Duruş Kaybı

                Okul, üniversite bitirmiş, “aydın” kabûl edilenlerimizin çoğu, millete yabancılaşmış, kendini Batı’lı sayan, olayları, Batı’lı bakış açısıyla değerlendiren kimseler değil midir? Sayısız misâllerden biri olarak, Gebze’deki LİSE bitirme törenine, “artık özgürlüğe kavuştum” havası içinde, dekolte giyim ve dizüstü etekle, âileleri eşliğinde gelen, Lise müdürü’nün HAKLI itirazıyla karşılaşınca tepki gösteren “kız”larımızın durumunu gösterebiliriz. Ana akım medya da, âdeti üzre, “ilerici” bir duruş sergilemiştir. “İlerici”, “çağdaş” denilen yazarlar da bu yeni LİSE mezunlarını destekleyip, Müdürü kınamışlardır.

         Hikâyenin başlangıcı, 1801 yılına dayanmaktadır: Ne kadar tekrar edilse, hatırlatılsa, bilmeyenlere ÖĞRETİLSE, azdır. Osmanlı Devleti’ni (hâlâ, Osmanlı’dan “imparatorluk” diye söz eden, Batı’lıların zihinlere yerleştirdiği bu iftiranın FARKINDA OLMAYAN, imparatorluğun nasıl bir ‘üniformalı, emperyal bir soygunculuk, şatafatlı haydutluk’ olduğunu, ‘emperyalizm’ niteliğinin, artık, politik rakiplere karşı, ‘suçlamak, aşağılamak’ için kullanıldığını bilmeyen mebzûl mikdarda (aydınlarımız !) vardır ve hâllerinden memnundur) kalkındırmak, daha iyi bir duruma getirmek için Sultân Üçüncü Selîm, 1801 yılında, kendisine sunulan 21 lâyihada ortaya konulan 3 görüşten “her şeyiyle Avrupalılaşmak” olanını benimsedi, gereğini yaptı. (Bu görüşün değil de, ‘kendimizi ve müesseselerimizi koruyarak, Avrupa’nın sâdece tekniğini almak’ görüşünün isâbetli olduğu, Japonların uygulamasından anlaşılmaktadır) ve o zamandan beri, ‘kalkınmak, ilerlemek’ için, devletimizin tutumu, o yolda devâm etmektedir.

        Anlayış, zihniyet, tutum, ‘böyle’ belirlenmişken, 1839 yılında, Kavalalı Mehmed Ali Paşa gailesi yüzünden, Osmanlı topraklarının ya ikiye bölünmesi, yahut hânedânın değişmesi gündeme oturunca, İngiltere’nin istediği maddeleri 16 yaşındaki toy, tecrübesiz Abdülmecid’e gizli oturumlarla öğretip benimseten, mason Mustafa Reşid Paşa’nın mârifeti olarak Tanzîmât ilân edildi. Depremin ikinci darbesi, 1856 yılında, yine aynı şekilde geldi. Bu manevî depremler, o zihniyetin devâmı olarak ve dış etkilerle, Türk çocuklarına, “ileri atılım, çağdaşlaşma hareketleri” olarak öğretildi. Okulda kafasına doldurulan bu yanlış malûmatı, halâ kafasında ‘bilgi’ diye taşıyan, bol mikdarda diploma hamalına sâhibiz.

        1856 yılındaki Islâhât fermanıyla, Osmanlı tebeası gayrımüslimler, vergide ve diğer bütün işlerde Müslümanlarla aynı duruma getirildiler. Gayrı müslimler, artık cizye ödemeyeceklerdi, din ve mezhep farkı gözetilmeksizin, bütün Osmanlı tebeası devlet memûru olabilecekti. “Din, dil ve ırk îtibâriyle herhangi bir cemâatin diğer bir cemâtten aşağı tutulduğunu gösteren kâffe-i ta‘bîrât ve elfâz u temyîzât muharrerât-ı dîvâniyyeden ilel-ebed mahv u izâle edilecektir. Kanûnî ehliyet ve evsâfı hâiz her ferd hangi dîne mensûb olursa olsun      ‘mekâtib-i askeriyye ve mülkiyye’ye girebilecekti. (İsmail Hâmi Dânişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, IV, 175.) Bu fermâna göre, Osmanlı Devleti’nde yaşayan Müslüman ve gayrımüslim (yâni kâfir), kimyâdaki bâzı elementlerin târifi için kullanılan: renksiz, tatsız, kokusuz hâle getiriliyordu. O devirden kalma bir karikatür, durumu çok güzel anlatır. Bir gayrımüslim, kendisine ‘gâvur’ diyen bir Müslümandan şikâyetçidir. Karakol görevlisi, Müslümana çıkışır: “hâlâ anlatamadık mı, artık, gâvura ‘gâvur’ demek, yasak! Bu tutum, zihinlerde, GÜNÜMÜZE KADAR aynen devâm etmiştir: kaç kişi, ‘İngiliz gâvuru’, ‘Fransız gâvuru’, ‘Rus gâvuru’ demeyi aklına getirmektedir?

           Hâlbuki 1856 yılındaki o fermanın HÜKMÜ KALMAMIŞTIR; pekâlâ, hakaret kasdı olmaksızın (zaten gereği de yoktur, Âhirette durumu belli zavallıya hakaret, israftır) ‘İngiliz gâvuru’, ‘Fransız gâvuru’, ‘Rus gâvuru’ denilebilir, ‘kısa boylu İngiliz’, ‘şişman Fransız’, ‘sıska Rus’ der gibi, bir sıfatı belirtilir, ben öyle yapıyorum. (Bu kavimlerden, Müslüman olanlar vardır; onlar ayrı; Müslüman oldukları için, zâten, o târife girmezler.)

            İSLÂHÂT Fermânı ile duruş kaybına uğradık, RESMEN, Devlet tutumu olarak, kendimizle, Müslüman olmayan arasında, HİÇBİR FARK GÖRMEMEĞE ALIŞTIRILDIK. Onun içi, Gebze’deki Lise (sahsiyetin biçimlendiği yılların kalıpçısı) yi bitiren kızlar, ÇOK İYİ BİR ŞEY YAPIYORUZ, ÇAĞDAŞLAŞMIŞ OLDUĞUMUZU GÖSTERİYORUZ havası içinde, öyle bir eylem yaptılar, malûm medya da onları destekledi.

            Peki… ÇAĞDAŞ Avrupa’da, bayanların İSTEDİKLERİ GİBİ davrandıkları toplumlarda DURUM nedir? diyecek olursanız:

            Evlilik dışı (zina neticesi) doğan çocuk sayısı, oranı, giderek ARTMAKTADIR. “Böyle’ dünyaya gelen, “babası belirsiz” çocuk oranı’nda, Fransa, % 60 ile şampiyondur. Yâni, doğan yüz çocuktan, altmışı, babası belirsiz olarak hayâta gözlerini açmaktadır. Batı Avrupa ülkelerinde de durum artı/eksi % 50 dir.  Bu gidişle, Avrupa’yı, 20 yıla kalmadan “şunun bunun” çocukları yönetecektir, çünkü onlar çoğunlukta olacaklardır. (Bu konuda, Death of the West {Batı’nın Ölümü} adıyla çıkmış  bir kitap vardır.)

***

Tabiî ki, öyle giyinen kızların hepsi öyle bir yol tutacaktır, denilemez, evlenirler, çoluk çocuğa karışırlar, iyi yetişerek, inşallah, iyi anne olup, çocuklarını da iyi yetiştirirler; ama, ‘özendirme’, ‘eğilim’, o yönü gösteriyor, ahlâksızlığın, çağdaşlıkla ilgisinin olmadığını, kim anlatacak? Açık giyinmenin, bedeninin orasını, burasını göstermenin, ilerleme ile, çağdaşlıkla ilgisinin OLMADIĞINI kim anlatacak? (Zâten, kendine güvenen, güzel olduğunun farkında olan, bedeninin bazı yerlerini açıp dikkat çekmeğe tenezzül etmez.)

***

Bu durum, “duruş kaybı”, sâdece yeni yetmelere özgü değildir: 300 yıldan beri gelen ‘bu anlayışla’ imâl edilen diplomalılarımızın çoğu böyledir: kendine ve milletine, Batlı’nın, Avrupalı’nın baktığı gibi bakar. Gâvura ‘gâvur’ demekten çekinir. (‘Ortaçağ karanlığı’, ‘feodalite’, ‘kapitülasyon’, ‘Bizans’ diye SAÇMALAYAN aydın(!)larımız ve hattâ bâzı târihçilerimiz (!) yok mudur?)

*Feodalite rezâleti, bizde HİÇ olmadı. Feodalite’de (Kıta Avrupası ve İngiltere’de) Feodal Lord, hâkim, o bölgenin SÂHİBİ idi, arazisinden bir kısmını satınca, o arazide yaşayan insanlar (serf), çiftlik hayvanı gibi, sâhip değiştirirdi. Halktan bir kız evlendiğinde, ilk gecesini, kocası ile DEĞİL, FEODAL LORD, HÂKİM ile geçirirdi, bu, kanundu; latincesi: Jus Primae Noctis/İlk Gece Kanunu.

(Batı vicdanında ‘HAK’ kavramı olmadığını, onun için de ‘HAK kavramını ifâde edecek kelimenin, Batı dillerinde OLMADIĞINI bilmeyen bir diplomalı câhil, bu terimi ‘ilk gece hakkı’ diye çevirmiş).

Ciddî maskaralıkları devâmlı olarak yapan oryantalistler, Osmanlı’daki Tımar Sistemini, kendi Feodalite’lerine benzeterek değerlendirdiler, mâlûmât deposu olmayı tarihçilik zanneden bazı akademisyenlerimiz de, buna itirâz etmeyi akıllarına bile getirmediler.

         Tımarlı Sipâhi, cihâd sırasında yararlığı görüldüğü için yönetimi kendisine verilen bölgenin sâhibi DEĞİLDİR, oradaki halktan; İslâma girmemişse, Harâc, girmişse Öşür ve Zekât alır, askerlik çağındaki gayrımüslimden, İslâm ordusunda askerlik yapmayacğı için, ‘bir nevi karşılık’ olarak cizye alırdı ve belli sayıda asker beslerdi. Yönetimindeki halkın, Müslüman olsun, gâvur olsun, HEPSİNİN, can, mal ve namusunu korumaktan SORUMLU idi.

*Ortaçağda (395-1453) Medeniyet, Müslümanlarda idi, Avrupa’ya, Palermo-İtalya ve Endülüs (İspanya) yoluyla geçti. Avrupalılar, bu arada rakamları da aldılar. Avrupa’da, Amerika’da kullanılan, bizim de kullandığımız rakamlar, Arap rakamlarıdır, Lâtin rakamlarında SIFIR YOKTUR, sıfır olmadan da hesabı nasıl yaparsınız, teknik buluş nasıl olur, düşünmeğe değer. İslâm dünyasının da, Selçuklu ve Osmanlı yönetiminde olduğunu, diplomalılarımız bile bilir.

            Ortaçağ’da zifirî karanlık içinde olan, AVRUPA İDİ.

*Ağzını doldura doldura, yüzü kızarmadan, sesi titremeden, BİZANS diyen Türk tarihçilere ne demeli? Düşünme özürlü olmayan, zahmet edip BİRAZ okuyan, Fâtih’in yıktığı sosyo-politik varlığın, Roma İmparatorluğu olduğunu bilir. Roma İmparatorluğunun Mîlâdî 395 yılında ikiye ayrıldığını, Batı kısmının 476 yılında yıkıldığını, Doğu’da devâm ettiğini, hemen her diplomalı bilir. ‘Bizans’ın, Mîlâttan önce kurulan bir şehircik olduğunu, yıkıntıları bile kalmamış olan bu sitenin yerine Konstantin’in, kendi adıyla bu şehri, İstanbul’u kurduğunu, orayı başkent yaptığını da, biraz okumuş olan tarihçi, bilir, bilmesi gerekir. Böyle olduğu hâlde, Doğu Roma tarihi ile ilgili olarak yaptıkları araştırmaları BYZANTIUM adını verdikleri, tuğla kalınlığındaki periyodik kullanan Batı’lı ilim adamları(!)nın yaptıkları bu işe, maskaralık değil de ne denir? ya onların ortaya attığı Bizans lâfını PAPAĞAN GİBİ, düşünmeksizin tekrarlayan TÜRK târih üstadları(!)na ne demeli?

*Kanûnî Sultân Süleyman, zavallı Fransuva’ya, Fransa biraz kendini toparlasın da Şarlken’in kucağına düşmesin, diye, İMTİYÂZÂT (ayrıcalıklar) verdi: Osmanlı limanlarına giren bütün yabancı gemilerin, Fransız bayrağı çekmesini, Fransa’ya vergi vermesini buyurdu. Bu lütuf, iki hükümdarın hayatı süresince muteber idi, Fransız gâvuru, allem etti, kallem etti, yalvardı, sırnaştı, anlaşma yenilendi ve zamanla, Avrupa’da maddî gelişmeler oldu, Osmanlı zayıfladı, bu imtiyâzât, Kapitülasyon hâline geldi. Kapitülasyon: teslimiyet demektir. Avrupalı, bu kelimeyi, pek tabiî, severek kullandı. Bizim târihçilerimiz de “Avrupalı ne diyorsa doğrudur” anlayışıyla, kapitülasyon, dedi. Yâni, Kanûnî, Fransuva’ya teslîm oluyor! Ne güzel(!) değil mi?

Okul  kitaplarımıza bile böyle girdiği için, BİZ DE öyle kullanıyoruz! Batılı olmak, çağdaşlaşmak KOLAY MI? Avrupa’lı NE DERSE; O! (Tam sömürge eğitimi!)

Târihçilerimiz (!), zahmet edip de, “Kanûnî, Fransuva’ya İMTİYÂZÂT lütfetti, sonra, zamanla Fransa ilerledi, kalkındı, bu lütuf, teslimiyet hâline geldi, Kapitülasyon oldu” demezler, yazmazlar… Okul kitaplarımızdaki bu korkunç yanlışın düzeltilmesi için ilgilileri uyarmazlar…

           Gâvura ‘gâvur’ demekten çekinir hâle getirilen, ‘duruş kaybına uğramış’larımızla ilgili olarak, yazar Ömer Lekesiz’den bir alıntı sunalım:

Son yüz yetmiş yıldır Müslümanların küfür ve kâfir kelimeleriyle başı hoş değildir.

Zira Batıcı, laikçi, demokrat, liberal, muhafazakâr… vb. görüşlerin sahipleri küfür ve kafir kelimelerini “köşeli kelimeler” olarak ilan etmişler, Müslümanlar da -bu çevrelere yaranmak için demeyelim- “toplumsal barışın korunması” için o kelimeleri kullanmaktan kaçınmışlardır…

En sıcak gündemimiz olarak ABD-İsrail güçlerinin Gazze’deki soykırımına karşı, vicdan sahibi Batılıların gösterdikleri fiili tepkilerle birlikte, o “başı hoş olmama” durumunun daha da belirginleştiğine, hatta sosyal medyada Batı’dan verilen kimi uç örneklerle “Bunun tavrı mı daha Müslümanca yoksa bizimki mi?” sorusu eşliğinde küfür ve kâfirlik gerçeğinin çok daha gerilere itilmek istenildiğine tanık oluyoruz.

Zira kendim ‘80’li yıllardan beri biliyorum ki, özellikle “bizim” edebiyatçılarımız kâfire kâfir denmesini hiç hoş karşılamamıştır. Örneğin Ionesco’ya ‘kâfir’ dediğinizde önce en yakınızdakilerin ‘Ayıp yahu, hangi devirde yaşıyoruz, o iyi bir yazar’ şeklindeki sözlü tepkilerine maruz kalırsınız.

 Hasılı son yüz yetmiş yılda ne olmuşsa bugün de o olmaktadır.

Yeni Şafak, 23 Mayıs 2024, “Küfre küfür, kâfire kâfir diyememek”

*** ***

 DURUŞ KAYBI, böyle bir felâkettir, şahsiyet yıpranmışlığıdır.

 Yitirdiği kimliğinin FARKINDA OLMAYIŞTIR.

*** *** ***

14 Temmuz 2024

Yazar
Mehmet MAKSUDOĞLU

Mehmet Maksudoğlu, Eskişehir’de Kırım kökenli bir âile içinde doğdu. İnkılâp İlkokulunu, Eskişehir  Lisesini ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini bitirdi. İzmir İmam-Hatîp Lisesi’nde Meslek Dersleri Öğretmeni olara... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen