürgeci İngiltere, o kadar çok ülkeyi zaptetmiş, türlü entrika ve zulümlerle egemenlik kurmuştu ki, topraklarında güneş batmayan imparatorluk olmuştu. Aslında, Mustafa Reşid Paşa’nın yaptığı, İngiliz Efendisinin, kendisine verdiği maddeleri genç, toy Abdülmecid’e ilân ettirmekten ibârettir. Sonra da, Osmanlı târihindeki bu en büyük kırılma, bu ülke çocuklarına, yetişmekte olan öğrencilere, “büyük, ileri atılım” diye öğretilmiştir. 200 yıla yakın zamandan beri ülkenin içine sokulduğu bu durum, hâlâ tartışmaya açılmış, muhâsebesi yapılmış değildir.
Devlete çeki-düzen vermek, bunun için de gereken düzenlemeleri yapmak, şüphesiz, bir zarûretti. Ancak, bu mühim işin sağlıklı yapılması için yabancılar bu işin kesinlikle dışında tutulmalı, çıkarılacak herhangi bir kararın ne sonuçlar getireceği incelenmeli, hesaplanmalı idi. Eskiyi kökünden yıkmak yerine, değerini koruyarak, ona, içinde yaşanan çağın gereğine göre biçim verilmeliydi. Tabiî, bunun için, bütün dış etkileri elinin tersiyle itebilecek kadar güçlü olmak gerekirdi; bu güç yetirilmişti.
Nizâm-ı Cedîd’in de, Tanzîmât’ın da iyi sonuç vermediği görülüyor. Bunların, bedene uygun yeni elbise diktirmek yerine, telâşla, aceleyle, başkalarının da baskısıyla, bedene hiç uymayan hazır elbise giymeğe benzer işler olduğu zamanla anlaşılmaktadır. Tanzîmât’ı ilân eden genç Pâdişâh, bu hatt-ı hümâyûn’un gelecekte ne gibi etkileri olacağını, sonuçlarını tahmin edemeyecek, göremeyecek kadar toy ve tecrübesizdi. Nitekim, Tanzîmât Fermânıyla (3 Kasım 1839) “gayrı müslimlere, bütün rütbeler devlet memurluklarındaki kademeler açıldı. Müslümanlar hakkında şâhidlikleri bile kabûl edilmezken, Müslümanlar hakkında hüküm vermekte olan mahkemelerde üye oldular.”[8]
Yine, Avrupa’lı emperyalistlerin baskısıyla, 1856 yılındaki Tanzimat’ın devamı olan Islahat Fermanıyla, gâvura “gâvur” demek yasak edildi, cizye kaldırıldı. Cizye, başka vergilere benzemez: Kur’ân-ı Kerîm’de emredilmiştir (Tevbe (9) Sûresi, 29. Âyet-i kerîme).
“Her bakımdan, her şeyimizle Avrupa’lı GİBİ olmak”, Devlet politikası olarak devam etti: Osmanlı münevverinin (aydının) zihin ekseni: (var zannedilen, özü, derece derece, insana göre ihmâl edilen) İslâm’dan kurtulmak idi, her iş bu eksen çevresinde dönüyordu. Bu durumu, Batıcı, Yeni Osmanlıcı, çağdaşlıkçı, Ziya Paşa bile eleştirir:
İslâm imiş millete pâ-bend-i terakki (Milletin yükselmesine ayak-bağı İslâm imiş)
Evvel yoğ idi, işbu rivâyet yeni çıktı. (Önceleri yoktu, bu söylem de yeni çıktı).
***
Mason liderler yönetimindeki İttihad ve Terakki çağında güçlenerek devam eden bu akım, bu yörünge, son yüzyılda daha da güçlendi: 7-8 nesildir özenle takip edilen, çizilmiş “devlet politikası” idi. Cumhuriyet devrinde yapılan çağdaşlaşma eylemleri de bu gidişin, Üçüncü Selîm devrinde çizilen yörüngede seyrin devamıdır.
***
Bu yörüngede gidişin yetiştirdiği, bu akımın ürünü, sonucu olan okumuşlarımızın zihinlerinde, kendilerinin farkında bile olmadıkları görünmez ağlar, devlet politikası olarak örüle gelmiştir. Belli konular hakkında ASLA düşün(e)mezler, o konular, yenilikler, onlar için âdetâ puttur, ÖYLE imâl edilmişlerdir.
***
*Bir millet, TAM BAĞIMSIZ ise, o milletin aydınları, bağımsız olarak düşünebiliyorlarsa, yeni bir Anayasa yapılırken, HİÇBİR ÖN ŞART OLMAKSIZIN, milletin dünya görüşü, yönelişi ne ise, nasıl ise, ONA UYGUN bir Anayasa yapılır, değil mi?
*Yetiştirilecek gençler için müfredat, o milletin aydınını yetiştirecek şekilde düzenlenir, değil mi?
Peki, bizde ÖYLE Mİ?
***
Yapılması gereken:
*Anayasayı, Türk Milletinin dünya görüşüne göre, HİÇBİR ön şarta bağlı kalmaksızın hazırlamak,
**Türk aydını yetiştirecek olan okullardaki müfredat programlarını, Müslüman Türk aydını yetiştirmek hedefine göre düzenlemek.
Böyle yapılıyorsa, yukarıdaki 2 soruya “evet!” denilebilir.
Yoksa, kendimizi ALDATMAĞA devam eder gideriz, iki yakamız bir araya gelmez.
*** *** ***
05 Mayıs 2024
[1] Mustafa Nuri Paşa, Netâyicul Vukûât, IV, 34.
[2] Ahmet Şimşirgil, KAYI-VIII, Osmanlı Tarihi, İstanbul, 2016, Timaş yayını, s.214.
[3] Süleyman Hayri Bolay, Tanzimattan Günümüze Türk Düşünürleri, Nobel Akademik Yayıncılık 2015, c.I, s.24.
[4] Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, I, s. 411-412. Bold ve italik benim. M.M.
[5] age, 414.
[6] age, I, 413. Vurgular banim. M.M.
[7] İsmâil Hâmi Dânişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul, 1971, c. IV, s.123. Vurgular benim. M.M.
[8] Abdurrahman Şeref, Tarih Söyleşileri (Musâhabe-i Târihiyye), sasdeleştiren Mübeccel Nâni Duru, İstanbul 1980, s. 56.Vurgular benim. M.M.