Prof.Dr. Mevlüt UYANIK[i]
Soru/n: “Eğer Osmanlı, İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa, Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri) katılım teklifi kabul edilseydi, İslamcılık diye bir politika üretilir miydi?” cevabını aradığım sorulardan birisi de bu.
Üç tarz-ı siyaset diye kategorize edilen ve Osmanlı’nın yenidünya düzenine uyum sağlama ve devlete aidiyetin temel argümanları olarak sunabileceğimiz bir süreçten bahsedelim öncelikle. Bu malum Osmanlılık ile başladı, İslamcılık ile devam etti. İkisi de belirli süre işlevsel oldu ama neticede Türk(cü)lük ile Osmanlı askeri ve sivil bürokratları Mustafa Kemal önderliğinde Türkiye Cumhuriyetini kurdu.
İttifak Devletleri ise Almanya, Avusturya – Macaristan yanında katılınca ve jeo-politika ve Pangermenizm politikasına destek olarak Panislamcılık devreye sokuldu gibi. Bana öyle geliyor, çünkü Panslavizmin 19.yüzyılın başlarında bir yandan Rusya’nın Panslavizminden bir yandan Pangermenizm etkilenerek Kırım savaşı sonrasında Balkanlarda oluştuğunu düşünürsek, Osmanlı’nın Almanya’nın jeo politikalarına karşı İslam dünyasının desteğini alma çabası olarak görülebilir.
Bu hareketin öncelikle hedefi Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluğu olduğunu, Sırbistan, Karadağ ve Bosna Hersek’te ayaklanmalar başlatıldığı, ama bastırılınca Rusya, Avrupa desteğini alarak Osmanlı’ya ültümatom verdiğini ve Sırplarla savaşı durdurduğunu biliyorsunuz.
Kadim Dünyanın En Uzun Süreli Hükümranlıkları Olarak Osmanlı ve Britanya’nın Bağdat Demiryolu Üzerinden Kapışması
İtilaf devletleri içinde Britanya imparatorluğunun bütün güçlerinin de bulunduğunu (Kanada, Avusturalya, Hindistan, Kanada Yeni Zelanda gibi) düşünürsek Panislamcılık üzerinden karşı bir dalga oluşturmanın Alman kurmaylarının rasyonelliği açısından oldukça tutarlı gözükmektedir.
Osmanlı’nın Almanya yanında savaşa girmek zorunda kalmasıyla Bağdat-Konya arasında olup, Berlin’e bağlanması düşünülen ve 1903 yılında yapımına başlanan demiryolu inşasının stratejik öneminin günümüzde yeniden etkin olarak müzakere edilen ve yapılması için önemli gelişmeler olan Kuru Kanal projesiyle benzerliğine dikkat buyurunuz. Bu hususa geçmeden önce, jeopolitik açıdan karayolları, demiryollarının çizim süreci, kurulmuş ve/ya kurulacak şehirlere de dair uygulamalı coğrafyanın stratejik bilgidir. Yani buralardaki iktidarların egemenlikleri, bölgesel ve küresel iş insanların kazançlarıyla doğrudan irtibatlıdır ki, kadim İpek yolları ve bunların günümüze karşılıklarına bakınca enerji üretim ve arz merkezleriyle (kriz coğrafyaları) irtibatlı olduğu söylenebilir. [1]
Bu bağlamda “Kuru Kanal” koridoruna dönecek olursak, Basra Körfezinde Faw Limanından başlayarak Divaniye, Necef, Kerbela, Bağdat ve Musul’dan geçerek Türkiye sınırına uzanması ve Mersin Limanına erişim sağlanmasından oluşacak, biliyorsunuz. Bağdat Demiryolu işletmesinin o zaman 99 yıllığına Almanya sermayeli Anadolu Osmanlı şirketine verilmesi İngiltere ve Rusya’yı rahatsız ettiği gibi şimdiki projenin kimleri rahatsız ettiğine bakmak gerekir. Gerçi rahatsız olan aktörler değişmiş olabilir!
Hindistan-Mısır ticaret yolunun Basra üzerinden yapıldığını düşünürsek o zaman İngiltere’nin oldukça rahatsız olduğu ortada, bizim itilaf devletlerine katılma çabamız da ilginç, tabi ki Britanya (Fransa ve Rusya) reddedir. Ama günümüzde Basra Körfezi, Irak ve Türkiye hattında Britanya’nın rahatsız olmadığı kanaatindeyim, ama belki eski dostlar, düşman olmuş olabilirler.
Gerçi uluslararası mücadelede eski dost mu olur diyeceksiniz, doğru, devletlerin menfaati önemli, diğer beşeri-siyasi-dini unsurlar da ekonomi-politik araçlar neticede. Çünkü Kuru Kanal projesi haritasına baktığımız zaman beşeri-dini, siyasi verilere dair bir sürü istatistiksel bilgi ve coğrafi açıklamaların bölgenin egemenlik aracı olarak ortaya çıktığını açıktır. Irak devletinin dini ve etnik temelli terör örgütlerine (vekâlet savaşına) müsaade etmeyeceklerini ve Türkiye ile işbirliği yapacaklarını bu bağlamda önemlidir.
İşçisin Sen İşçi Kal, Giy Tulumunu
İyi de sen felsefeci veya bir uluslararası ilişkiler doçentinin bir zamanlar bana dediği gibi teolog değil misin, ne işin var bununla mı dediniz?
Arap Baharı adıyla Ortadoğu’nun yeniden düzenlenme çabaları sırasında Yemen’deydim, olaylar artınca dönmüştüm, uluslararası bir sempozyumda bu soruyu yönelten arkadaşa sormuştum:
“Siz ilahiyat özellikle siyaset bilimleri olan mezhepler tarihi hakkında bir eğitim aldınız mı?” Şaşırdı ve yok dedi.
“Arapça biliyor musunuz? Şaşkınlığı tedirginliğe dönüştü, çünkü Yemen üzerine o da konuşmuştu, yok diye cevap verdi.
“Yemen’deki mücadele yazılan İngilizce metinlerden hareketle analiz ediyorsunuz, siz uluslararası ilişkiler uzmanısınız, ben oradan geliyorum, Şiilik (İsmaililik, Zeydilik-Caferilik) hakkında biraz bilgim var, fasih Arapça yetecek kadar anlarım, ama ammice yani yerel lehçeyi anlayamamanın gerginliğini yaşıyorum, meseleleri anlama sürecinde. Daha öncede Arap dünyasında kalmış ve Çağdaş islam düşüncesi üzerine çalışan birisi olarak burada bölge hakkında konuşuyorum, siz bunu mu diyorsunuz” deyince ortam iyi gerilmişti vesselam.
Meramımı anlatabildim sanırım, bu köşenin takipçileri, Türk Düşünce tarihi üzerine çalıştığımı, Türklerin kadim zamandan beri ortaya koydukları metafizik ve buna dair siyasal yapılanmaları, 1918 yılına kadar kadim dünyanın İslam âleminin önemli kesimine farklı siyasal yapılanmalar ile hükmettiğini söylüyor ve bunun felsefi temelleri üzerine çalışıyorum, biliyorsunuz.
Jeo-Felsefe ve Teo-Politika Okumaları
Üç Tarz-ı siyaset ve Yusuf Akçura okumalarım, Ziya Gökalp’in Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak üçlemesini ve Büyük Oğuz İttihadı (Türkiyecilik-Türkmen/Oğuz ve Turan) üçlemesini önemsediğini de biliyorsunuz.
Üç Tarz-ı Siyaset bağlamında baştaki soruya dönecek olursak, jeo-felsefe, teo-politika okumalarımı tarihçi arkadaşların desteğiyle artıyorum, karşıma hep politik-coğrafya çıkıyor. Oda’da masamın tam karşısında Büyük Hun, Selçuklu ve Osmanlı haritaları duruyor, bilgesel hazır bulunuşluğumu korumak için. Jeofelsefe okumalarım doğrudan coğrafya ve tarih disipliniyle ilgili, bunun için öncelikle jeopolitik üzerinde kısaca durmak gerekir. Çünkü, gerçek coğrafi düşünme biçimi, tarihçinin düşünme biçiminden de ayrılamaz ve Lacoste’nin deyimiyle “Coğrafya, önce siyasi ve askeri uygulamalar için stratejik bir bilgidir. Coğrafya her şeyden önce savaş yapmaya ve iktidarı ifa etmeye yaramaz, bunun yanı sıra ideolojik ve siyasi fonksiyonları, nasıl görünürse görünsün, kayda değer düzeydedir.”[2]
Bu bağlamda yeni bir jeopolitik kavramı inşa ederek onu coğrafyadan ayırmak gerekiyor” diyen Lacoste’ye göre “jeopolitik, özellikle her biri eylemini meşrulaştırmak için eski denebilecek temsiller/betimlemeler, tarihsel hakları iler süren baş aktörlerin haklı veya haksız olarak ileri sürdükleri argümanları dikkate alarak küçüklü büyüklü coğrafi topraklar üzerindeki güç rekabetlerini analiz ve izah eder“ diyerek siyaset ve tarih disipliniyle uğraşanların işlevinin nasıl olduğunu ya da görüldüğünü şöyle izah eder:
“Bu rakip güçlerin her birinin siyasi yapıların her birine verilmesi gereken (siyaset bilimciler bunu çok iyi yapar) öneme; şu veya bu düzeyde hayali olan tarihsel hakların analizine (ki bunu tarihçiler üstlenir) kesinlikle farklı mekânsal analiz düzeylerinin düşünülmesini de eklemek gerekir. Ben artık bunu, küreselleşme olguları nedeniyle ve küçük topraklarda yürüyen çatışmaların gezegen çapındaki güç ilişkileri üzerindeki etkisi nedeniyle, coğrafi düşünme biçiminin temel bir aracı olarak görüyorum. Bu noktada benim kastettiğim haliyle coğrafya bugün her türlü jeopolitik çatışmanın yani topraklar üzerindeki iktidarların yürüttüğü her türlü rekabetin analizinde büyük bir fayda sağlamaktadır.” [3]
Cumhurbaşkanlığımızda forsların bunların simgeleri olduğu gerçek, önemli olan bunların ontolojik temellerini bilgi felsefesi açısından açıklamak ve nasıl hayata geçirildiğini (aksiyoloji) unutmamak.
Eğer coğrafya, önce savaş yapmaya ve iktidarı kullanmaya yarar gibi görünmekle birlikte, ideolojik ve siyasi işlevleri de önemliyse –ki öyle- devletin halkını daha iyi denetlemek amacıyla, bölgeleri düzenlemesine yaradığını da unutmamak gerekir.
Baştaki soruya dönecek olursak, Osmanlı, Almanya’nın yanında savaşa katılınca, Pangermenizm gibi bir Panislamcılık politikasını politik coğrafi bir terim olarak üretildiği gözükmektedir. Çünkü Friedrich Ratzel (1844-1904), Anthropogeographie’si Politischegeographie’sine sıkı sıkıya bağlı olduğun belirtilmektedir. Pangermenizmin yayılmasını bu bağlamda okunması tutarlı gözükmektedir. Bundan sonrasını müsaadenizle aynen alıntılayayım, bir karışıklığa yer vermemek için:
“Lebensraum (yaşam alanı/ mekânı) kavramı gibi Ratzel kavramlarım, Amerikalı ve İngiliz coğrafyacıların (H. J. Mackinder, A. T. Mahan) kavramlarını alan General Kari Haushofer (1869-1946), Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra siyasi coğrafyaya belirgin bir atılım kazandırmıştır. Kuşkusuz, birçok coğrafyacı, bunun, kendilerinin “bilimsel” coğrafyası ile Nazi generalinin girişimi (Nasyonal Sosyalist Parti’nin 3 numaralı kartvizitini taşıyordu) arasında bir yakınlık kurmanın büyük münasebetsizlik olduğunu düşüneceklerdir. Hitlerci siyasi coğrafya, coğrafyanın sahip olabileceği siyasi ve ideolojik işlevin en azgın ifadesidir. Führer’in öğretisinin büyük ölçüde Haushofer’ın düşüncelerinden kaynaklandığı bile düşünülebilir, özellikle 1923-24’ten itibaren Adolf Hitler’in Münih hapishanesinde Mein Kampfı yazdığı dönemde ilişkileri çok sıkıydı, 1945 yılından itibaren, politik coğrafyaya başvurmak uygun değildir. Yine de, daha ölçülü bir şekilde, büyük güçlerin strateji uzmanları, Münih ve Heidelberg siyasi coğrafya enstitülerinin başlattığı araştırma biçimlerini sürdürüyorlardı. Bu, özellikle, “sevgili Henry” Kissinger’ın yönelimleri üstünde çalışan servislerin görevidir. (Kissinger ilk adımı tarihçi olarak atmıştı; ama tezi bir siyasi coğrafya tartışmasını kapsar: Viyana Kongresi). Bunlar günümüzde, her zamankinden çok “bölgeci” sorunlar ya da dünya çapında, “merkez” ve “çevre”, “kuzey” ve “güney” gibi sorunlara ilişkin siyasi söylemin temelini belirleyen coğrafi türden tartışmalardır. Ama coğrafya, kavramlarının belirsizliği ile sadece herhangi bir siyasi tezi desteklemeye hizmet etmez.” [4]
Sonuç yerine soru-yorum; Osmanlı I. Dünya savaşında tarafsız kalma ihtimali yok gibiydi, evet ama İngiltere ve yandaşları bizi kabul etseydi, İslamcılık diye bir politika üretilir miydi? Öyle gözüküyor ki, üretilmezdi.
Bir zamanların Bağdat-Konya demiryolunun yeniden canlandırılmasına o zamanlar kim engel olmak istiyordu, şimdi kimler? O zaman kullanılan beşeri ve dini faktörler neydi, şimdikiler hangileri diye sormama gerek yok sanırım. PKK ve Irak yetmez diyerek Suriye ismini alan selefi İslamcı örgüt İŞİD-DAEŞ, (İç Anadolu’da Çorum’da bile bu örgüte mensup olanların yakalandığını duyunca etki alanı); etkisini yitirmiş gibi duran El-Kaide ve bununla irtibatta olan Taliban örgütleri bir tarafta, diğer tarafta Haşdi Şa’bi gibi Şii örgütler bulunduğu bilinmekte. Taliban aslında Peştun milliyetçiliğini Sünni İslamcılıkla örtülediğini ve (neo- selefi yöntemi benimseyen) Suudi Arabistan’ın (aslında onun koruyucusu olan küresel gücün) maddi desteğiyle Afganistan’da güçlendiğini düşünürsek, teo-politikanın bölge coğrafyasındaki etkisini görürüz. Hâlâ İslamcılık mı diyorsunuz! İslamcılık üzerinden etnik ve dinsel operasyonlara meşruiyet sağlama çabalarına dikkat lütfen, bıkkınlık geldi çünkü.
Zeyl; bölge coğrafyasının günümüz durumuyla ilgili bir soru: Geçenlerde Almanya Cumhurbaşkanı kocaman bir dönerle (beşeri kültür) ile gelmesi basında epey konuşuldu. Siz tahkir ve tezyif edici bir şekilde döner kesmesi ve ikram etmesine ne dersiniz? Veyahut Türkiye Cumhuriyeti Başkanı Almanya ziyaretine Dev bir Sosis ile gitse, onu döner niyetine taksa görevliler, ya da dev bir mangal üzerinde kızartıp, misafirlere sosisli sandviç ikram edilse, sizin kültürünüz artık Türkiye’de kabul görüyor anlamında, ne olur? Yani bence iyi olur. Ha bir de muhalefet liderinin şirin gözükmek için Almancasını ne kadar iyi olduğunu göstermeye çalışması biraz trajikomik gelmedi mi size de? Tabi ki bu soruların günümüz iç politikası, Irak ve Kuru Kanal projesi ve İslamcılık ile alakası yok, öylesine diyemeyeceğim. Acaba Türk halkının yerel seçimlerde niceliksel olarak durumu dengeleyip iktidara daha sakin ve rasyonel davranmasını önerirken Van seçimleri öncesi ve sonrasındaki olayların ekonomik ve politik bir proje olarak öne çıkan Kuru Kanal çalışmasına beşeri coğrafyayı hatırlatma çabası mı?
[1] Lacoste, gözlemlenen durumlara/olgulara ve ideolojik akımlara göre, bu krizin en önemli be lirtisi olarak şunları sayar: Bir yüzyıldan beri çığ gibi büyüyen ve son yirmi yıl içinde korkunç bir şekilde artan sınai bir büyümenin sonuçlarından biyosferin tahribi; insanların en büyük kesiminin yaşadığı kısımlarda yiyecek potansiyelinin zarar görmesi; bir yüzyıldan az bir zamanda insanların sayısını dört katına çıkartacak inanılmaz nüfus artışının çoğu ülkede otuz yıldan beri patlak vermesi; sermayelerin/ürünlerin, hizmetlerin, nüfusun toplandığı devasa kentsel yerleşimlerin artması ve doygunluğa ulaşması, dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan insanlar arasındaki eşitsizliklerin dramatik bir şekilde daha çok belirgin hale gelmesi, insanlar arasındaki egemenlik, bağımlılık ilişkilerinin gitgide daha fazla artması; hegemonyalarını kurdukları alanları genişletmeye çalışan ve aralıksız müthiş bir yoketme potansiyeli biriktiren büyük güçlerin dolaylı veya dolaysız çatışması.” Ysev Lacoste, Coğrafya Her Şeyden Önce Savaş Yapmaya Yarar, çev.: Selim Sezer, (İstanbul: Ayrıntı yayınevi, 2014),137-138, diğer çeviri, Ayşin Arayıcı, (İstanbul: Özne Yayınevi, 1998),86-87
[2] “Coğrafya önce savaş yapmaya yarar sözü, sadece askeri harekata yarar anlamına gelmez; sadece şu ya da bu düşmana karşı açılması gereken savaş olasılığına karşı değil, aynı zamanda devlet örgütünün, üstünde güç kullandığı insanları daha iyi denetlemek amacıyla, bölgeleri düzenlemesine yarar.”Ysev Lacoste, Coğrafya Her Şeyden Önce Savaş Yapmaya Yarar, çev.: Selim Sezer, (İstanbul: Ayrıntı yayınevi, 2014), 45, 50-51; Ayşın Arayıcı çevirisi, (İstanbul: Özne yayınevi, 1998),12
[3] Lacoste, Coğrafya Her Şeyden Önce Savaş Yapmaya Yarar, 39-40
[4] Ysev Lacoste, Coğrafya Her Şeyden Önce Savaş Yapmaya Yarar, 2014, 50-52; 1998,13
[i] Çorum Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi