Adaların Masalcısı Sait Fâik …

Tam boy görmek için tıklayın.

“Her memlekette kaç tane Konstantin Efendi var kim bilir?

Kuşlardan sonra şimdi de milletin yeşilliğine musallat oldular.”

(S.F. Abasıyanık-Son Kuşlar)

Ölümünün hemen ardından 15 Mayıs 1954’te Dünya gazetesinde yayımlanan Melih Cevdet Anday imzalı bir yazıda onun için “Adalı idi. Hem Adapazarlı hem Burgazadalı.” denmiş. Bence bu söz Sait Fâik’i anlatmak için seçilmiş sade, basit tam da yerinde bir sözdür.

1906’da Adapazarı’nda doğan, yarım asra yaklaşan ömrünün büyük bir bölümünü Burgazada’da geçiren Sait Fâik’in dünyası âdeta adalardan ibarettir. Hikayelerinde çokça bahsettiği bu dört bir yanı su ile çevrili kara parçası sanki onun için yaratılmıştır.  Sivri Ada Geceleri adlı hikâyesinde dediği gibi o, sanki adaların masal anlatıcısıdır:

“Bütün kabile halkı bana kızmıştı:

– Bu herif çalışmayacak mı? Oturup kayalara, düşünecek mi? Martı ölmüş, onu seyredip bize masal mı anlatacak?”[1]

İlk romanında da yine bir “ada” vardır. Romanın adı bile adaya ulaşacağı bir vasıtanın adıdır: Medar-ı Maişet Motoru

Yeni Mecmua’da 1940-41 yılları arasında tefrika edilen bu romanı Sait Fâik büyük koruyucusu, destekçisi eskilerin tabiri ile hâmîsi olan annesi Makbule Hanım’dan aldığı yardımla, Ahmet İhsan Basımevi’nde 2000 adet olarak bastırır. Bastırır, bastırmasına da henüz dağıtılmaya başlanmışken Yaşar Nabi Nayır’a göre, “Hiçbir mâkul ve haklı sebep olmadığı halde Vekiller Heyeti kararıyla toplattırılır.”[2] Sene 1944’tür. Ee, ne yapacaksınız, o yıllar İnönü’nün Milli Şef olarak memlekete hükmettiği yıllardır. 3 Mayıs 1944 olayları sonrası Türkçü Hüseyin Nihal Atsız’ın ve arkadaşlarının başına gelenler de Sabahattin Ali’nin uğradığı suikast de hep bu döneme rastlamıştır.

Neyse, bu olup bitenleri, sistemin eleştirisini, memleketi idare edemeyenlerin beceriksizliğini, yıllardır büyük hedeflerimize ulaşamamamızın sebeplerini, çok süratli bir şekilde siyasi tarihçilere ve siyaset bilimiyle uğraşanlara bırakıp hemen asıl konumuza dönelim. Adalı Sait Fâik’ten, onun hayat hikâyesinden, yazdıklarından ve hatta hakkında yazılanlardan konuşalım…

Konuşalım diyorum da kalem pek rahat durmuyor… Hiç hesapta olmayan yerlere ucunu sokup çıkarıyor. Zaten kafalar karışık. 31 Mart vakası gibi bir olay, bir ay önce yeniden yaşanmışken ne diye etliye sütlüye karışıyorsun be adam diyeceğim ki lâf anlamıyor…Gidiyor birtakım olayları tarihin tozlu raflarından bulup çıkarıyor. Ben Sait Fâik deyince de “Sanatçının düşüncesi hudutlanmaz” diyerek   Sait Fâik’in 1949 da Akşam gazetesinde yayımlanan bir ankete verdiği cevabı önüme sürüyor:

“Şu karşıki sandalı görüyor musunuz? Bakın sahile yaklaşıyor. Onu yürüten şey nedir? Kürekleri değil mi? Ya şu uçan martılar! Kanatları yolunsa artık uçabilirler mi? Düşünce de böyledir. Dört duvar arasında kapatılmak istenirse kanatsız kuş, küreksiz sandal oluverir ve bütün mânasını kaybeder.”[3]

Düşünceye, sanata, sanatçıya hürmet elbette önemli ve değerlidir. Bu saygıyı Sait Fâik de devlet adamalarından ve yaşadığı toplumdan beklemiş; tıpkı düşünceyi baş tacı eden diğer sanat erbapları gibi… Meselâ Ziya Paşa gibi. Bakın Tercîh-i Bendinde ne diyor Paşa:

“Yâ Rab nedir bu dehrde her merd-i zü-fünûn   

  Olmuş belâ-yı akl ile ârâmdan masûn”    

(Ya Rab, bu dünyada her bilgi sahibi insan, aklıyla hareket etmesinin belası ile neden rahattan, huzurdan uzak kalmıştır?)

Halbuki düşünmek, akletmek rahatsızlığın değil rahat etmenin; karanlığın değil, aydınlığın yoludur. Toplumların kalkınması, medeniyetlerin oluşması da aslında hep bu konuda gösterilen çabaya bağlıdır.

“İtaat et, rahat et!” sloganından kurtulup körü körüne yürümekten vaz geçenler, yeni düşüncelere aç ve açık olanlar, sorup sorgulayanlar, gelişen ve değişen bir dünya kurmuşlardır. Aksi bir yol ve yöntem zaten felakettir.  Böyle bir ortamda yaşamak zorunda kalan bir sanatçı ne yapabilir? Bu sorunun cevabını ancak ümitsizliğe düşmeden mücadeleye devam edenler verebilir. Sait Fâik’i dinleyelim:

“Geçenlerde arkadaşım Eyüboğlu’na edebiyatla uğraşmaktan bıktığımı ve artık yazmayacağımı söyledim. Bana, «Son mütalâada seni okuyan bir lise talebesi varsa onun için yazmalısın» dedi. Ben de şimdi onları düşünerek yazıyorum.”[4] Onları düşünerek yazsa da Sait Fâik, zaman zaman ayağına takılan çelmelerden bıkıyor, tükeniyordu. Pes diyordu. “Haritada Bir Nokta” da olduğu gibi:

“Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım.

Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum.

Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”[5]

Demek ki bazen şunun bunun için değil, sadece kendi ruh sağlımız için yazacağız ve  yola revan olacağız. Sait Fâik’in Medar-ı Maişet Motoru gibi… 1944‘te yasaklanınca kimi paragrafları çıkartılarak “Birtakım İnsanlar” adıyla 1952 yılında yeniden okuyucularına kavuşur. Yaşar Nabi, ikinci baskının hikayesini Varlık dergisinde (Temmuz 1954) anlatırken “Kitabın adını da değiştirmenin doğru olacağını düşündük. İçindeki bölüm başlıklarından birini kitaba ad olarak seçtik. Bu masum romana vaktiyle yapılmış olan suikast de ayrı ve yazılmaya değer bir hikâyedir.” der ve bir ay sonra yine Varlık dergisinde “Medar-ı Maişet Motoru” na yapılan suikastı da suikastçıyı da anlatır:

“Sait Fâik’in bütün eserini okuyun: Sınıf kavgasıyla ilgili bir şey bulamazsınız. Ama iliğimizi sömürenleri, zevksiz ve kaba sahte kibarları, ciğeri beş para etmez vurguncuları yere vurmuş, temiz halk adamlarından yana çıkmıştır.”[6]Ardından da suikastı yapanın Peyami Safa olduğunu açıklar:

“Başkalarının insanlık adını vereceği bir görüşü Peyami Safa, Marksçılık sayıyorsa bir diyeceğimiz yok. Halbuki bir yazısında sosyal adalete kendisinin de şiddetle taraftar olduğunu yana yakıla anlatmıyor muydu?”[7] der.  Ancak bu konuda yeterli delillere sahip olmadığı halde, tuhaf bir şekilde Peyami Safa’ya yüklenir.

Halbuki Sait Fâik’in değerini keşfeden ve onu edebiyat dünyamıza ilk tanıtan da Peyami Safa’dır. Rivayete göre de kitabın yasaklanmasında en baskın görüş, o dönemde Mecliste tartışılan “Toprak Reformu” ile ilgili olduğudur.

Bunun en açık ipucu da kitabın “Birtakım İnsanlar” adı altında yapılan ikinci baskısında çıkartılan birkaç paragrafıdır. Mesela, romanın kahramanlarından Fahri’nin sevdiği kıza yazdığı mektupta şöyle cümlelere rastlarız:

“…İlk insanların, karada, kendilerine mahsus birkaç dönüm arazileri muhakkak varmış. Bütün anlaşamamazlık belki de kuvvetlinin zayıftan aldığı toprak yüzünden çıkmış. Hâlâ da çıkmakta…/ …Bu ne bir çiftlik sahibi olmak arzusu ne de ağa olmak yoludur. Diyeceksin ki, “Bu, yalnız senin hayatın boyunca böyle olur da çocukların, ağır ağır ağa olmaya giderler.”[8]

İşte bu cümleler dönemin zihniyetine göre kitabın toplatılmasında başat rol oynamıştır. Tuhaf ama gerçek budur. Yıllar sonra işin farkına varanlar kitabı “Medar-ı Maişet Motoru” adı altında yeniden yayımlarken daha önceki baskıda çıkartılan bu cümleler, dikkat çekici şekilde bold (kalın) girilmiştir.

Evet, anlaşılan o ki kitabın toplatılmasında Peyami Safa masumdur.  Hem Beşir Ayvazoğlu’nun tespitlerine göre: “Sait Fâik’in ilk hikâye kitabı “Semaver” 1936’da yayımlandıktan sonra ünlü hikâyecimizle ilgili güzel temenniler ilk defa Peyami Safa’nın çıkardığı “Kültür Haftası” dergisinde 15 Nisan 1936’da dile getirilir. Birkaç yıl sonra, Sait Fâik’in ikinci hikâye kitabı Sarnıç’ın (1939), yayımlanması üzerine, Peyami Safa Cumhuriyet gazetesinde, kitap hakkında düşüncelerini uzun uzun açıklar.”[9]

Sait Fâik’in ölümünün ardından yazdığı bir yazıda ise şöyle der Peyami Safa:

“Semaver’i çıktığı zaman, Sait Fâik’i halka tanıtmak için, Cumhuriyet’te ilk makaleyi ben yazdım. O tarihte Sait bir amatördü ve nesrinde mahzun ve sevimli bir çocuğun kekelemesi vardı. Hikâyeleri bir sigara paketi arkasına acele çizilmiş krokiler gibi natamamdı; fakat onun dalgın mavi gözlerindeki devamlı rüya hali, sisli ve dağınık nesrinde de kendini belli ediyor ve Sait’in bir hikayeciden ziyade bir şairin ruh yapısı ile dünyaya geldiğini sezdiriyordu…” [10]

Ayrıca, Sait Fâik’in sanatı hakkında düzenlenen bir ankette, sorulan sorulara cevap veren Peyami Safa onunla ilgili bir hatırasını da nakleder:

“Sait hakkında bir hâtıramı anlatayım. Bir gün onu Beyoğlu meyhanelerinin bir tezgâhı başında buldum. Üstü başı perişandı. Bana işsizlikten şikâyet etti. Halinde bir aç münevver mahzunluğu vardı. Benim de iş ve para durumum iyi değildi. Yüreğim parçalandı.

— Sana bir iş arayayım, dedim.

Merhametime dikkat etti ve kızdı.

— Yok canım dedi. Para için değil, işsizlikten sıkılıyorum, yoksa annemden ben her ay iki yüz lira alırım.

Doğru söylüyordu. O zaman ben kendime acıdım.”[11]

Gerçekten doğru söylüyormuş Sait Fâik. Haldun Taner de bu doğruyu “Ölürse Tenler Ölür, Canlar Ölesi Değil” adlı kitabında şöyle teyit eder:

“Bir gün Sanat Dostları Lokalinde, Türkiye’de sanatçıları koruyan “mesen”lerin eksikliği tartışılıyordu. Birisi, “Türkiye’de hiç mesen yoktur.” dedi.

Sait Faik atıldı: “Vardır,” dedi.

“Kim?” diye sordular.

“Annem,” dedi

Anacığı Sait Fâik’in tek meseni, en anlayışlı dostu, tek sır yoldaşı oldu dünyada. Kereste tüccarı babasına kalsa onu kendine kereste işinde halef edecekti. (…) Oğlunu yalnız hayatta iken değil, o öldükten sonra da korumayı ödev edinen sayın anacığı malını mülkünü adadığı bir vakfa Sait Fâik anısını hep ayakta tutma ödevini de yükledi…”[12]

İşte böyle sevgi ve şefkat dolu bir “mesen”in   bitip tükenmeyen desteğini alarak kalemiyle dost olan Sait Fâik, lise yıllarında başladığı yazma tutkusunu ömrünün sonuna kadar devam ettirmiştir. Hikâye, roman, şiir yazan, çeviriler ve röportajlar yapan sanatçı bütün bu türleri kendine özgü tarzı ile edebiyat dünyamıza armağan etmiştir.

Adapazarlı Sait Faik’in babası kereste tüccarı, dedesi Sait Ağa ise şehirdeki münevverlerin uğrak yeri olan bir kahvenin işletmecisiymiş. Annesi Makbule Hanım da şehrin ileri gelenlerinden Hacı Rıza Bey’in kızıymış. Ailenin soy adı aslında “Abasızoğulları” imiş. Soyadı kanunu çıkınca, Sait Faik’in isteğiyle «Abasıyanık»a çevirmişler.

Gerçi Necip Fazıl Kısakürek ona “Bâbıâli fırınında yanarak kavrulup gitmiş” bir adam muamelesi yaparak “Abasıyanık değil, kafası yanık”[13] demişse de Sait Fâik kendince doğru kabul ettiği yolda yürümüş; öyle bazı çağdaşları gibi garip zikzaklar çizmeden yaşadığı gibi yazmış, yazdığı gibi de yaşamıştır.

Sait Fâik’in çocukluğu Adapazarı’nda geçmiş Orta öğrenim için İstanbul’a gelmiş, onuncu sınıfa kadar İstanbul Erkek Lisesi’nde okumuş, Arapça hocası Salih Bey’in minderine iğne koymaktan 41 arkadaşıyla birlikte Bursa Erkek Lisesi’ne sürgün edilmiştir. Tam bir şımarık öğrenci haylazlığıyla geçen okul yılları, yüksek öğrenimde de kendini göstermiştir…

Bir müddet İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi’ne devam etmişse de canı sıkılmış, babasının arzusu ile 1931 yılında, ekonomi tahsil etmek maksadıyla, Venedik üzerinden İsviçre’ye gitmiştir. Lozan’da on beş gün kadar kalmıştır. Ekonomi bilimini ve yaşadığı çevreyi sıkıcı bulduğundan Fransa’ya, Grenoble’e geçmiş. Bu şehirde gönlünce başıboş, okuyup yazmayı aklına bile getirmeden, üç yıl yaşamış…

Fransa’dan döndükten sonra da yine aylak aylak dolaşmış. Bir ara can sıkıntısından kurtulmak için Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mektebi’nde Türkçe öğretmenliği yapmış; fakat kısa bir süre sonra sıkılarak buradan da ayrılmış. Ardından babasının ısrarı üzerine zahire ticareti yapmaya başlamışsa da pek dikiş tutturamamış.

Aslında bu durum Sait Fâik için biçilmiş bir kaftandır. Hayatı umursamayan burjuva aylaklığı onu diğer yazarlardan ayıran en bariz özelliğidir. Yazdıklarından ekmek parası kazanmak gibi bir derdi olmadığı için de keyfince yazmıştır.

Mehmet Kaplan’a göre de:

“Mizacı itibariyle de bir «rind» idi. «Rind», şarkın yetiştirdiği olgun adam tipidir. O, bu garip, güzel ve anlaşılmaz dünyanın içinde, kalbi iştiyakla dolu, âvâre dolaşır. Varlığı parçalanmış bir bütün olarak hisseder. Bundan muztarip olur; insanları, hayvanları, nebatları ve eşyayı sevgi ile kucaklar; sevgisi ile her şeyi birbirine bağlamaya çalışır. Sait’in anlatma tarzı Garplı, yaşayış tarzı ve hayat felsefesi “Şarklı”dır. Onda çok modernleşmiş bir şeklin içinde, Mevlânâ’dan, Yunus’tan, Bağdatlı Ruhî’den bir şeyler vardır.”[14]

Belki de “Her şey bir insanı sevmekle başlar” derken bu “şarklı hayat felsefesini” ortaya koyuyordu. Sık sık Burgazada’ya kaçıp inzivaya çekilse de yalnızlık onun için zor bir zanaattı. Bunu da en güzel “Hişt, Hişt!” adlı hikayesini bitirirken dile getiriyordu:

“Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.

Hişt hişt!

Hişt hişt!

Hişt hişt!”[15]

Evet, tıpkı Ziya Paşa gibi, Necip Fazıl gibi, Haldun Taner gibi “adaların masalcısı Sait Faik” de yine bir ilkbaharda, 1954’ün 11 Mayıs’ında 48 yaşında, belki de bir adadan; çalıların, çiçeklerin arasından; belki de bir tepeden, bir patikadan koşarcasına ölüm denen sonsuz denize ulaşır…

Dostu, şair Fazıl Hüsnü Dağlarca onun ölümünden bir yıl sonra bir “Ağıt” yakar ve der ki:

Ölmüş Sait

Deniz mavisinden erken

Bunca sevgiden sonra

Ölmüş, annesini öperken.

Ölmüş, eli ayağı uzak

Camların üstü buğu.

Ölmüş, çocuklar izin vermeden

Yüzünde sarışın çocukluğu…[16]

Kaynaklar

[1] Taş, Fahri. “Sait Faik Abasıyanık” Kültür ve Turizm Bak. Yay. Ank. 1988. s.130

[2] Alangu, Tahir. “Sait Faik İçin” Yeditepe Yay. İst. 1956, s.191

[3] Alangu, Tahir. age.s.79

[4] Alangu, Tahir. age.s.80

[5] Taş, Fahri. “Sait Faik Abasıyanık” Kültür ve Turizm Bak. Yay. Ank. 1988. s.115

[6] Alangu, Tahir. age.s.192

[7] Alangu, Tahir. age.s.192

[8] Faik, Sait. “Medarı Maişet Romanı” Türkiye İş Bankası Kültür Yay. İst. 2014, s.105

[9] Ayvazoğlu, Beşir. “Peyami Hayat Sanatı Felsefesi Dramı” Ötüken Neşriyat İst. 1998, s. 240

[10] Alangu, Tahir. age.s.61

[11] Alangu, Tahir. age.s.134

[12] Taner, Haldun. “Ölürse Tenler Ölür, Canlar Ölesi Değil” Bilgi Yayınevi, İst. 3.bs.1986, s.151

[13] Kısakürek, Necip Fazıl. “Bâbıâli” Büyük Doğu Yay. İst. 1975 s.216

[14] Alangu, Tahir. age.s.129

[15] Taş, Fahri. “Sait Faik Abasıyanık” Kültür ve Turizm Bak. Yay. Ank. 1988. s.152

[16] Dağlarca, Fazıl Hüsnü. “Ağıt” Vatan’ın Sanat Sayfası, 15 Mayıs 1955

Yazar
M. Hayati ÖZKAYA

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen