NOT DEFTERİMDEN SÜZÜLENLER – 40
Susunca İnsan Donmuyor ki…
“Uzaktan bakınca ıssızlığa benziyoruz
Kendi gövdemize uzanmış… “
Ayşe Şafak Kanca
Gene bir başka mayıs-haziran şirinliğine gelip yetiştik. Çok şükür. Gözümüzün ulaştığı her yerden yeşil püskürüyor. Toprak çatlamış âdeta. Hayata, hayatın sahibine teşekkür borçluyuz.
Şurada hemen adını analım da rahmete vesile olsun. Muzaffer Sarısözen’in bir türküsünü hatırlarım:
Sanki benim mor sümbüllü bağım var
Zemheri ayında canım gül ister benden
Toprağa uzak olan hayata da uzak olur ya, zemheriyi atlatalı aylar geçmiş, yeni duyuyoruz. Biz saplanıp kalmışız şehrin betonuna, demirin öfkeli soğukluğuna, dünyadan bîhaberiz. Şimdi kim bilir mor sümbüllü bağların kokusu nasıl sarar insanı…
Neyleyim, böyle anlarda Karacaoğlan düşer yâdıma.
Doruğunda ala bulutlar gezdiren etekleri ormanlı, yeşil ardıçlı dağlardan söz açar Karaca. Gözleri kanlı üveyiklerin biri konar biri göçer. Sarıçiğdemlerin, nergislerin, bin bir çiçeğin kokulandırdığı tomurcuk güllü bağlar serpilir vadilere. Ağca kuğuların salınıp yüzdüğü, gövel ördeklerin sularını çırptığı gölleri anlatır, içimiz serinlensin diye. Al Yusuf Ayvasının, Gürün Elmasının, Sultanî Kirazının rayihasını ta damağımıza kadar taşır sazının döşünde.
İnanıyorum, mayıs-haziran sadece toprağı değil insanı da diriltiyor. Bedenlerimizi, arzularımızı, hayallerimizi de…
Gürbüz Azak ağabeyden işitirdik; durmak, devrilmenin bir öncesidir derdi. Sanki bu aylar devrilmekten korkuyorlar da var güçleriyle durmadan yekiniyorlar. Hayatın ucunu bırakmak istemiyorlar.
Sanırım fark edilmiştir, münasebet düştükçe kitap isimleri veriyorum. 1977’de Hasan Hüseyin’in Haziranda Ölmek Zor diye bir şiir kitabı yayınlanmıştı. Öyle diyordu şair:
Sokaktayım
Gece leylak ve tomurcuk kokuyor
Yaralı bir şahin olmuş yüreğim
Uy anam haziranda ölmek zor
İnsan elinden kalemi bırakınca yazmayı da unutuyor. Ya da yazmamayı öğreniyor diyelim. Bu mecrada dostlarla esenleşmeyeli çok oldu değil mi?
Görüldüğü üzere haziranın diriltici ruhu geldi sohbeti de diriltti.
Cağaloğlu’nda dükkânını kapatmayan, direnen birkaç fedakâr kitapçı kaldı. Arada bir uğruyorum. Çerden çöpten ev kurar gibi cılız sözlerle birbirimizi iyileştiriyoruz güya. Birini çok eski tanırım. Hiç ummazdım, saklamış kendisini. Önce:
-Niye yazmıyorsun, yoksa küstün mü, diye çıkıştı. Sonra da başladı nasihate; şunları yaz bunları yazma, şurayı kısalt burayı uzat ama sakın küsme! Madem eşeğinin kuyruğunu pazarda kesiyorsun, söz söyleyen çok olur, katlanacaksın. Hadi yaz, bizi bekletme…
Şaştım kaldım. Adam neler biliyor…
J.P.Sartre, her okur gizli yazardır, demişti. Ne doğru söz… Bir kitap kapağının üstünde ismi yok diye evlerini kitapla donatmış onca okuyanı boşa mı alacağız? Bu hassasiyeti hep gözettiğimi düşünüyorum. Ne zaman elime bir kitap aldıysam bizzat bana yazılmış gibi okudum. Yazarken de hiç yalnız değildim. İllâ yanımda Cağaloğlu’ndaki kitapçı gibi birileri oldu; kulağıma fısıldayan, gözümün içine bakan, aklıma çentik atan birileri…
Fakat bazen de yazar okuyucuyu bekler. Nitekim Oğuz Atay, okuyucusunun gelip kendisine yetişmesini beklemişti. “Demiryolu Hikâyeleri”nin son cümlesine bakar mısınız: “Ben buradayım sevgili okuyucu, sen neredesin acaba?”
Küsmeyi hiç düşünmedim. Ne haddime? Ama insanın ruhu yoruluyor işte!..
Bir vesileyle önüme düştü; yıllar önce, bir toplu gezinin ardından şu cümleleri günlüğüme iliştirmişim:
“… Bu yaşıma geldim hâlâ derdimi anlatmayı başaramıyorum. Aman birini yaralarım diye aklım çıkıyor. Elbette insanı seviyorum fakat ha deyince hâl ve gönül yakınlığı kurulamıyor ki… Ne zaman şehrin en kalabalık caddelerine çıksam, çarşı-pazar dolansam yalnızlığım artıyor. Bu yalnızlık ürkütüyor beni. Üşüyorum….”
O günden bu güne acaba ne değişti?
Uzlete çekilen, çölün bir ücra saçağına kaçan Ebu Zer Hazretlerine sormuşlardı:
-İnsansız oluyor mu?
Tereddüt etmeden cevap vermişti:
-İnsanla oluyor mu sanki?
Sevgili Furkan Çalışkan’ın Uzakların Saldırısı adlı kitabında yarenlik kurduğum ve altını çizdiğim ne satırlar göz kırpıyor zihnime doğru, bir bilseniz. Diyor ki: Tuhaf korkularım var. Silahlı bir adamdan korkmuyorum meselâ fakat ağlayan adamdan korkuyorum.
Furkan, uzun uzun düşünmelere salıyor beni. Çekip çıkarıyor, hatırlatmalar yapıyor nisyana terk ettiklerimden. Çok şükür ki, içinden hayat geçen hikâyelerim var. Bir davete gider gibi her gün giyinip kuşanıyorum onları.
Bursa’dan bir arkadaşımı yokladım. Arada bir hâl hatır sorarız karşılıklı. Sözü endâzeye vurmadan dışarı salmaz ama hay Allah, hiç yapmazdı, sanki beni bekliyormuş, yağdı gürledi:
“- Ah dostum! Daha kaldıramıyorum, etrafımı çekemiyorum. Hani diyorum, konuşma yasağı getirseler katlanırım, bir kuytuya sinip susarım, ne bileyim yamaçlara tırmanırım. Baktım içim şişti, yele tutarım, çaylara derelere dökerim. Tarık Buğra Küçük Ağa’da, “Tek tek değil de bir arada susuş” demişti. Kendi adıma ona da razıyım, bütün başka susuşlara da ortak olurum yüksünmeden. Ama öyle değil, söyleme mecburiyeti getiriyorlar. Kendi arsız kelimelerini benim de tekrar etmemi istiyorlar. Hikâyemi onların hikâyesine benzetmeliymişim, şart koşuyorlar, yoksa dünyayı bana dar ederlermiş!.. Aklımın yatmadığı, Kalbimin onaylamadığı, dilimin dönmediği sözleri nasıl söylerim yahu?
Ah dostum! Biliyor musun, ben de senin gibi notlarımın arasında gezinirken elime bir yazı geldi. Şubat 2006 tarihli ve 151 sayılı Haftalık Dergi’de oyuncu İpek Tuzcuoğlu ile yapılmış bir röportaj var.
-Hayatının kırılma noktası nedir, sorusuna şöyle cevap veriyor Tuzcuoğlu:
-Bu kıyafetler benim değil, kim giydirmiş bunları, dedim ve bana giydirilenleri çıkarmayı öğrendim.
Görüyorsun ya, tam bizlik cevap. Neyse ki, bu arada Herman Amato’yu buldum. Onu okuyorum artık. İyi geliyor. Sen de dene. Kendisine yakın düşünen birini bulunca rahatlıyor insan. Teneffüse çıkmış öğrenci gibi yüzüne kan üşüşüyor. Hele bir bak ne söylüyor: ‘Düşünmek ağır gelir insana; o yüzden düşünmek güçtür, vahşi olmak kolaydır’ diyor Amato. İnsanların yaptığı en büyük yanlışın, kafanın içindekileri kafanın dışında sanmak olduğunu iğne gibi batırıyor dimağımıza.
Niyeti bozdum dostum!
Yakındır, dağa çıkacağım!
Bu bizim Orhan Veli âlem adam yahu! Tavrı ciddi mi, ironi mi yapıyor, kestiremiyorum. Ama sözünde bir hoşluk var:
Şiir yazdım bunca senedir
Ne buldum?
Eşkıyalık edeceğim bundan sonra
Görüyorsun ya, yaşamak zor zanaat vesselam… “
Bursa’daki arkadaşımı teselli edecek oldum. Tam ağzımı doldurdum, “Etrafını saran nobranlığa aldırma!” diyeyim, “…bu vurdumduymazlık insanla yaşıt, her devirde var olmuş. Lâkin ta bin yıl önce Şirazlı Sadi, dünyada Hüma kuşunun nesli tükense bile baykuşun gölgesine kimsenin yanaşmayacağını müjdelemiş. Canını sıkma! Allah kalplerimize inşirah verecektir. Elbet bizim de kapımıza bir gönül açıcı gelir.”
O ise benim tesellime muhtaç değil. İşitmedi bile. Kendi derip kendi deste yapıyor:
“- Fakat sevgili dostum, bütün serzenişlerime rağmen gene de Amato’nun tavsiyesinde sükûneti buluyorum, biraz rahatlık damlıyor içime. Hayata karşı en iyi savunma ‘kaçmak’ değilmiş, incinmiş duyguları sanata yöneltmekmiş meğer…”
İnsan bu, hayatı dört mevsimlik… Bazen ağlar, bazen güler; bazen çalar, bazen söyler…
İncinmiş duyguları sanata yöneltmek… Tuttum doğrusu. Söz vardır, dağ gibi dikelir insanın önüne.
…
Nice zamandır, şiiri ıskalıyordu Attilâ İlhan. İnce sözü uzağında tutuyordu. Etrafında olup bitenler, tip tip insancıklar ruhunu yormuştu besbelli. Çaresizliği boş silah gibi yanında taşıdığı bir günün bitiminde menekşe gözlü bulutları üstüne davet etmişti. Yağmurlara belenmek istiyordu. “Yelkenlerim çırılçıplak rüzgâra çıktım bu akşam” diye soluğunu püskürtmüştü şehrin bodur yeşilliğine doğru.
Rahatlamış mıydı acaba?
Hasan Saraç, Portakal Yayınlarından çıkan “Yazdıklarıyla Yaşayanlar” kitabında Attilâ İlhan’la ilgili başka bir hikâye anlatır. Silik de olsa hafızamda birkaç görüntü yer tutmuş:
Bu defa yağmura dost değildir Attilâ İlhan.
Serâzad ruh halleri, hercailikler yakışıyor şairlere, anlıyorum.
Bir şair nasıl yürürse öyle yürüyor Alemdağ’ın sancılı sokaklarında. Başı önünde, elleri pantolon cebinde, mor dudakları kıpır kıpır… Ruh dünyası acaba hangi iklimlere yelken açmış ola ki…
Serin bir gündür. Sağanağa yakalanır. Telaşla kendini yakındaki Divan Pastanesine atar.
O an, o mekâna yönelttiği iki tedirgin adım aslında Attilâ İlhan’ı bir başka ışıltılı dünyaya taşımıştır. Yeni duyuşlar, yeni salkımlanışlar, art arda gelen ve büsbütün köpüren yeni esintiler… Her gün belli saatlerde Maçka’daki evinden çıkar Divan Pastanesine gelir. Garsonlardan daha dakik, daha sadık… Artık özel bir masası vardır. Adı yazılı kocaman plaka asılmıştır. Ziyaretçiler kabul eder, röportajlar verir, okumalar yapar.
Attilâ İlhan, o pastanede kim bilir ne şiirler demledi, ne salkım saçak sohbetleri uç uca bitiştirdi? Söyleşilerinde hangi suskunlukların öcünü aldı, kim bilir…
Öyle anlatırlar: Adalet Ağaoğlu da, Romantik Bir Viyana Yazı adlı romanını yayımlayınca âdeta “Sözüm bitti” dercesine içine çekilir. Yazmaya ara verir. Yürüyüşler yapar. Uzakları seyreder. Komşunun kedisini sever. Ta ki, Boğaz’da yürüyüş yolunda kaza geçirdiği güne kadar. Bir araba çarpar ve ağır yaralanır. Uzun süre hastanede tedavi görür. Ziyaretçileri artar. Gelenle gidenle sözün, şiirin, sanatın zevkine ererler. Can Yücel onu ziyarete geldiği bir muzip anında yazarı şenlendirmek için, “Sen dünyanın en güzel kazasısın” diye espri yapar.
Aslında bu talihsiz kaza Adalet Ağaoğlu’nu yeniden şevklendirir. Onu yazıya, yeni anlamlandırmalara ve yeni düşünmelere çağırır. Nitekim Feridun Andaç, hastanede yaptığı nehir söyleşilerini oylumlu bir kitaba dönüştürür.
Susunca insan donmuyor ki, belki daha ziyade duygu biriktiriyor. Dünyaları topluyor.
Geçenlerde, Sucaettin Erdem telefonun ucundaydı. “Epeydir birşeyler yazıyorum, bugün yarın gün yüzüne çıkar” dedi. Yazıyor olmasına sevindim. Yıllar önce Dergâh’dan kitapları yayımlanmıştı. “Bu Dağların Ardı” da güzeldi ama “Arapgir Hasreti” enfesti. Okudukça okumuş, doyamamıştım. Sucaettin sözün kıymetini bilen adamdır, ustaca yazıya döker. Bir de, esirgemez insana elini uzatır, gelir seni bir yerden yakalar. Halis muhlis dosttur.
Söz sözün oluğudur. Dedi ki:
-Ne yapayım, içimdeki çocuğun uykusu hafifledi, beni rahat komuyor. Bazen şenleniyor, bazen hüzne boğuluyor ama sesi sedası hiç dinmiyor, akşam sabah zihnimde top zıplatıyor. Yaz diyor, artık yaz!..
Edebiyat dünyasında durup dururken yazmayı bırakanlara sık rastlanır. Küser gibi yaparlar. İnziva denilen bir mevkie çekilirler. Ya da başka uğraşlara kendilerini kaptırırlar. Sözlerinin bittiğini mi sanırlar acaba? Sonra bakmışsınız bir gün içlerindeki huzursuz çocuk mahmur gözlerini aralar ve “Ben buradayım!” der. Kalemler yeniden yontulur, kelimeler bilenir, söze yeni endam giydirilir.
Eski dergilerin birinde okumuştum, kaçıp gitmiş bir şairden söz ediliyordu. Kendini unutturacak kadar susmuş, iç kaleye hapsolmuş, dilinin sürgüsü çekilmiş bir şairden… Bir gün, güneşin henüz döndüğü ve yaz sıcağının kâgir evleri avuçladığı vakitte sokak satıcısının bahçe kokulu sesi pencereyi aşıp bir anda odasına dökülüverir.
Şair merak eder, pencereye koşar, sesin sahibini görmek ister.
İnce boyunlu çelimsiz bir beden üç tekerlekli köhne el arabasının ardına düşmüş küçük adımlarla sokağı dönmek üzere. Öyle, dünyayı yok sayarcasına… Aralanmış kapılara, perdelerden kurtulmuş camlara göz atmıyor bile. Saklanıyor. Gözlerinde erittiği acıyı güneşe göstermekten çekiniyor herhalde.
Tenor ses. Melodik bir edâ… Sanki üzüm satmıyor, üzüm bahanesi…
-Şirin üzümlerr! Şırası şifalı üzümleerr! Salkımına Sümbül Gelinin aşk neşidesi yağmış… Kabuğuna keklik kanat değdirmiş can üzümleerr!
Kayıp şairin içi kıpırdar. Damağına yonca kokusu yapışır. Odasının bütün pencerelerini açar.
O gün şiire geri döner.
Kolay mı, yüreği yaralı kuş gibi çırpınırken yüzünde çil çil tebessümler gezdirebilmek? Sanata gönül kaptırıp da; saza, söze. İmlâya, bir ömür kilit vurabilmek kaç yiğidin harcıdır? Hiç seven sevdiğinden bıkar mı?
Karacaoğlan der ki konmadan göçtüm
Yâr elinden dolu bâdeler içtim
Kötüler zanneder ben yârdan geçtim
Ölmeyince çeker miyim elimi?
İki dünyadan da geçer, sevgiliden geçmez gönül.
Ferhat, Bisütun Dağı’na daha ilk kazmayı vurduğunda anlamıştı sert kayaları delemeyeceğini. Serin suları Şirin’ine ulaştıramayacağı hissi erkenden dolmuştu kalbine. Amasya Sultanı oyun etmişti, Ferhat’ı olmaz zora koşmuştu. Ama hiç oralı olmadı. Külüngünün ucunda gelen el kadar taş kırığına bakıp, “Çoğu gitti, azı kaldı” diye ünledi. Umudunu terine kattı. Terini ılık rüzgârlara savurdu.
Üç gün sonra arkadaşları çıkıp geldiler. Diz büktüler, yalvarıp yakardılar:
-Gel vazgeç! Bu iş nakkaşlığa benzemez, sonu senin hayrına değil! Yedi obanın ahalisi toplansa gene de bu dağ delinmez. Sana beş ömür daha bağışlansa hepsi heba olacak…
-Biliyorum, dedi Ferhat, umursamaz bir tavırla. Biliyorum bu dağ beni bitirecek. Ama geri dönemem. Dönersem, Şirin yorulduğumu sanır. Kendisinden yüz çevirdiğimi düşünür. Üzülür. Boynu bükülür. İnsanlar vefasızlığımı kıyamete kadar konuşur dururlar. Benden önceki ve benden sonraki bütün sevdaların kalbi kırılır. Siz evinize gidin, beni derdimle baş başa bırakın. Artık derdim bana yük değil.
Derdi olana, sevda çekene, mukaddes çile dokuyana merhaba efendim.
O soylu âşık gibi söyleyesim var:
Öyle sıdk ile tutayım ki sevgilinin eteğini; bizi ayırmak için ya elimi keseler, ya sevgilinin eteğini.
Şerif AYDEMİR