(Doğumu: 26 Mayıs 1904 – Ölümü: 25 Mayıs1983)
O; Türkçeyi emsâlsiz bir mahâretle kullanan, kelimeleri bir kuyumcu titizliğiyle işleyip taçlandıran, infilâk hâlindeki yanardağlar gibi için için yanan, rûhu fırtınalı ummanlar gibi dalgalanan, engin muhayyilesiyle has şiirin şafağına dayanan ve “Her mısraı bir şiir mecmuası”[1] olan “Şâirler Sultânı”ydı.
O; çölleşen fikir dünyamıza düşünceleriyle hayat veren, kandilleri sönmeye yüz tutmuş bir kubbenin rûhunu kalemiyle ateşleyen, kendimize ait mukaddes rüyâları görmemiz için “küllî bir tefekkür şuuru” oluşturmayı hedefleyen, yeniden câmi merkezli bir medeniyet inşâ etmeyi gâye edinen, fikirlerini sanat ve estetikle tevhîd eden sıra dışı bir mütefekkirdi.
O, hem tasavvuf deryâsının derinliklerine dalan, hem de şâirliğin zirvesine ulaşan; mekânla zamanı, ezelle ebedi, idrakle sezgiyi, akılla duyguyu, coşkuyla ritmi, biçimle âhengi birleştiren; fikrî yazılarında sanatkârlığını tebellür ettiren, sanat eserlerinde de mütefekkirliğini temâyüz eden müstesnâ bir edipti.
O; mücerredi müşahhas sembollerle ifâde eden anlatım biçimiyle nesri canlandıran, makâlele-rini çarpıcı cümlelerle şâha kaldıran ve müthiş hitabetiyle kitleleri heyecanlandıran muazzam bir kalem ve kelâm erbâbıydı.
O; halefi ve selefi olmayan büyük bir şâir, bakış açısı ufuk çizgisinin ötesine nüfuz eden zirve bir nâsir ve metafizik duyarlılığını çok farklı bir üslupla dile getiren muazzama bir hatip olduğu gibi;
“Allah, Resul aşkıyla yandım, bittim, kül oldum,
Öyle zayıfladım ki, sonunda herkül oldum.”[2]
diyerek îman, aşk ve sanatı tasavvuf neşvesiyle billurlaştıran, “Lâle”ye müştak “Gül” muhabbetiyle hayatı anlamlı kılan, “Vasiyet”inde belirttiği gibi; “Allah ve Resul aşkının yanık bir dîvânesi” olduğu-nu ifâde etmesine rağmen nefsinin esaretinden kurtulamadığı için kendi içindeki dünyevî fırtınalarla boğuşan ve her zaman “ben” duygusu hep önde olan, “mağlubiyeti aslâ kabul etmeyen fırtına gibi bir dâvâ adamı”ydı.[3]
O; maddede vâr olan ihtişâmın sırrına eren, maddenin esrârında Allah’ın (c.c.) azâmetini gören, madde-ruh problemini iç âlemindeki coşkuyla bütünleştirip, zekâsının kıvraklığı sayesinde tadına doyulamayan muhteşem bir üslûpla dile getiren;
“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış,
Mârifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış.”[4]
diyerek poetikasını en veciz bir biçimde ortaya koyan büyük bir sanatkârdı.
O; kendine has cümleleri, büyülü anlatımı, estetik kaygıları, sembollere yüklediği mânâların modern yansımaları, zıtlıkların âhengini ortaya koymadaki ifâde gücünün metafizik derinliği, kelime zenginliği, fikrî ve felsefî alanlardaki düşünce bütünlüğüyle nev’i şahsına münhasır bir nesir dili inşâ eden, kendine özgü kibriyle çok zor beğenen ve kendisini en önde gören bir nâsirdi.
O; el attığı her alanda şâhikalaşmış, üç hâneli rakamlarla ifâde edilen telif eserlere imza atmış, keyfiyette olduğu kadar kemiyette de Türk edebiyat ve tefekkürünün yüzünü ağartmış; şiir, tiyatro, tarih, hikâye, din-tasavvuf, roman, polemik ve tefekkür sahalarında pek çok eser vermiş bir velût yazardı.
O; karanlık devirleri aydınlatmış, kendini bütün varlığıyla inancına adamış, “Türk’ün ruh köküne bağlı”[5] nesillerin yetişmesi için çıra gibi yanmış, beyinlere ve gönüllere ışık tutmuş, gençliğe istikâmet vermeyi başarmış, millî kalarak evrenseli yakalamış müthiş bir fikir ve aksiyon kasırgasıydı.
O, Türk milletinin akıl almaz bir zillet içinde boğulmasına karşı isyan etti; baş koyduğu yolda tatmadığı eziyet, görmediği cefâ, çekmediği çile kalmadı. Dûçâr olduğu baskılar karşısında azâmetinden, asâletinden, cesâretinden, celâdetinden, metânetinden ve izzetinden hiçbir zaman tâviz vermedi. O; mahcup tavırlı Müslüman bir kitleye, zâlimler karşısında nasıl bir mağrur duruş sergilenmesi gerektiğini yazıları ve tavırlarıyla tebliğ eden, ancak yazdıkları ve yaşadıkları arasında kendini arayan ser-âzâd bir insandı.
O; mağdurların, mâsumların, mazlumların safında yer alan, çiğnenen mukaddesat ve unutturulmak istenen millî değerler için mücâdele veren, her zaman zora tâlip olan, Müslüman Türk’ün mukaddes değerlerini müdafaadan aslâ geri durmayan, emniyet-mahkeme-cezaevi arasındaki baskılardan hiç yılmayan ve fikir kılıcını çekerek Tek Parti Dönemi’nin fildişi kulelerini kalemle birlikte yıkmaya çalışan ve sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen Alperen serdengeçtilerdendi.
O; “Ha tüfeği olmayan asker, ha öfkesi olmayan fikir”[6] diyerek fikirde aksiyon arayan, “aksiyon düşmanı fikir adamı, dişleri sökülmüş ve pençeleri törpülenmiş bir sirk aslanı kadar merhamet telkin edicidir.”[7] hükmünün “Çerçeve”sini çizen ve aksiyonerliğini hayata geçirirken;
“Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes
Ey kahpe rüzgâr artık nereden esersen es.”[8]
diyen büyük bir mücâdele adamıydı.
O, İslâm’ı yok sayan, millî değerlerimizi göz ardı eden zihniyete karşı ciddî, tutarlı ve seviyeli ilk hesaplaşmayı başlatan korkusuz bir şâir ve mütefekkirdi. O’nun mısrâları ilkbahar çiçeklerinin üzerine yağan rahmet misâli gönüllerimize damlarken, nesri de inkârın buz dağlarını bir ağustos güneşi gibi eritti ve “Tarihteki yobazların” yobazlıklarını ispat etti.
O; herkesin kullandığı kelimelere hiç kimsenin tasavvur edemediği anlamlar yükleyerek çarpıcı nüanslar kazandıran, onlara yeni ufuklar açan, duyguları söylenebilme imkânlarının son haddiyle dile getiren, insan muhayyilesinin müntehâsını zorlayacak ifâdeleri terennüm eden muhteşem bir erbâb-ı kalemdi. Bu yüzden O, isminin müterâdifi olan “Üstâd” sıfatını kâmil mânâsıyla hak etmiş, hiç boşluk bırakmadan, hatta taşacak bir biçimde üstad kelimesinin içini bihakkın doldurmuş ve hatta üstad sıfatı bile O’nu ifâde etmek için yetersiz kalmıştı. Çünkü üstad kelimesi, Hâşim’in ifâdesiyle, “ehliyetin son olgunluk mertebesi” olup “dâhînin bir derece aşağısıydı.” O; üstad kavramını aşan birisi, hakkıyla ifâde etmek gerekirse ‘Üstadların Dâhîsi’ydi.
Hülâsâ O; şiirde, nesirde, tefekkürde, hitâbette zirveyi tutan; edebiyatın birçok sahasında, tiyatro, hikâye, roman, tarih, biyografi, inceleme, deneme, fıkra, makâle ve mîzah dallarında, fikrî ve felsefî alanlarda, din ve tasavvuf mevzuunda mühim eserler veren; ilgi çekici bir hayatın, müstesnâ bir sanatın ve çaplı bir şahsiyetin sâhibiydi. O, şiirdeki tartışılmaz büyüklüğünün yanında; birçok konuya derin vukûfiyeti olan bir muharrirdi. O, şiirdeki kudreti ve bir dâvâ adamı olarak yılmaz tavrı eksik ve naif taraflarını setreden “Çile”li bir mustaripti.
O; kabiliyetinin, özelliklerinin, üstünlüklerinin ve dehâsının farkında olan ve bu konuda hiç de mütevâzılık göstermeyen, aksine mütehâkkim olan, kendini beğenen ve kendine güvenen bir şahsiyetti. O; hayatı boyunca ruhundaki cezbesi hiç eksilmeyen, yüreğindeki coşkusu hiç durulmayan, hitabetindeki hükmedici üslûbu hiçbir şartta zevâl bulmayan, enerjisi hiç tükenmeyen, yazılarında ve özel hayatında da otoriter tavrından hiç taviz vermeyen güç bir adam, hükümranlığını her an hissettiren güçlü bir adam ve “öz vatanında parya”[9] muamelesi gören “Mâsum Anadolu”nun sesi olmuş kalem ve kelâm gücü her zaman ve zeminde zirveleri tutmuş ve zâlimler karşısında dimdik durmuş olan ve zinhar ricat ehli olmayan mağrur bir mücâhitti.
O; inanılmaz medler ve cezirler yaşayan, buhranlar geçiren, fırtınalar atlatan, iç dünyasındaki hafakanları dağıtmak için fikir çilesiyle baş başa kalan nev’i şahsına münhasır bir yazardı. O; insan ve toplumun içinde bulunduğu sıkıntıları, çatışmaları, psikolojik hâlleri, eşyâ ve tabiatın künhüne vâkıf olmak için yaşanan hafakanları, ölüm gerçeği karşısında kulun acziyetini, mustarip “ben”in yalnızlığını, “ben” içinde yaşanan çatışmaları, hesaplaşmaları ve çözüm yollarını gösteren bir tefekkür burcuydu. O; katıksız bir îman şâiri, kalemini kılıç gibi kullanan bir yazar, muhteşem bir sanatkâr, dâhî bir mütefekkir, muazzam bir hatip, gerçek bir münevver, yılmaz bir inanç ve dâvâ âbidesi, ideâlist bir aksiyoner, tâvizsiz bir “Büyük Doğucu” ve şimdilerde teorik plânda kalsa da bir devrin genç nesillerinin rûhunda heyecan uyandıran “İdeolocya Örgüsü”nün müellifiydi.
O; şiirde farklı bir çıkış yaparak çağımızın buhranlarını dile getiren, Yunus’un derûnî sesinin, Fuzûlî’nin yakıcı nefesinin, Nedim’in sevgisinin, Nef’i’nin öfkesinin, Nâbî’nin hikmetli söyleyişinin, Şeyh Galip’in İlâhî aşkının, Zîyâ Paşa’nın hicvinin, Abdulhak Hâmid’in metafizik ürpertisinin, Mehmet Âkif’in dînî duyarlılığının, Yahyâ Kemâl’in tarih şuurunun terkibini yapan ve “Anamızın ağzımızdaki ak sütü”[10] olan güzel Türkçe’mizi çok efsûnkâr bir biçimde “hâs şiir”le buluşturan ve bu yüzden de “Sultânü’ş-Şuarâ”[11] unvânını her yönüyle hak eden dâhî bir îman şâiriydi.
O; bütün şiirlerini hece vezniyle yazmış, millî veznimize kentli bir muhtevâ kazandırmış; modern şiir ölçüleriyle, insanın kâinattaki yerini, hayatın soylu acılarını, iç âlemin gizli duygu ve ihtiraslarını, ölüm ve ölüm ötesini, madde ve ruh problemlerini, ebedî dünyayı ve “Sonsuz’a varmayı” anlatmıştı… O, şiirlerinde; “boşluğu ense kökünde” gezdiren insanın “kızılca kıyâmet” kopartarak “öz ağzından kafatasını kusmasını”, “kül ettiği can elmasını”[12] terennüm ederken çok orijinal söz gruplarını ve sıra dışı benzetmeleri edebiyatımıza kazandırmıştı. O, sürekli infilak hâlindeki bir yanardağ olup; ufuklarımızdaki zifiri karanlığı fecr-i sâdıka çevirecek olan tek istikâmetin “Kıble”, tek gerçeğin “Mutlak Hakîkât”, bu menzile ulaşabilme yolunun da “Sonsuzluk Kervanı”na[13] dehâlet olduğunu bütün dünyaya haykıran bir volkandı.
O; sadece şâirane hayallerin peşinde olan, depresif tiyatro densizlikleriyle vakit geçiren, sathî düşüncelerle zaman öldüren bir edip değildi. O, öyle bir erbâb-ı kalemdi ki; kalemi sadece ufukları zorlamakla kalmaz, ufkumuzda olup da göz ardı edilenlerle birlikte, ufuk çizgimizin ardındakileri ve Mâverâ’dan gelen lâhutî esintileri de en lâtif ifâdelerle dile getirirdi. O; bilip de farkında ol/a/madığımız güzellikleri, unutturulmak istenen bize ait değerleri, unutulmaz bir biçim ve çok etkili bir tarzda bizlere anlatırdı.
O; İslâm’ın özünü anlayan ve anlatan, yaratılış gâyesini idrâk edemeyen hiçbir muhâkemenin idrâksizliğin ötesine geçemeyeceğini bilen ve bildiren, İslâm’ın topyekûn bir hayat nizâmı olarak kabul edilmesi gerektiğini kavrayan ve kavratan, hayâtın ve ölümün murâkabesini eserleriyle en güzel bir biçimde yapan ve yaptıran, aksiyonsuz bir îmana düşüncelerinde aslâ yer vermeyen, nesillerin muhtaç olduğu fikir yoksulluğunu hayatı boyunca telafi etmeye çalışan ve bütün eserlerinde “olağan”ın ötesine geçerek, “Aşkın” olanla, yâni “Müteâl” olanla irtibâtımızı sağlayan, “kâl”iyle “hâl”i arasında mesafeler bulunan inançlı bir mü’mindi.
O, Batılılaşma maceramızı en güzel bir biçimde ve en basit ifâdelerle anlattı. O, “Benim adım Bay Necip, babamınki Fâzıl Bey”[14] dizesiyle ciltler dolusu bir kitabın anlatabileceği gerçeği; bu kadar yalın, bu kadar çarpıcı ve bu kadar hüküm verici bir şekilde bir mısrada ifâde etti. “Ana hazînesinin anahtarını ceketinin astarında kaybetmiş”[15] Güneş’i başka iklimlerde arayan Doğu Âlemi’ninin tahlilini yaparken “Doğunun doğuşu”[16]nu dile getirdi ve “Batılaşma”çabalarının yanlışlığını ve zilletten kurtuluş çâresinin İslâm Medeniyeti’nde aranması gerektiğini tek cümlede özetledi. O’na göre bütün mesele; İslâm’ın aydınlık ikliminde eşya ve hâdiseleri yeniden değerlendirmek, “Batıyı Doğuyla beraberce lif lif en mahrem köklerine kadar”[17] çözmek, demet demet toplamak, düğüm düğüm çerçevelemek ve “yekpâre bir inanış, görüş ve ölçülendiriş manzûmesi”[18] hâlinde “Büyük Doğu” ideâlini bayraklaştırmaktı. O; bu günkü geldiğimiz noktayı, üç katlı bir ev sembolüyle, her katın durumunu bir nesle hasrederek târif etti, üç katta 80 yılın tahlîlini en çarpıcı bir biçimde ortaya koydu, sehl-i mümtenî tarzıyla bir mîzân çıkardı ve müthiş bir “Muhâsebe”[19]yaptı.
O; büyük kalabalıkları teshir edebilen mükemmel bir hatipti. O’nun gür sesi ve müthiş hitâbet gücü dinleyenleri büyüler, gönülleri dalgalandırır, konuya hâkimiyeti, felsefî derinliği ve millî yorumlarıyla muhataplarını etkiler, kısa sürede ruhlara nüfuz eder, meydanları aşka getirirdi… O, tâvizsiz bir kişilikti… Yılmayan bir irâde, tükenmeyen bir enerji, eğilmeden dimdik ayakta duran kendinden emin bir yalçın dağdı. O; gerektiğinde noktasız, virgülsüz hitap etmiş, dur-durak bilmeden yazmış ve söylemiş, rakiplerini yıldırmış bir polemik erbâbıydı. O, taşı gediğine koyan hazır cevap bir insan ve müthiş bir nüktedandı.
O; “Allah, ıstırabını çektirmediği şeyin nîmetini vermez”[20] dediği için devamlı çileye tâlip oldu, çile çekti ve bir yanda yaşadığı hafakanların çilesini şiirleştirip;
“Ateşten zehrini tattım bu okun.
Bir anda kül etti can elmasımı.
Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un,
Kustum, öz ağzımdan kafatasımı.”[21]
derken; öbür yandan da cemiyetin yaşadığı bütün sıkıntıların ızdırâbını yüreğinde duydu ve
“Kazanda su kaynasa sanki ben pişiyorum,
Bir kuş bir kuş öldürse ben can çekişiyorum.”[22]
dizelerinde anlattığı o târifsiz çileyi tâlim etti.
O’nun hayatından hiç eksilmeyen “tefekkürün çile hâline gelmesi”, insanlığın yetiştirdiği çok büyük dâhîlere münhasır bir hâlettir. İşte bu hâlet-i rûhiye bütün ihtişâmıyla; Üstad’ın hayatında, sanatında ve düşüncelerinde tezâhür etmiştir. O’nun çilesi, bedeninin çektiği ıstırapların çok ötesinde olan; ruhta, gönülde ve beyinde yaşanan “hafakanlar”, “burkuntular”, “zonklamalar”, “kanlı kıymıklar” ve “mukaddes azaplar”dır.[23] Üstad’ın bedenen dûçâr olduğu sıkıntılar, mücâdele zorlukları, karşı karşıya kaldığı yokluklar, uğradığı haksızlıklar, cezaevinde çektiği çileler; tefekkür çilesine göre bir hiç mesâbesindedir. O; dünyevî zevklere meyleden nefs-i emmârenin pençesinden kurtulmak için uzun yıllar mücâdele ettiği için devamlı çileye tâlip olmuş, çile çekmiş, çileyi tâlim etmiştir… O; bastığı “Kaldırımlar”a, baktığı “Ayna”lara, duvarları yaralı “Otel Odaları”na, ölüm çanından daha acı bulduğu kampana seslerine, kesik çığlıklı trenlere, içinde korku dumanlarının kıvrıldığı bacalara, hülâsâ haricî âlemin her şeyine çile nazarıyla bakmış, yağmurda bile “kanını boğan bir ipliğin”[24] çilesini anlamıştır… O; çehresinde sayılamayacak kadar çok çile çizgisi olan, çektiği ruh ve fikir çilesini bütün eserlerine yansıtan, çileyi yaşayan, çile içine yeni bir “Çile” parantezi açan ve 79 yıllık çileli bir ömrün “Çile”sini “hayâl kanatları kan içinde”[25] kalarak kaleme alan 20. Asrın “Çile” Harmanı’dır.
O; ömür boyu “Ölümsüz Gerçek”in peşinden yürüyen, “ağrıyan akıl dişi”nin[26] ilacını arayan, “göklerin kamçısıyla yediği dayaklar” sebebiyle metafizik gerilimler yaşayan, suyun kaynağında susuzluk çeken bir mustaripti. O; İslâm’ın nâmütenâhi ikliminde kendine gelmesiyle, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) izinde doğru yolu bulmasıyla ve Abdülhakîm Arvâsî’nin (k.s.) rahlesinde irşâd olmasıyla “Mutlak Hakîkat”in gerçek mânâsını en güzel bir biçimde anlamış, tasavvufun ruhlara sükûnet veren âsûde iklimine vâsıl olmuş ve muazzam bir mensur na’t olan “Çöle İnen Nûr”u kaleme almış “Gül” gönüllü “Hilâl” bakışlı sûfî bir muharrirdi.
O; “hor, öksüz ve büyük” olan bir dâvânın “mukaddes yüküne” bir ömür boyu “rütbe” ve “mal” beklemeden “hamal”lık yapmıştır. O, “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya” durumuna düşürülenlerin kısıl/a/mayan sesi olmuştur. O, Tek Parti Dönemi’nde, bir elin parmaklarını geçmeyen ideâlist serdengeçtilerle birlikte solan ümitlerimizi yeşertmiş, bizlere ulvî bir gâyeye yönelmenin mutluluğunu ve inançlarımız uğruna mücâde etmenin asâletini tattırmıştır… O; “Allah yolunun divânesi” olan “Anadolu” insanına; güvenilmesi gerekenle, yapılması icâp edeni anlatmak için;
“Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya;
Yüz üstü çok süründün, ayağa kalk. Sakarya!..”[27]
dizelerini haykırmıştır. O; Örtülü Ödenek’ten zaman zaman destek görse de çilesini çekmediği, bedelini ödemediği bir dâvânın dâvâcısı hiçbir dönemde olmamıştır.
O; “Vîrân olası hânede evlâd ü ıyâl var”[28] demeyen, hânenin vîrân olmasına rızâ göstermeden umrâna imkân olmadığını bilen “bir inanmış insan”dı. O; “Allah!” demenin yasaklandığı, elif harfini bile darağacına çekilmek istendiği devirlerde mangal gibi yüreğiyle ortaya çıktı, her türlü tehlikeyi göze alarak sesini yükseltip küfre giden yolların yanlışlığını anlattı… O, hayatının hiçbir döneminde zâlimlerin hiddetini çekmemek için kısık sesle yapılan duâların gizli âmincisi olmadı; “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak”[29] demenin ötesine geçip, zindanları umursamadan insanlığı kurtaracak tek yolun “İlâhî Nîzâm” olduğun en yüksek perdeden ve en edebî bir biçimde seslenen bir “Cesur Yürek”ti.
O; inancını yılmadan savunan bir insan olarak sayısız tâkibata uğramış, dokuz defa “Taş Medrese” görmüş, dört yıla yakın bir süre “Medrese-i Yusûfiye”de kalmış, inancının çilesini çekmeyi şeref bilmişti. O; hiç recûliyyet eksikliği göstermemiş, hiç ümitsizliğe düşmemiş, yenilgiyi ve alt edilmeyi aslâ kabul etmemiş;
“Mehmet’im sevinin başlar yüksekte,
Ölsek de sevinin, eve dönsek de,
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte,
Yarın elbet bizim, elbet bizimdir,
Gün doğmuş-gün batmış ebed bizimdir”[30]
diye haykırmış, zafere bütün kalbiyle inanmış, her zaman ümitvâr olmuş, her konuda fikir ve teori beyân etmiş; “Büyük Doğu” mefkûresinin , “Yüceler Kurultayı”nın ve “Başyücelik Akademyası”nın “Başyücesi”ydi.[31]
Dr. Mehmet GÜNEŞ
(Devam edecek)
[1] Peyâmi Safâ
[2] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Aşk, 376
[3] Osman Yüksel Serdengeçti, Türk Edebiyatı Dergisi, Dâvâ Arkadaşım, sayı 117 (Temmuz 1983), sayfa 5
[4] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Sanat, 39
[5] Necip Fâzıl Kısakürek, Esselâm, 138, Vasiyeti’nin 1. maddesi
[6] Necip Fâzıl Kısakürek, Hücum ve Polemik, Fikir Öfkesi, 44
[7] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Uyku, 5 Mayıs 1944
[8] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Surda Açılan Gedik, 437
[9] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Sakarya Türküsü, 399
[10] Kenan Akyüz, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi (1860 – 1923), Yahyâ Kemâl Beyatlı, 732
[11] Türk Edebiyatı Vakfı tarafından Necip Fâzıl Kısakürek’e “Sultânü’ş-Şuara” (Şâirler Sultanı) unvanı verilmiş ve konuyla ilgili şahadetname, Üstad’ın doğumunun 75. Yılı münâsebetiyle 25 Mayıs 1980 tarihinde kendisine takdim edilmiştir.
[12] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Çile, 16-20
[13] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Sonsuzluk Kervanı, 63
[14] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Destan, 406
[15] Necip Fâzıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 38
[16] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., 7
[17] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., 38
[18] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., 7
[19] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Muhasebe, 402
[20]Türk Edebiyatı Dergisi, Necip Fâzıl’la Evinde Yapılan Sohbet- Necip Fâzıl ve Meselelerimiz, sayı 117 (Temmuz 1983), sayfa 75
[21] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Çile, 16-20
[22] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Yine Hâl, 280
[23] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Çile, 16-20
[24] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Bu Yağmur, 16-20
[25] Necip Fâzıl Kısakürek, Kafa Kâğıdı,175
[26] Necip Fâzıl Kısakürek, O ve Ben, 95-96
[27] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Sakarya Türküsü, 398-399
[28] Âşık Dertli, Kalenderî
[29] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Destan, 406
[30] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Zindandan Mehmed’e Mektup, 420
[31] Necip Fâzıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Devlet ve İdâre
Mefkûremiz,257-341