Halit Fahri Ozansoy’un büyük bir içtenlikle “Edebiyatçılar Geçiyor”da[1] “Diyebilirim ki özgürlüğe karşı ilk heyecanım bu romanı okuduktan sonra başlamıştı. Küçük Dilber’in esirlik hikayesini gözlerim yaşlanarak gecelerce okumuştum. (…) İşte ilk özgürlük düşüncesini ve esirlikten ilk nefret ve dehşet duygusunu bu romandan almıştım…” dediği Sergüzeşt, şöyle başlıyordu:
“Rusya Kumpanyası’nın Batum’dan gelen bir vapuru Tophane’nin önüne yanaştığı zaman denizin üzerinde sabırsızlıkla bekleyen birkaç kişi sandallardan vapurun içine atılmışlardı. Bunlardan birisi uzun boylu, geniş omuzlu, seyrek siyah bıyıklı, etekleri ayaklarına kadar uzun, beli gayet dar bir Çerkes paltosu giymiş; yanında kendi kavminin kalpağı, elinde bir gümüşlü kırbacı olan Çerkes’e:
– Safa geldiniz. Cariyeler nerede?
– İşte burada!
– Kaç tane?
– Üç.
– Güzel mi?
Çerkes, (Esirlerden birisini göstererek):
– Şu mâi gözlere bak! Bir paşa buna bir hazine verir.
Çerkes’le bu herif bir sandala, cariyeler de diğerine binerek, Tophane İskelesi’ne doğru vapurdan açıldılar…” [2]
Romanın bundan sonrası, romanının baş kahramanı Dilber için ya da geçmişten geleceğe taşınan bütün Dilberler için hep karanlık hep ıstıraptır…
Halit Fahri, Sergüzeşt romanı için, “1908’den evvelki bir tarihte okuduğumu hatırlıyorum.” der ve devam eder “İstibdatta yasak olan bu kitabı nasıl olmuş da sahaflarda ele geçirmiştim? On üç, on dört yaşımda var mı idim? Sahaf ne cesaretle bu kitabı bana satmıştı? Herhalde ne olduğunun farkında bile değildi…”[3]
Sahafın “herhalde ne olduğunun farkında bile olmadığı” bu roman Sâmipaşazâde Sezâî Bey tarafından kaleme alınmış, 1888’de yayımlanmıştır. Edebiyat otoriteleri bu romanı Türk edebiyatında romantizmden realizme geçiş eseri olarak adlandırmışlardır.
Bu romandan yıllar sonra amcası Sâmipaşazâde Sezâî Bey’in izinden giden Hamdullah Subhî, “Annemin Derdi” isimli manzum hikâyesini 1910’da Servet-i Fünûn’da yayımlar. Çok beğenilen bu manzum hikâyede Hamdullah Suphi, annesi Ülfet Hanım’ın esirlik serüvenini anlatır.
Şiir, altı yıl önce bir akşamüstü diye başlar. Şair, annesiyle sohbet etmektedir. Bu sohbeti diyalog tekniğiyle aktarırken şair, annesinin yıllardır içinde sakladığı derdi öğrenmek ister;
…
— Hani sen anne her zaman derdin
Bir küçük derd içimde saklıyorum
Büyü, âtîde söylerim oğlum
Neydi ketmettiğin küçük derdin?
Annesi cevap verir oğluna:
— Seni mahzun eder bugün belki
Pek uzun bir hikâye, pek eski.
Büyüdün oğlum işte bak dinle
Sana nakledeyim o derdim ne:
Bir çocuktum, küçük sabî ancak,
Bizi hep sattılar esîr olarak.
Ağabeyim kaldı bir uzak yerde,
Öldü kız kardeşim denizlerde.
Zâten annem zavallı sorma, hele
Şimdi yok bende bir hayâli bile,
Yaşım on bir ya var ya yoktu henüz
Öyle kaldımdı kimsesiz, öksüz.[4]
…
Elbette şiir burada bitmez, Hamdullah Subhî annesinin yaşadıklarını bütün çıplaklığıyla gözler önüne serer ve hayat devam edip gider. Bir süre sonra Hamdullah Subhî, çok beğenilen bu şiirini kendi güzel ve kuvvetli Fransızcası ile (Le Chagrin De Ma Mere) başlığı altında Fransızcaya da çevirir.[5]
İşte insanoğlunun hazin hikâyesi böyledir. Fakat bir mal gibi alınıp satılan, kullanılıp bir kenara atılan nice hayatlar sadece maziye ait değildir. Ne yazık ki günümüzde de bu berbat kâbusu yaşamak zorunda kalanlar, farklı giysiler ve sıfatlarla arzı endam etmektedirler. İnsanlığın yüz karası olan bu duruma şimdilik kapkara üç nokta koyarak Hamdullah Subhî’ye dönelim.
Abdüllatif Subhî Paşa’nın konağında 1885 yılında dünyaya gelen Hamdullah Subhî, ailenin 23’üncü çocuğudur. Annesi Ülfet Hanım, Subhî Paşanın üçüncü zevcesidir. Dedesi Abdurrahman Sami Paşa, Türk Maarifinin ilk Maarif Nâzırıdır. Babası 6., eniştesi ünlü Türk bestecilerinden Vezir Mehmed Yusuf Ziyâ Paşa 22., Hamdullah Subhî Bey ise Türk Maarifinin 38. ve Cumhuriyet döneminin 2.Millî Eğitim Bakanıdır.
Babadan oğula, oğuldan da toruna geçen Eğitim Bakanlığı âdeta bu ailenin uhdesindedir. Nitekim, Gazi Mustafa Kemâl Paşa da Hamdullah Subhî’nin ikinci kez Maarif Vekili seçilişinde: “Hamdullah, doğuştan Maarif Vekilidir” demiştir.
Türkiye Yüz Yılı Maarif Model’inin konuşulduğu bugünlerde Hamdullah Subhî’nin Maarif Vekilliği konusuna da elbet değineceğiz; ancak şimdi Hamdullah Subhî’yi bir başka cephesiyle tanımak için Ruşen Eşref’le 1916’da (1917 de olabilir) yaptığı bir sohbete kulak misafiri olalım:
“Edebiyat, bence milletlerin ruhunda yüksek ve asil şeylere karşı duyulan sürükleyici bir hasretin ifadesidir. Edebiyat bir imân, edebiyat bir aşk, edebiyat mukaddes bir kuvvettir.” diyerek sohbetine devam eden Hamdullah Subhî, “Ben, altmış, yetmiş senelik tarihi bulunan eski bir ev içinde büyüdüm. Orada Hamid’i, Şinasi’yi, Ziya Paşa’yı, Sezâî Bey’i Namık Kemal’i hep okurduk. Fakat benim çocukluk senelerimde bana memleketimin aşkını ve yüksek, asil şeylerin sevgisini ve kuvvete, zulme karşı kafa tutmanın zevkini öğreten Kemal Bey oldu. Rûhumun üzerindeki en derin izler ondan gelmiştir.” der.[6]
Zalime ve zulme karşı koyma tutkusunu vatan şairimiz Namık Kemal’den miras alan Hamdullah Subhî ömrü boyunca hep büyük idealler uğruna mücadele etmiştir. 1919’da İzmir’in işgal edilişinin ardından İstanbul’da yapılan mitinglerde konuşmacılar arasında Hamdullah Subhî de vardır. Ünlü hatip bu mitinglerde konuşmuyor âdeta Türk milleti adına kükrüyordu. Mesela bir konuşmasında şöyle sesleniyordu:
“…Yunan taburlarının soyguna, savaşa giderken söyledikleri bir türkü vardır: Bre Sultan, demedik mi haç yükselecek, mabetlerin yıkılacak, boynun bükülecek.
Buna cevap olmak üzere Anadolu, halk muharebesine başladı. Emineler, Ayşeler, Kübra Kadınlar, Yörük,
Zeybek, Türkmen, bütün erkek ve kadınlarıyla atalarından arta kalmış paslı silâhlarıyla Yunanlıya karşı çıktılar. Onlar da türkülerini düzdüler… Dediler ki: Bre hâin demedik mi hilâl yükselecek, bayrakların parçalanıp yere gömülecek. Türk’ün başı doğrulacak, yüzü gülecek, bayrakların parçalanıp hilâl yükselecek!”[7]
20. yüz yıl Türk’ün bahtının pek gülmediği bir yüz yıldır. Balkan Savaşları, Trablusgarp, Birinci Dünya Savaşı ve ardından ilan edilen Mondros Ateşkes Antlaşması… Büyük faciaların bizi çepeçevre sardığı yıllardır. Sayısız cephede vuruşan Türk ne yazık ki ne başkentini ne de Anadolu’yu işgal edilmekten kurtarmıştır. Ancak bu işgallere dur diyecek olan Hamdullah Subhî’nin başkanlığındaki Türk Ocakları gençlik teşkilatı İstanbul’da bütün kuvvetiyle millî direnişin ateşini yakmış, halkı uyandırmaya ve karşı koymaya davet etmeye başlamıştı. Hal böyle olunca İstanbul’u işgal eden İtilaf Devletlerinden İngiliz ordusunun ilk hücumu Hamdullah Subhî’nin Reisi olduğu Türk Ocağı olmuştur. Doktor Hasan Ferid Cansever, o günü şöyle özetler:
“…İstanbul’a geldiler. İstanbul topraklarına ayaklarını basar basmaz ilk iş olarak Ocağı arayıp bulmak ve onu kapatmak oldu…”[8]
Hamdullah Suphi Bey, Türk Ocakları Başkanı olarak Son Osmanlı Meb’ûsân Meclisi seçimlerine katılmış, Antalya’dan mebus seçilmiş Misâk-ı Millî kararlarının Son Osmanlı Meb’ûsân Meclisi’nde kabulünde etkin rol oynamıştır.
Meclis’te yaptığı şu tarihi konuşma, asla baş eğmeyi kabul etmeyen bir Türk Ocaklıya yakışan en güzel tavırlardan biridir: «Siz Millet Meclisi değilsiniz. Ordunuz yok, paranız yok, hükümetiniz yok. Millet Meclisi olmak için Anadolu’da başlayan son kurtuluş ümitlerinin mümessili olan Millî Hareket’i benimsediğinizi ilân edebilirseniz, o zaman Millet Meclisi olursunuz. Yoksa, şu kapıdan başını uzatacak ilk İngiliz çavuşu, sizi istediği hapishaneye götürmek kuvvetindedir»
Bu konuşmanın hemen sonrasında Hamdullah Subhî de “Ahmet Kemal” takma adıyla bir gece, gizlice Anadolu’ya kaçıp Millî Mücadele’ye katılır.
Millî Mücadele’ye katılan Hamdullah Subhî’yi, Türk tiyatrosunun büyük sanatçılarından Vasfi Rıza Zobu, şöyle anlatır:
“Hamdullah Subhî Tanrıöver, Mustafa Kemal’in açtığı Türk’ün kurtuluş bayrağı altına hazırlanmış olarak
gidenlerdendi; hakikati sonradan anlayıp da katılanlardan değil… O, yıllar yılı yalnız kendini değil, “Mustafa Kemal’e Yardımcıları” da Ocak’ın içinde hazırlamıştı… “Türküm” diyene: “estağfurullah” dendiği, komşumuz Hanımefendi’nin ahretliğini: “Hınzır Türk” diye azarladığı devirlerde, O, bana “Türklüğümle” iftihar etmeği öğretti. Mübarek bir ağzın: “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözünü haykıracağı güne kadar: Bu hükmün manasına beni o, eriştirdi. Kulağımı bu sevinçli nağmelere o, alıştırdı. Gönlümü bu sevgilerle o doldurdu…”[9]
İşte Vasfi Rıza’nın anlattığı bu idealist adam, Ankara’ya geçer geçmez Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görev almış ve Türk Ocağı’nı, Ankara’da yeniden kurmuştur. Bu önemli görevlerin yanı sıra Hamdullah Suphi Bey, “İrşat Heyeti” ve “Matbuat ve İstihbarat Müdüriyeti-i Umûmîyesi”ne 7 Haziran 1920’ de müdür olarak tayin edilmiştir.
Bu teşkilat, halkı ve orduyu bilgilendirmek ve moral vermek maksadıyla gazete ve dergi basıyor, matbuatı askerlere ve halka dağıtıyordu. İstiklâl Marşı yazma yarışmasını da bu Heyet ve Müdüriyet üstlenmişti. 25 Ekim 1920 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yayınlanan duyuru ile tüm şairler böyle bir faaliyetin icrasına davet edilmişti. Bu arada 14 Aralık 1920’de Hamdullah Suphi Bey Büyük Millet Meclisi tarafından 2. Maarif Vekili olarak seçilmişti. Sonrasını yer gök zaten biliyor. Hamdullah Subhî’nin ısrarı üzerine yarışmaya sonradan katılan Mehmet Akif Ersoy’un kaleminden dökülen muhteşem mısralarla Türk’ün İstiklâl Marşı, henüz zafer kazanılmadan yazılmış ve 12 Mart 1921’de TBMM’de Hamdullah Subhî Bey tarafından kürsüde dört defa okunmuştu,
Bu dönemde ilginç olan bir şey daha vardır: Hamdullah Subhî’nin Maarif Vekili olarak görev yaptığı İstiklâl Savaşı’nın en kritik dönemi olan Kütahya-Eskişehir Muharebelerinin ve maalesef bozgunun yaşandığı günlerde TBMM, 15-21 Temmuz 1921’de Ankara’da “Maarif”in ele alındığı bir kongre düzenlemiştir. Düşünebiliyor musunuz ortada yeni bir devletin kurulup kurulamayacağı bile belli değilken, sanki savaş kazanılmış, İngiliz, Fransız, İtalyan, Rus, Ermeni ve Yunan kuvvetleri vatan topraklarından çekilmek zorunda kalmış, her şey normale dönmüş gibi gelecek planları yapan bir meclis ve Millî Eğitim Bakanlığı dimdik, ayakta durmakta. Bu ne muhteşem bir tablodur ve bu nasıl bir öngörüdür; gerçekten anlamak zor.
Basın kongreyi takip etmiş, kongrede yaşananlarla ilgili olarak haberler sunulmuştur. 17 Temmuz 1921 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde çıkan “İki Cephe” başlıklı yazıda; “Cephelerde Felâh-ı İstiklâl Ordusu Yunanla mücadele ederken, Ankara’da muallimler ordusu cehle karşı müdafaa programını hazırlıyor. Harp ve Maarif cephelerinin ikisinde de faaliyet var. Vatandan millî ordu düşmanı, muallim ordusu da cehalet ve zulmeti kovacak. İki himmetin aynı zamanda tahlîsi (kurtuluşu) ulvî bir tesadüftür.”[10] denmiştir.
Zaman hızla akmış. Hamdullah Subhî hem Milli Eğitim Bakanı hem de Türk Ocağı reisi olarak Türk insanın kendi memleketinde birilerine kul köle olmadan her bakımdan rahat yaşaması için çok ama çok çalışmıştır. 1931’de Türk Ocağı kapatıldıktan sonra Atatürk, Türk Ocakları’nın Başkanı Hamdullah Suphi Tanrıöver’e yepyeni bir görev vermiştir: Bükreş’e önce birinci sınıf elçi olarak atanmış ve daha sonra Büyükelçiliğe yükseltilmiştir.
Subhî Bey Romanya’da göreve başlar başlamaz Gagauz’larla (Gök Oğuzlarla) ilgilenmiş; Dobruca ve Besarabya kasaba ve köylerinde incelemeler yapmıştır. Türk dilini, gelenek ve göreneklerini yitirmemiş bulduğu Gagauzlara Türk olduklarını anlatmaya çalışmıştır. İlk fırsatta 30-40 kadar Gagauz gencini Türkiye’ye orta ve yüksek okullara tahsile göndermiştir. Gagavuzların bulunduğu kasaba ve köylerde Türkçe eğitim yapan okullar açılmasını sağlamıştır. Bu okullarda Türkiye’den getirttiği ders kitaplarının okutulmasını yolunu açmıştır. Bundan başka Genel Tarih ve Romen Tarihi yanında programa Türk Tarihi dersleri konulmasını da kabul ettirmiştir.[11]
Romen Hükümeti, kendi uyruğundaki Müslüman ve Hristiyan Türklerin durumlarıyla yakından ilgilenen onların eğitimi için Türkiye’den öğretmen görevlendirilmesini sağlayan Hamdullah Subhî Bey’i takdir ederken Bükreş Üniversitesi de ona fahrî doktorluk unvanı vermiştir.
13 yıl gibi uzun bir süre hem elçilik görevini yerine getiren hem de Türklüğe hizmet eden Hamdullah Subhî Bey, 1944 yılında Türkiye dönmüş ve 1949’da İstanbul’da tekrar açılan Türk Ocakları’nın yeniden genel başkanı olmuştur.
Atatürk’ün soyadı olarak “Hamdullah” isminin Türkçesini verdiği millî hatip, yazar, gazeteci, milletvekili Hamdullah Subhî Tanrıöver, Türk Ocaklarının başkanlığını 1913’ten ölüm tarihi olan 10 Haziran 1966’ya kadar aralıklarla 34 yıl yürütmüştür.
Yazımızı Hamdullah Subhî Tanrıöver’in şu güzel sözünü tekrar ederek bitirelim:
“Aziz Ocaklı, sen Türk’ün gören gözü, duyan kulağı, uyanık vicdanısın!”
[1] Halit Fahri Ozansoy, “Edebiyatçılar Geçiyor” Dergâh Yay. İst.2016, s. 106
[2] Sâmipaşazâde Sezâî, “Sergüzeşt” Haz. Dr. Salim Çonoğlu, Ötüken Neşriyat, İst.2021
[3] Halit fahri Ozansoy, age, s.
[4] Fethi Tevetoğlu, “Hamdullah Suphi Tanrıöver” Kültür Turizm Bak. Yay., Türk Büyükleri Dizisi, Ank. 1986, s. 48
[5] Fethi Tevetoğlu, age, s. 53
[6] Ruşen Eşref Ünaydın, “Diyorlar Ki…” MEB Kültür Yay. İst. 1972, s. 177
[7] Fethi Tevetoğlu, age, s. 133
[8] Fethi Tevetoğlu, age, s. 119
[9] Fethi Tevetoğlu, age, s. 148
[10] Cemal Güven- Ekrem Zahid Boyraz “Hamdullah Suphi Tanrıöver’in İlk Maarif Vekilliği Dönemi Faaliyetleri” Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi, S.10, 2016, s.302
[11] Fethi Tevetoğlu, age, s. 206