Abdurrahim TOPRAK
Hemen herkesin bir şekilde ilgisinin olduğu, dolayısıyla da fikir sahibi olduğu mesele: eğitim. Ya veli ya öğrenci ya da eğitimci olarak bu konuyla ilgiliyiz. Böyle olunca eğitimle ilgili isabetli ya da isabetsiz, doğru ya da yanlış fikirler ortaya çıkıyor.
Eğitim meselesi ile ilgili en önemli fikir ise bu işe ciddi biçimde kaynak ayıran, imkân sağlayan ve personel istihdam eden devlete aittir. Devlete ait olan fikre/yaklaşıma da eğitim politikası deniliyor. Eğitim politikasını belirleyen politik erk bu meseleye ciddi biçimde kaynak ayırsa, çalışmalar yapsa da Cumhurbaşkanı’nın daha önce birkaç kez belirttiği gibi istenilen düzeyde hedeflere ulaşılamadığı görülmüştür. Bundan sonra da istenilen hedeflere ulaşılması çok mümkün görünmüyor.
Son 20 yıla baktığımızda yönetmeliklerden müfredata, kurum isimlerinden sınav sistemlerine kadar çok fazla değişiklik ve yenilik yapıldı. Kurum ve personel bazında eksiklikler giderildi. Teknolojik imkânlar geliştirildi, araç-gereçler zenginleştirildi. Ancak hala istenilen verim elde edilemedi.
Niçin?
Niçin sorusuna birçok cevap verebiliriz:
“Paranın adil paylaşımı hala sağlanamadığı için, ebeveynler çocuklarına “devlet kapısı”nda gelecek hayal ediyor. Bu da gereğinden çok akademik eğitim kurumunun açılmasına ve bu okullarda gereğinden çok öğrenci birikmesine neden oluyor.”
”İdeolojik saikle yapılan düzenlemeler verimsiz sonuçlar doğuruyor.”
”Vatandaş ve eğitimciler hep birlikte politik erk ile aynı hedeflere inanıp o doğrultuda çalışmıyor.”
”Eğitim anlayışı ve müfredat bir türlü bilimsel bir çizgiye oturmuyor.”
gibi birçok cevap verilebilir. Bu cevapların doğruluğu ya da yanlışlığı tartışılabilir, doğru cevapların sayısı değişebilir. Ancak bu cevaplardan bir tanesi var ki, o olmadan diğerleri pek anlamlı olmuyor. O da “Öğrenciler kendileri için doğru okullarda eğitim görmüyor.” Bu meselenin eğitim konusundaki en önemli sorun olduğu aşikârdır. Bu sorun çözülmeden yapılan ve yapılacak olan değişimler, yenilikler maalesef istenilen sonucu doğurmayacaktır.
Ne demek “Öğrenciler kendileri için doğru okullarda eğitim görmüyor.”?
Önce mevcut durumu doğru tespit edelim. Milli Eğitim Bakanlığının internet sitesinde yayımladığı geçtiğimiz yıla ait olan “Millî Eğitim İstatistikleri Örgün Eğitim 2022/2023” başlıklı raporu incelediğimizde, bugün öğrencilerimizin yarısından çoğunun akademik eğitim veren kurumlarda (Genel Ortaöğretim) eğitim gördüğünü, kalan kısmının meslek liselerinde (Mesleki ve Teknik Ortaöğretim) eğitim gördüğünü öğreniyoruz. Gelişmiş ülke örneklerine baktığımızdaysa öğrencilerin çoğunluğunun mesleki eğitimde daha azının akademik eğitim veren liselerde eğitim aldığını görürüz. Doğru olan da budur.
Mevcut durum ne anlama geliyor?
Akademik eğitim vasıtasıyla öğrenciler “tıp, hukuk, mühendislik, eğitim” ve benzeri alanlarda kariyer planları yapıyor. Bu da mevcut oranlar dikkate alınıp genel nüfusla kıyaslandığında 45-50 milyon kişinin bu meslekleri icra etmek üzere yetiştirilmeye çalışıldığı anlamına gelir. Tabii ki burada yetiştirmek söz konusu değildir. Bu rakam yetiştirilmeyi hayal eden ve sürece dahil olmuş-dahil olacak olan insan sayısını ifade eder. Hâlbuki bizim toplumumuz için yukarıda zikredilen iş sahalarında 10-15 milyon yetişmiş insan yeterlidir. Tıp, hukuk, mühendislik, eğitim gibi sahalarda 45-50 milyon insanın çalışması mümkün değildir, makul değildir, rasyonel de değildir. Peki, ihtiyaç fazlası 30-35 milyon kişiyi ne bekliyor? İşsizlik ve mutsuzluk… Üniversiteden mezun olup, on altı yıllık eğitim-öğretim hayatının sonunda eğitim aldığı mesleğin dışında başka işler yapmak zorunda kalan, eğitim almadığı sahada çalıştığı için “niteliksiz çalışan” olarak hayatını sürdürmek zorunda kalan milyonlar.
Toplumun gelecek yıllarda ihtiyaç duyacağı, istihdam imkânı bulunan meslekler tespit edilip, buna göre eğitim-öğretim süreçlerini planlamak, öğrencilerin okullara dağılımında da bu plana sadık kalmaya çalışmak ülke çıkarınadır ve doğru olandır.
Peki, mevcut durum çocuklarımız açısından bize ne anlatıyor?
Bu soruya vereceğimiz cevap örgün eğitimde neden bir türlü hedeflenen doğru istatistiklere ulaşamadığımızı da açıklıyor.
Yukarıda değindiğimiz gibi bugün öğrencilerimizin yarısından çoğu doğru okullarda okumuyor. Olmaması gereken yerde “zorunlu” olarak tutulan öğrenci 12 yıl boyunca “ilgisi, kabiliyeti, potansiyeli” bakımından verimsiz bir ortamda bulununca “isteksiz, mutsuz ve başarısız” oluyor. İlgi duyduğu alanlarla alakasını kesiyor, var olan diğer kabiliyetleri köreliyor, potansiyeli zayıflıyor. Doğru bir eğitimle çok iyi bir ara eleman olabilecekken sistem tarafından istatistiklerin eksi hanesine yazılıp başarısız insan oluyor. Aslında eleme usulüne göre yapılan merkezi sınavlarda az net yaptığı için sistem açısından başarısız kabul edilen öğrencinin kendisi de “başarısız insan” olduğuna ikna oluyor. Belki de hayatı boyunca bu kabulle yaşıyor.
Böylece ne elde ettik?
İsteksiz, mutsuz, başarısız öğrencilerin çoğunluğunu oluşturduğu akademik eğitim kurumlarında başarılı öğrencilerin azınlıkta kalmasını sağladık. Azınlıkta kalan, akademik eğitime uygun öğrenciler için de verimsiz bir iklim oluşturmuş olduk. Yani özetle üç olumsuz sonuca ulaşmış olduk:
Akademik eğitim kurumları için bir anlamı olmayan kabiliyet ve potansiyele sahip çocukları zorunlu biçimde akademik eğitime tabi tutarak onların geleceğini kaybettik.
Bu öğrencileri mesleki eğitime tabi tuttuğumuzda kazanabileceğimiz çok değerli ara elamanları kaybettik.
Çoğunluğu akademik eğitime uygun olmayan öğrenciler arasında azınlıkta kalan başarılı olma potansiyeline sahip öğrencilerin de başarısını engellemiş olduk.
Yani tek hamlede üç verimsiz, kötü sonuca ulaşmış olduk.
Durumu daha da somutlaştırmak adına çoğumuzun artık dikkatimizi çektiği iki durumu hatırlatayım. Dikkat ettiyseniz artık uzman hekimlere bir ustadan daha kolay ulaşıyoruz. Ve ustaların istedikleri ücret doktor ücretlerini geçmiş durumda. Bu durum çok doktor yetiştirdiğimiz anlamına gelmiyor. Artık usta yetişmediği anlamına geliyor.
Peki, bu ustalar nerede?
Ustalar da marketler de kasiyerlik yapıyor. Akademik eğitim alarak orta düzeyde başarı gösteren genç Anadolu’daki küçük bir üniversitede geleceği olmayan bir bölüm bitiriyor. Eğitim aldığı alanda çalışma imkânı bulamayınca ya kurye ya kasiyer oluyor. Bu gencimiz akademik eğitim yerine mesleki eğitim almış olsa ilgisi, kabiliyeti ve potansiyeli olduğu bir sahada iyi bir usta olabilirdi. Yani iyi bir usta kaybedip vasat bir kasiyer kazanmış olduk. Okuduğu üniversitede elde ettiği(?) kazanımlar da zayi olmuş oldu.
Peki, bu görmezden gelinemez olumsuzluğu ortadan kaldırmak için ne yapıyoruz?
Sürekli yönetmeliklerde değişiklik yapıp, personelin yapması gereken işleri çeşitlendirip-çoğaltıp, müfredatı değiştirip, sınav sistemlerinde değişiklikler yapıp, sınavların isimlerini değiştirip, öğretmenleri sürekli daha çok motive edip sonuç almaya çalışıyoruz. Böyle yaparak istenilen iyi sonuçlara ulaşabildik mi? Hayır. Ulaşabilir miyiz? Maalesef hayır.
Hülasa, eğitim konusunda yapılmasını gereken ilk şey öğrencilerin ilgi, kabiliyet ve potansiyellerine uygun okullarda eğitim görmesini sağlamaktır.
Peki, anlaşılması-görülmesi bu kadar basit olan sorunu neden çözemiyoruz?
Sanayileşme ve toprak reformu başlıklarındaki kötü karne nedeniyle devletin hala en büyük işveren konumunda olduğu herkesin malumudur. Bununla birlikte para da (artı değer) adil paylaşılmamaktadır. Mevcut asgari ücretle orta standartlarda bir yaşam mümkün olmadığından ebeveynler çocukları için “akademik eğitim” vasıtasıyla “devlet kapısında” iş sahibi olmayı bir kurtuluş olarak görmektedirler. Bu sebeple ebeveynlerimizin çoğu zorunlu olmadıkça mesleki eğitimi tercih etmiyorlar.
Toplumun tüm kesimleri bu problemin çözümünde ittifak etmeden sorunun ortadan kalkması pek mümkün görünmüyor.
Tüm ebeveynlerin kendi kendilerine aydınlanmalarını, çocukları için doğru kararlar alma cesaretini göstermelerini bekleyemeyiz. Böyle olunca da ilk ve ortaokulda umut kesilen, başarısız sayılan öğrenciler mecburen mesleki eğitimi tercih ediyor. Sonuç olarak toplumun çok ihtiyaç duyduğu ara elaman sınıfında da ciddi bir nitelik sorunu dikkat çekiyor. Politik erk, veli ve öğrencilerin arzularını görmezden gelip hayallerini yıkarak ilk seçimde çok büyük bir fatura ödememek için öğrencilerin okullara yönlendirilmesinde yasal zorunluluklar koyup sistem değişikliğine gitmekten çekiniyor.
İlkokulda ilgi, kabiliyet ve potansiyelleri keşfedilmiş öğrencileri; ortaokul sürecinde tespitlerin doğru-isabetli olup olmadığı kesin biçimde teyit edildikten sonra lisede “ilgi, kabiliyet ve potansiyeline” uygun okula göndermek veli ve öğrenciye değil devlete bırakılması gereken bir konudur. Bu noktada “özgürlükler” tartışması açılacaktır. Ancak takdir edersiniz ki son yüz yılda manipülasyona en açık konuların başında da özgürlük kavramı gelir. Bu bağlamda özgürlükler kavramının karşısına bireyin içinde bulunduğu topluma karşı görev ve sorumlulukları konulabilir. Daha açık söyleyecek olursak “belli ilkeler etrafında ittifak etmiş, sağlıklı bir toplumda” gelecek 25-50-75 yılda nüfusun hangi rakamlara ulaşacağı, bu nüfusun hangi meslek dallarında kaç yetişmiş insana ihtiyaç duyacağı(yaklaşık olarak), mevcut insan varlığının bu bağlamda nasıl planlanacağı devletin görevi olmalıdır. Bu mesele ebeveynlerin ve çocukların arzusuna terk edilmemelidir. Bu noktada politik erk eğitim-öğretim alanında istenilen hedeflere ulaşmak istiyorsa seçmenle ters düşmeyi göze almak zorundadır. Pek tabii “seçmenin” arzusu çocuğunun “doktor, hâkim, mühendis, öğretmen” olmasıdır. Ancak bu arzu, evladının “ilgi, kabiliyet ve potansiyelinin” bu mesleklere uygun olduğu anlamına gelmez. İşte politik erk bu noktada “zorunlu” olarak pozisyon almaya mecburdur. Nasıl ki “zorunlu” olarak insanları 12 yıl eğitime tabi tutmak “özgürlükler” konusunda tartışma konusu edilmiyorsa “devletin zorunlu yönlendirmesi” de bu tartışmaya konu edilmemelidir.
Her öğrencinin “ilgisi, kabiliyetleri, potansiyeli” gözetilerek kendisi için doğru okulda eğitim alması sağlandıktan sonra yapılması gereken diğer konular ele alınabilir. Eğitimci kadrosunun nasıl yetiştirileceği, müfredatın ne olacağı- nasıl uygulanacağı, sınavların biçimi-içeriği-ismi, sınıf geçme yönetmeliği, zorunlu eğitimin süresi gibi konular gündeme gelebilir. Bu başlıklarda yapılacak değişikliklerden ve yeniliklerden ancak o zaman sonuç alabiliriz. Öğrencilerin kendileri için doğru okullarda eğitim görmesi temin edilmeden yapılan değişiklikler ve yeniliklerden istenilen sonuçlar bugüne kadar alınamamıştır. Bundan sonra da sonuç almak mümkün olmayacaktır. Emek, zaman, imkân ve insan israfı kaçınılmaz sondur.
Dünyanın en iyi terzisine kot kumaş verip ondan damatlık istersek şu olur:
Kot kumaştan dikilen damatlık istenilen nitelikte olmaz.
Ortalama bir terzi elinde günlük kıyafet olabilecek olan kot kumaş zayi olur ve bir de o kıyafetten oluruz.
Kot kumaştan uygunsuz bir damatlık diken usta terzi “kötü terzi” olur.
İyi bir damatlık istiyorsak terzimize doğru kumaşı vermeliyiz. O vakit iyi bir damatlığınız, gündelik giyebileceğiniz spor bir kıyafetiniz ve saygın bir terziniz olur. Bir başka deyişle; kalıp değiştirerek, model değiştirerek, ölçü değiştirerek, renk değiştirerek, terziyi daha çok motive ederek kot kumaştan herkesçe kabul görecek bir damatlık elde edemeyiz.
Eğitimde uygun kumaşı uygun bir terziyle buluşturarak işe başlamak zorundayız.
—————————————–
Kaynak:
https://fikircografyasi.com/makale/yeni-mufredat-calismasi-uzerine