Bütün insanlığın; nübüvvettten önceki kırk yıllık hayatında “Mustafa”; Kur’ân’ın inzâliyle başlayan ömrünün ikinci safhasında ise “Muhammed” sırrına âit bütün tecellîlerin en muhteşem örneklerine şâhitlik ettiği ve İlâhî Nur”un ışığıyla müjdeli şafaklara yol alıp, O’nun rehberliğinde ebedî saâdet menzîline gittiği “Son Peygamber”[1] Fahr-i Kâinât Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa(s.a.v.)’dır.
Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in hayat çizgisi; Ashâbına ve gelecekteki bütün insanlığa en doğruyu, en iyiyi, en güzeli, en mükemmeli gösterme ve öğretme hikmetlerinin tebellür ettiği İlâhî bir irşat kaynağıdır. Bu îtibârla, Allah Resûlü(s.a.v.)’nün “üsve-i hasene”[2] (en güzel örnek) olan hayatını şuur plânında idrâk edip günümüze taşımak ve hayatımızda yaşatmak en önemli sünnettir. Çünkü O’nun Sahâbe-i Kirâm’a tebliğ edip, tedris ettirdiği ilkeler ve hayatıyla temsil ettiği ahlâk ve davranışlardan yansıyan hikmetler, her anlamdaki huzur ve mutluluğun yegâne anahtarıdır. İşte bu gâyeye mâtuf olarak kaleme almaya çalıştığımız, Efendimiz’in hâl ve hareketini, davranış, huy, ahlâk ve karakter özelliklerini anlatacak olan bu yazımızda da; “Damla, deryâya delâlet eder” kabîlinden örnekler takdim etmeye gayret edeceğiz. “Gül”ün “Şemâil”inden “Hilye”[3]sine, ahvâlinden âdâbına kapılar açıp köprüler kuran bu yazımızda, O’nun hayatındaki emsâlsiz güzelliklerden “Gül” kokulu örnekleri, Rabbânî bir terbiyeyle şekillenen hikmet dolu misâlleri ve “sıbgatullah”[4] ile telvîn edilmiş çizgiler ve renklerden oluşan tabloları genel hatlarıyla -“ummandan bir katre” de olsa- sunmaya çalışacağız:
Efendimiz vakar ve sükûnetle, sanki yüksek bir yerden aşağı iner gibi, hafifçe öne meyilli olarak ve ayaklarını yere vurmadan yürür, sâkin adımlarla hareket eder[5], ağırbaşlılığından ve hayâsından dolayı etrafına bakınmazdı. Yürürken iki yanına salınmaz, ayaklarını sürümez, adımlarını canlı ve geniş atardı.[6] Öyle rahat bir yürüyüşü vardı ki, sanki ayaklarının altında yeryüzü dürülürdü.[7] Ashâbı, yürürken O’na yetişmek için kendisini yorar, ama O hiç zorlanmazdı.[8] Yolculuk ederken sahâbîlerin gerisinde yürür, yürümekte güçlük çekenlerin önde gidenlere yetişmesini sağlardı.[9] Allah Resûlü (s.a.v.), etrafı gelişi güzel seyretmez, kimsenin yüzüne dikkatle bakmaz, bir yere veya bir kişiye bakmak istediği zaman sâdece başını çevirmez, bütün vücûduyla o tarafa dönerdi.[10] Yere bakışı, semâya bakışından daha fazlaydı. İnsanların yanından yavaşça ve tebessümle geçer, yolda karşılaştığı kişilere ilk önce O selâm verirdi.[11] O, selâmı yaygınlaştırmayı, tanıdık-tanımadık herkese selâm vermeyi tavsiye ederdi.[12]
Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in yüzü gibi sesi de çok güzel ve etkileyiciydi. Her işte olduğu gibi; söze başlarken de, sözünü tamamlarken de Allah(c.c)’ın adını anardı. Beyânında ve hitâbında fevkâlâde belâgat ve fesâhat vardı. Her kelâmı hikmet ve nasîhat membâıydı. Lüzumsuz konuşmazdı; susması konuşmasından uzun sürerdi.[13] Sevâbını umduğu meseleler hâricinde söz söylemez, fuzûli ve faydasız kelâm etmezdi. O, “Ya faydalı söz söyleyin veya susun, zararlı söz söylemeyin. Sizler hayırlı söz söyleyerek kazançlı çıkın, zararlı söz söylemeyerek esenliğe kavuşun.”[14] buyururdu. Konuşurken kısa ve özlü cümleler kurar, ne fazla, ne de eksik söz söylerdi. O, Allah (c.c.) vergisi “cevâmiü’l-kelîm”[15]sâhibiydi; yâni az kelâmla çok şey anlatır ve derin mânâlar ifâde eden sözleri birkaç kelimede toplar, öyle söylerdi. Sesi gürdü[16], ama etrafı rahatsız edecek tarzda yüksek sesle konuşmazdı. O, konuşunca coşkun bir sel olur, sükût edince durgun bir umman hâline gelirdi. O, konuşmasıyla da, susmasıyla da insanları irşâd ederdi.
Allah’ın Elçisi (s.a.v.), yanındakilerin rahatça anlayacağı şekilde, yavaş yavaş konuşurdu.[17] Hitâbeti çok etkileyici, çok beliğ ve çok tesîrliydi. Sözlerinde rûha ferahlık veren bir edâ, bir ışık ve bir hikmet vardı. İbn-i Abbas (r.a.)’ın ifâdesiyle söylersek; “Konuştuğu zaman sanki ön dişlerinin arasından çıkan bir nur görünürdü.”[18] O, çok tatlı bir üslûpla muhâtaplarını eğitirdi. Kelimeleri, parıldayan inci dizileri gibi berrak ve tâne tâneydi. Birisi O’nun kelimelerini saymak isterse, rahatça sayabilirdi. Çok iyi anlaşılması gereken hususları bir kaç kere tekrar ederdi.[19] Böylece dinleyenler arasında konuyu anlamayan kalmazdı. O’nun her sohbetinden sayısız hikmet parıltıları çağlar ve sözlerini çok anlamlı bir nasîhatle bağlardı. Efendimiz’in konuşma üslûbunu târif eden Hz. Âişe (r.anha) Vâlidemiz de bu mevzûda şunları ifâde etmişti: “Resûlullah (s.a.v.); sözü, sizin birbirine zincirlediğiniz gibi oyalayarak söylemezdi. O, kelimeleri ayıra ayıra söyler ve konuşması dinleyenlerin gönüllerine sinerdi.”[20]
Efendimiz; kendisine bir şeyler söylemek isteyenleri can kulağıyla dinlerdi. Yanında en son konuşanı, ilk önce konuşan gibi dikkatle tâkip ederdi. Gerçekten de Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kadar herkesi pür dikkat dinleyen başka bir insan daha dünyada yoktu.[21] O, kimsenin sözünü kesmez, konuşmasını yarım bıraktırmazdı.[22] Konuştuğu kişi sözünü bitirmediği yahut gitmek için ayağa kalkmadığı müddetçe sohbetine devam ederdi. O; karşısındaki insanın akıl, idrâk ve anlayış seviyesine göre hitâp ederdi. O, hiç kimse hakkında hayırlı olmayan bir söz söylemezdi. Konuşurken, vücut dilini de kullanır, sağ elinin avucunu sol elinin başparmağının iç tarafına vururdu. Bir şeyi göstereceği zaman; parmağıyla değil, bütün eli ile işâret ederdi… Hayret ve taaccüp edeceği zaman, elinin duruşunu tersine çevirdi.
Efendimiz konuşurken, meclisinde bulunan sahâbîler hiç ses çıkarmazlar, edep içinde ve büyülenmişçesine can kulağıyla O’nu dinlerlerdi. Bir sahâbî bu hâli “Sanki başımızın üzerinde bir kuş var da, kıpırdasak uçuverecekmiş gibi sükûnetle otururduk.”[23] diye târif ederdi. O, sözünü bitirip susunca, Ashâb söyleyeceklerini söylerdi. Sahâbîler O’nun yanında aslâ tartışmaz ve çekişmezdi.
Gayrimüslimlere sabırla Allah kelâmını tebliğ eder ve yumuşak bir üslûpla İslâm Dîni hakkında bilgiler verirdi. Ancak muhâtaplarından birisi İslâm’a hakâretamiz sözler söyleyecek olursa, Efendimiz o kişiyi derhal susturur ve gerekli cevâbı ânında verirdi.[24] Kur’ân’ın aşağılanmaya çalışılması ve bir hakkın ihlâli hâricinde öfkelenmezdi. Fakat Hakk’a bir saldırı olduğu zaman, ya da bir hak çiğnenmek istendiği vakit, hiçbir şey hiddetini ve celâllenmesini önleyemezdi. Fakat hiddetlendiği hâllerde bile kabalaşmaz ve bağırıp-çağırmazdı.
Efendimiz, dünya işleri için aslâ kızmazdı. O, ne kötü söz söyler, ne de kimseye kötülük ederdi. O, kötülüğe kötülükle mukâbele etmez, iyilikle karşılık verirdi; çünkü O, çok bağışlayıcıydı.[25] O; hiç kimsenin gönlünü kırmaz, kimseyi hor görmez, kimseye kötü söz söylemez ve kimseyle çekişmezdi.
Câhiliyye toplumunda sıklıkla kullanılan edebe mugayir bir kelâm ve âdet üzre sarf edilen hiçbir kötü söz -ömründe bir defâ olsun- ağzından aslâ çıkmadı/çıkmazdı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), herhangi birisine çok hiddetlendiği zaman ağzından çıkan en ağır söz; “Alnına toprak yapışsın, niçin böyle yapmış!”[26] olurdu.
O, muhâtaplarına çok müsâmahalı davranırdı.[27] Câhiliyye Dönemi’ndeki insanların kaba tavırlarına karşı hiç nezâketini bozmaz, huzûruna gelen bedevîlerin ve yabancıların sözlerindeki ve sorularındaki saygısızlığa, kabalığa ve kırıcılığa büyük bir sabırla katlanırdı.[28] Kendi şahsî meselesi için kimseyle münâkaşa etmez, kat’iyen kin beslemez, intikam duygusu taşımaz ve öç almazdı. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.); her hâlükârda nefsine hükmeder ve her şartta öfkesini yenerdi. Hoşlanmadığı şeye bile müsâmahakâr davranır, bir şeyi tasvip etmezse ya susar, ya da o meclisi terk ederdi. Affetmesinin sınırı yoktu; düşmanlarını bağışlamakla kalmaz, onlara şeref de bahşederdi. Hz. Âişe (r.anha) bu konuda da şunları söylemişti: “Resûlullah (s.a.v.), -Allah(c.c.)’a karşı hürmetsizlik yapıldığı hâllerin dışında- kendisi için kin tutup, öç almamıştır.”[29]
Allah Resûlü (s.a.v.), ince ruhlu, son derece müşfik, nâzik ve çok müeddep bir insandı. Ashâbıyla musâfaha ederken, muhâtabı elini çekmeden, Efendimiz onun elini bırakmazdı. Birisiyle yüz yüze gelince de, karşısındaki yüzünü çevirip ayrılmadıkça ondan yüzünü çevirmezdi.[30]
Allah Resûlü (s.a.v.); hiçbir zaman kibirli davranmaz, aslâ gururlanmaz, işlerini başkasına yaptırmaz, hep sâde ve mütevâzı yaşardı.[31] O; kendiişlerini bizzat kendisi görürdü. Fahr-i Kâinât Efendimiz, hep tevâzû gösterir ve hiç kimseyi küçümsemezdi. Ortak yapılacak işlerde, Ashâbının kendisine ayrıcalık tanımasını kat’iyen kabûl etmezdi.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), ayıp ve kusurlarından dolayı hiç kimseyi –ne yüzüne karşı, ne de gıyâbında- kınamaz ve ayıplamazdı. O, insanların hatâ ve kusurlarını aslâ araştırmazdı. O, kişilerin kabahatlerini açığa çıkarmaz ve gizli yanlarını öğrenmeye çalışmazdı. O, insanları hep hayra yönlendirirdi. O, kusur aramayan kusursuz bir insandı. O; îkâz ihtiyâcı duyduğunda, bunu karşısındaki insanı rencîde etmeyecek şekilde, genel ifâdeler kullanarak ve zarîf bir îmâ ile yapardı.
Efendimiz; her zaman güler yüzlü, tatlı sözlü, yumuşak huylu[32], sâkin tavırlı, gani gönüllü ve yumuşak huyluydu. O’nun insanlara karşı “yumuşak davranması, kaba ve katı yürekli olmaması”[33], Rabbimiz tarafından da tebcîl ve tescîl edilmişti. O, mütevâzı ve çok vefâlıydı. Karşılaştığı herkesin hâlini-hatırını sorar, muhâtabına tatlı dille hitâp ederek gönüllerini alırdı. O, insanlarla -küçük çocuklarla bile- şakalaşırdı.
Efendimiz, rûhundaki nezâket ve rikkat sebebiyle hırpanilikten çok rahatsız olurdu. Evinde sâde, zâhidâne ve fakirâne yaşamayı tercih eder, ama her konuda temizlik ve tertibe son derece önem verirdi. O, “Temizlik îmandandır.”[34] diye buyururdu… Diş temizliğine ayrı bir önem verir ve dişlerini fırçalamak için misvak kullanırdı.[35] O’nun uyuduğu yere misvak, abdest suyu ve tarak konurdu. Her abdest alışında ve yatmadan önce dişlerini mutlaka misvaklardı.
Elbiselerin temiz ve eşyâların tertipli olmasına îtinâ gösterir, dağınıklıktan hoşlanmaz ve düzenli olmayı severdi. “Biraz bozuldu, boyasını hafifçe attı” diye herhangi bir elbiseyi giymemezlik etmezdi. O, estetiğe ve zarâfete önem verir; alacalı, desenli, göze batan çiğ renkli elbiseler giymekten kaçınırdı. Sâde giyinmeyi sever, gösterişi sevmez, yeşil elbiseden hoşlanır ve ekseriyâ beyaz giyinirlerdi. Elbiselerini topuğun altına kadar uzatmazlar, sarığın ucunu iki omuzlarının arasına sarkıtırlardı. Yeni bir elbise giydiği zaman, Allah(c.c.)’a hamdeder, giydiği elbisenin hayra vesîle olmasını diler, giysinin örttüğü âzâların şerrinden Cenâb-ı Hakk’a sığınırdı.[36] Ziynet eşyâsı olarak kat’iyen altın takmaz ve ipekli elbise giymezdi. Efendimiz, yazdığı mektupların altını mühürlemek gâyesiyle üzerinde üç satır hâlinde “Muhammed Resûlullah” yazılı bir mühür kullanırdı. Akik taşı üzerine işlenmiş, halkası gümüşten olan yüzük şeklindeki bu mührü Allah Resûlü (s.a.v.) parmağına takardı.
Mübârek vücûdu dâimâ temizdi; koku sürünsün, sürünmesin teni ve teri en güzel kokulardan daha güzel kokardı. Gül kokusu, O’nun terinden neşet etmişti. Bir kimse O’nunla musâfaha etse, bir kaç gün O’nun lâtif kokusu üzerinden gitmezdi. Konuştuğu kişiye gül kokusunu andıran güzel kokular sinerdi. Bir çocuğun başını okşasa, birkaç gün ona Efendimiz’in dokunduğu bilinirdi. Bir sahâbî, O’nun gül kokulu bedeninden bahsederken; “Hayatımda O’nun kokusundan daha hoş bir râyiha koklamadım.”[37] demişti. Allah Resûlü (s.a.v.); rengi görünmeyen ve başkalarını rahatsız edecek derecede ağır olmayan güzel kokuları sever[38] ve ikrâm edilince geri çevirmezdi. Cuma namazına gidenin güzel kokular sürünmesini tavsiye ederdi.[39]
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) çoğu kere günde iki öğün yemek yer, bâzen birkaç gün birbiri ardına yemek yemeden aç yatıp uyuduğu olurdu.[40] Yemekten önce ellerini, yemekten sonra ise hem elini, hem de ağzını mutlaka yıkar ve dişlerini misvaklardı. Her işte olduğu gibi yemeğe “Besmele”yle başlar[41] ve sofradan kalkarken “Elhamdülillah” derdi. Sofrada çöpe atılacak herhangi bir yemek ya da ekmek parçasına müsâade etmezdi. En ufak bir nîmete saygı gösterir ve hiçbir nîmeti yermezdi. Yemek devam ederken izin almaksızın herkesten önce kalkılmasını doğru bulmazdı.Karnını tıka basa doyurmaz, yemekte kusur aramaz, iştahı varsa yer, canı çekmiyorsa yemezdi.[42] Allah Resûlü (s.a.v.); mümkün olduğunca her işe sağdan başlamayı severdi. Suyu sağ eliyle içer, yemeği sağ eliyle yerdi.[43] Zâten O, -bâzı işler müstesnâ- her şeye sağdan başlar ve her işi sağ eliyle yapardı. Elbise ve ayakkabı giyerken önce sağdan giyer, mescide sağ ayağıyla adım atar, bir şey ikrâm ederken önce sağ tarafına verirlerdi.[44] Yalnız; tuvalete girerken, mescitten çıkarken, elbise çıkarırken ve tahâret işlerini yaparken sol ayağını ve sol elini kullanırdı.
O’nun sofrasından eksik olmayan iki yiyecekten birisi arpa ekmeği, diğeri de hurmaydı… Bâzen uzun süre bunlarla yetindiği olurdu. Her gün aynı gıdayı değil, mümkünse farklı gıdalar almayı tercih eder; eti, kabağı, balı, tatlıyı, sütü, peyniri, zeytinyağını, sirkeyi severdi.[45] O’nun en sevdiği yemek, et yemeğiydi. Yemeklere zaman zaman biber, zencefil, tarçın gibi baharatlar atardı. Yaş meyvelerden en çok kavunu ( ya da karpuzu) ve üzümü sever, bunları yaş hurmayla berâber yerdi… Çiğ soğan ve sarımsak gibi ağızda koku bırakan gıdaları yemezdi… Sıcak yemeği sevmez “Sıcak yemekte bereket yoktur. Allâhü Teâlâ bize ateş yedirmez. Öyle ise yemeği soğutun.” [46] buyururlardı. Suyu, dibi görünür kaptan içer; bal şerbetini ve Nebîz denilen bir çeşit hurma ve üzüm kompostosunun tazesini severdi.[47]
O; evine geldiği zaman, evde geçireceği zamanı üçe bölerdi; birini Allah(c.c)’a ibâdete, diğer vaktini âilesine, üçüncüsünü de şahsına ayırırdı. Kendisine ayırdığı zamanın bir kısmını da Ashâbına tahsis eder, onların sorularını cevaplandırır ve problemlerine çözümler bulurdu.
Her müşkülü olan O’nun huzûruna endişe duymadan gelir, mâruzatını O’na rahatça iletirdi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sadâkatli ve hatırşinas bir insandı. Ahdinde dururdu, va’dine sâdıktı, sözünden aslâ caymazdı. Kendisine ve çevresindeki Ashâbına yardımı dokunanları hiç unutmaz, onları devamlı arar ve sorardı. O; derecelerine göre fazîlet erbâbına ihtirâm eylerdi. Akrabalarına da ziyâdesiyle ikrâm ederdi. Ehl-i Beyt’ine ve Ashâbına en güzel şekilde muâmelede bulunur ve diğer kimselere de yumuşak ve lütufkâr davranırdı. O; komşuluk hakkına fazlasıyla riâyet eder, herkese imkânlar ölçüsünde yardımcı olmaya, bilhassa yoksulları gözetmeye çok önem verirdi. O; hastalarla ilgilenir, onları ziyâret eder, “Geçmiş olsun!” der, ağır durumda olanlara tesellî verir, metânet ve sabır telkîn ederdi.[48] Cenâzelere iştirâk eder; tâziye verir, merhumun yakınlarına sabır diler, cenâze sâhiplerine tesellî verilmesini, yardımcı ve destek olunmasını isterdi. Hastaları ziyâret eder, telkinlerde bulunurdu. O; meclisinde bulunan insanların her biriyle yakından ilgilenir, hiçbir ayrım yapmadan hâl-hatır sorar ve onlara çeşitli ihsânlarda bulunurdu. Mescid’de ve Cuma’da göremediği Ashâbı hakkında bilgi alır ve onların durumlarıyla yakından ilgilenirdi.
Efendimiz; fakirleri, hizmetçileri ve köleleri sık sık ziyâret eder, onlarla birlikte yemek yerdi. Öyle ki, onlarla birlikte kuru yere oturur ve onlardan hiç ayırt edilmezdi. O; hizmetkârlarını pek hoş tutar, onlara hiç kızmaz ve azarlamazdı.[49]Kendisi ne yer ve ne giyerse, onlara da aynısını yedirir ve giydirirdi.[50] Çok cömert ve ikrâm sâhibiydi. Kendisine bir hediye geldiği zaman onu kabul eder ve kendisi de onu getiren kişiye hediye verirdi.[51] Gelen hediyeleri fakirlere ve ihtiyaç sâhibi talebelere dağıtırdı.
Efendimiz, bulunduğu mecliste ayrıcalıklı bir yere oturmazdı O; oturmakta olan bir topluma geldiğinde başköşeye geçmek için hiç kimseye sıkıntı vermez, hemen cemâatin son kısmına veya boş bulduğu yere oturdu. Otururken; bâzen diz üstü oturur, bâzen bağdaş kurar, bâzen de uyluklarını karnına çekip ellerini dizlerinin üstüne bağlardı.[52] O; oturduğu zaman, başkalarına karşı aslâ ayağını uzatmazdı.[53] Bir yerde otururken avret yerlerinin açılmamasına çok dikkat ederdi.[54] Umûmiyetle Kıble’ye müteveccih otururlardı. Oturduğunda; omuzu, oturanların hepsinden daha yukarıda görünürdü. Otururken -yemek yeme durumu hâriç- sağ ve sol tarafına yastık koyup dayanırdı. Yaslandığı yastık, içinde uyuduğu yatak, içi hurma lifleriyle doldurulmuş ve tabaklanmış deridendi.[55]
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), sağ tarafına ve sağ yanı üzerine yatarak uyur, elini sağ yanağının altına kor ve; “Allah’ım! Senin ismini anarak ölür ve Senin ismini anarak dirilirim.”[56] derdi. Allah Resûlü(s.a.v.)’nün gözü uyur, kalbi uyumazdı.[57] Yatağa yatarken iki avuçlarını birleştirir; İhlâs, Felâk ve Nas Sûreleri’ni okur, ellerine üfler ve ellerini baştan aşağı bütün bedenine sürer ve bunu üç defâ yapardı.[58] Ve yatağa yatınca; “Yâ Rabbî! Beni kullarını tekrar dirilteceğin günde azabından koru.”[59] diye niyâzda bulunurdu. Uykudan uyandığında; “Allah’a hamdolsun ki, bizi uyuttuktan sonra uyandırdı. Dönüş O’nadır.”[60] duâsını yapar, sabahları evden çıkarken ise; “Yâ Rabbî! Doğru yoldan sapmaktan ve saptırılmaktan, kanmaktan ve kandırılmaktan, haksızlık etmekten ve haksızlığa uğramaktan, saygısızlık etmekten ve saygısızlık edilmekten Sana sığınırım.”[61] diye duâ ederdi.
Hâsıl-ı kelâm O; her fazîletin, her erdemin, her güzel hasletin, hülâsâ her üstün özelliğin zirvesiydi. Yaratılış, huy, ahlâk ve davranış güzelliği bakımından; O, ne kimseye benzerdi, ne de kimse -tam mânâsıyla- O’na benzeyebilirdi. Sözün özü, Fahr-i Kâinât Efendimiz, her türlü üstünlük, ekmeliyet ve yüceliğin bir insanda toplandığı ve tepeden tırnağa nur olan “en güzel örnek”ti.
Yazımızı, Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in mübârek vücutlarının nur olup, gölgesinin yere düşmediğini muhteşem mısrâlarla dile getiren;
“Sâyesi düşmez yere bir böyle nahl-i Tûr’sun
Mihr-i âlem-gîrsin başdan ayağa nûrsun”[62]
diyen Itrî’nin bir beyitiyle bitirirken; Kâinâtın Solmayan Gülü’ne bizleri ümmet eyleyen Cenâb-ı Allah’a ilm-i İlâhisindeki sayılar adedince hamd ü senâ ediyor, Âlemlere Rahmet Olan Resûller Resûlü(s.a.v.)’ne de ezelden ebede açılan gül yaprakları adedince sâlat ü selâm gönderiyoruz.
Ve hatm-i kelâmı da Hâkânî Mehmet Bey’in Hilye-i Saadet’inden bir beyitle yapıyoruz:
“Hâsılı ey Şeh-i İklim-i Vefâ,
Sana cânım da fedâ, ten de fedâ…”[63]
Dipnotlar
[1] Ahzâb, 33/40
[2] Ahzâb, 33/21
[3] Sözlük anlamı “süs, ziynet, kolye” olan “hilye” kelimesi, mecâzen; “yaratılış, sûret ve güzel vasıflar” demektir. Osmanlı
kültüründeki “hilye” ise; Allah Resûlü(s.a.v.)’nün vasıflarını ve fizikî özelliklerini anlatan edebî eserlere, kitaplara ve
hüsn-i hatla yazılmış levhalara verilen isimdir. Bu makâlemizde Efendimiz’in vasıflarını ve ahvâlini yazacak; ancak ilk defa
Hâfız Osman tarafından levha şeklinde tertip edilerek nesih hatla yazılan “Hilye-i Şerife”yi de bir başka yazımızda ele
alacağız.
[4] Bakara, 2/138
[5] Hanbel, Müsned, I, 101
[6] Hanbel, a.g.e., I, 27; Tirmîzî, Menâkıb 8
[7] Hanbel, a.g.e., II, 350
[8] İbn-i Sa’d, Et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I, 415
[9] Ebû Dâvûd, Cihad 94
[10] Beyhâkî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VII, 41
[11] Beyhâkî, a.g.e., VII, 41
[12] İbrâhim Cânan, Kütüb-i Sitte, XVII, 477, Hadis Nu: 7099
[13] M. Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, III, 155
[14] Hâkim, Müstedrek, IV, 286-287
[15] Buhârî, Ta’bir 22, İ’tisam 1
[16] Hakîm, a.g.e., III, 10-11
[17] Buhârî, Menâkıb 23; Ebû Dâvûd, İlim 7
[18] Tirmîzî, Şemâil 57; Dârimî, Sünen, Mukaddime, I, 10
[19] Buhârî, İlim 30; Müslim, Zikir 79; Hanbel, a.g.e., V, 26, 42
[20] Buhârî, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı, IX, 278
[21] M. Yusuf Kandehlevi, a.g.e., III, 128
[22] M. Yusuf Kandehlevî, a.g.e., III, 128
[23] Ebû Dâvûd, Sünen, 23-24
[24] İbn-i Sa’d, Et-Tabakâtü’l-Kübrâ, II, 357
[25] İbn-i Sa’d, Et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I, 90
[26] M.Yusuf Kandehlevi, Hayâtü’s-Sahâbe, II, 131
[27] Müslim, Fedâil 79
[28] Ebû Dâvûd, Edeb 1; Nesâî, Kasâme 24
[29] Buhârî, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı, IX, 276
[30] M. Yusuf Kandehlevi, a.g.e., III, 128
[31] Ebû Dâvûd, Edeb 40
[32] M. Yusuf Kandehlevî, a.g.e., III, 127
[33] Âl-i İmrân, 3/159
[34] Müslim, Tahâret 1
[35] Müslim, Tahâret 44
[36] Tirmîzî, Şemâil 12; İbn-i Sa’d, Et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I, 391-398
[37] Müslim, Fedâil 81; Tirmîzî, Birr 62
[38] Nesâî, İşretü’n-Nisâ 10
[39] Buhârî, Cum’a 6, Hibe 9, Libâs 80
[40] Tirmîzî, Zühd 38
[41] İbn-i Mâce, Et’ime 8
[42] Tirmîzî, Birr 84; Buhâri, Et’ime 21
[43] Buhârî, Et’ime 2-3; Müslim, Eşrime 108-109
[44] Buhârî, Müşkülât 1, Eşribe 14, 18
[45] Müslim, Eşribe 164-169
[46] Gazâlî, İhyâ-i Ulûm’id-dîn, V, 366-367
[47] Tirmîzî, Şemâil 15-16
[48] Buhârî, Menâkıb 25, Merdâ 10, Tevhîd 31
[49] M. Yusuf Kandehlevi, Hayâtü’s-Sahâbe, III, 132; Ebû Dâvûd, Edeb 1
[50] İbrahim Cânan, Kütüb-i Sitte, XVII, Hadis Nu: 7098
[51] Tirmîzî, Birr 34; Buhârî, Hîbe 11; Ebû Dâvûd, Büyû’ 80
[52] Buhârî, İsti’zân 34
[53] M. Yusuf Kandehlevi, a.g.e., III, 128
[54] M. Yusuf Kandehlevî, a.g.e., III, 273
[55] Buhârî, Rikâk 17; Müslim, Libâs 37
[56] Buhârî, Da’avât 7, 8
[57] Nesâî, Kıyâmü’l-leyl 36; Buhârî, Teheccüd 16
[58] Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 14; İbn-i Mâce, Duâ 15
[59] Tirmîzî, Da’avât 76; Müslim, Zikr 56; Ebû Dâvûd, Edep 107
[60] M. Râif Efendi, Muhtasar Şemâil-i Şerîf Tercemesi, 193-208
[61] Buhârî,Tevhîd 7394
[62] Itrî Mustafa Çelebi (Buhûrizâde), Tevşîh, Ali Budak&Ali Belbağı, Kâinatın Efendisi’ne Na’t Antolojisi, 90
[63] Hâkânî Mehmet Bey, Hilye-i Saadet, 99