Cevaplara Cevap

Türkçülük konusundaki iki yahudinin mevcudiyetinin bilinmesinden rahatsız olanlara/olacaklara topluca ve son cevabımdır:

1.Uzun bir yazıdan, sâdece bir noktayı çekip üzerinde tartışma açmak doğru değildir. İlk yazıda belirttiğim husus şu idi:

İslâmı, kendi kültürlerine “yabancı” olarak gören, sığıra tapan Hinduların, insanlığın kurtuluş reçetesi İslâma karşı takındıkları bu ters, abes davranışları belirtilmiş, bizim ise, 1,000 yıldır teşekkül eden kimliğimizin mayasında İslâmın bulunduğu, bizim için, böyle bir durumun olmadığı ifâde edilmişti. İslâmı HİÇ bilmediği anlaşılan, bu cihanşumûl dine “Arap kültürü” diye saçmalayan çok az sayıdaki şaşkınların sayısı artmasın diye o yazıyı yazmıştım.

Bu arada, o iki yahudiden de bahsetmek gerekti. Gerçek kimliğini gizleyerek Munis Tekin Alp adıyla iş gören Moiz Kohen’in, 1920 li yıllardaki Türkçülük hareketinde etkili kişilerden olduğu biliniyor. Moiz Kohen’in, Ziya Gökalp’ın iyi arkadaşı olduğu da mâlûm. Türkçülük, “o çığırda” devam etseydi, 1945 yılında İkinci Dünya Harbi’nin sona ermesinden sonra, “demokrasi havası” içine şöyle böyle de olsa girmeseydik, halkın İslâma yönelmesine böylece izin çıkmasaydı, okur-yazarlarımızın pek çoğu; adının, İran efsânelerinden ilham alınarak konulduğu anlaşılan ‘Ferîdûn’ Gökmen adındaki, yaşlı başlı yurttaşımız gibi, “Müslümanım demek, ben Araplaştım demek. İslam Arapların kültürüdür.” demeyecekler mi idi? Bu yurttaşımızın, “o yıllardaki hâkim havanın” etkisinde yetiştiği anlaşılıyor. (Arda’nın hareketi üzerine gelen yorumlardan: Feridun Gökmen adında, yaşlı başlı bir yurttaşımız, şöyle buyurmuş: “Müslümanım demek, ben Araplaştım demek. İslam Arapların kültürüdür.”  İnternette dolaşıp duruyor.)

Nitekim, gerçekten değerli, çok iyi bir araştırıcı olan Prof. Halil İnalcık da 1916 yılında doğduğu, “o hava içinde” yetiştiği için, İslâma yabancı kaldığından, Cuma hutbesinin sembol olduğunu öğrenmediği için, Osmanlı Devleti’nin, 1288 (h.687 Neşrî, Kitab-ı Cihannüma, I, 108-110) yılında, Karacahisar’da Osman Gazi adına okunan hutbe ile kurulduğunu atlar, kuruluşu 1302 ye getirir. Bu yazdıklarım, rahmetli, gerçekten değerli üstad Prof. Halil İnalcık’ın değerini düşürmez; yetiştiği çağdaki bir durumu gösterir.

Türklerin, İslâmdan ve Araptan, Arap topraklarından uzaklaştırılması için neyin kullanıldığı, artık biliniyor: Filistin, artık, ‘Arapları ilgilendiren’ bir konu hâline getirilmişti; Gazze meselesi, bazılarının uyanmasına vesîle oldu. Ama, halâ, “bıktık gazze edebiyatından”, “hükümet, Hamas’ı ne zaman terörist ilân edecek” diyen ters devşirilmişlerimiz yok mu?

(Kaldı ki, öte yandan, ‘Gazze’den sonra sıra bize gelecek’ görüşünü dile getiren, basîretli, uzak görüşlüler de var.)

***

İlk yazımdaki “can alıcı”, “can yakıcı” noktalardan biri, BİZİM, KENDİMİZİN, GERÇEK AYDINIMIZın, çok az olduğu konusu idi, “aydın” denilenlerden, “diploma hamalı”, veya “diplomalı” diye söz ediliyordu. Bu konuda, HİÇBİR tepki görmedim. Gayet, gerçekçiyim; kendimi de aydın (gerçek manâda, ‘olması gereken’ aydın) saymadığımı, ancak, ilk küfedeki gibi olduğumu belirtmiştim.

Bir milletin “çok az aydınının olması” ne demektir? Milletin “beyni”, olması gerekenden “çok daha küçük”, “yok gibi”, düşünme, ileriyi görme gücü, “çok zayıf” demek değil midir?

Bu temel nokta ile; aydınımızın OLMADIĞI görüşümle ilgili, HİÇBİR tasvip veya eleştiri gelmedi. Bu da, düşündürücü bir durumdur.

 

2.Birtakım görüşlere kısa kısa ve son olarak cevap verip geçiyorum:

Yalnız tavsiyem: Bir yazıyı okurken, “ana fikir” üzerine odaklanılmalıdır. Hele hele, yazarı, kafamızdaki kategorilerden birine sokmağa çalışmamak gerekir. Yazarın bâzı ifâdeleri, tasvip etmediğimiz gruplardan bâzılarındaki kişilerin ifâdesine benziyorsa, hemen “falan gruptakiler de şöyle yapıyorlar” toptancılığına sapmamalıdır. Merkez Türkiye (Akıl FikirYayınları, 2022) kitabımda, Afganlıların yurt dışındaki milyarlarca dolarına el koymuş olan Amerika’lılardan “haydutların torunu” diye söz ettim. Son günlerde, Merdan Yanardağ adlı yurttaş da Amerikalılardan “haydut” diye söz ediyor; aynı gruba mı giriyoruz? Allah korusun! öyle karışık zihin taşımaktan Allah’a sığınırım.

*Eskişehir’de, Enver adında, yaşlı bir komşumuz vardı, babası, Osmanlı’nın son yıllarındaki savaşlarda veya Millî Mücâdele sırasında askerde olduğu sırada doğduğundan, babasının yokluğunda, adını “Enver” koymuşlar. Babası, terhis olup gelince, oğluna bu adın verilmiş olmasını üzüntüyle karşılamış, beğenmediğini ifâde etmiş: o devri “yaşayan”ın tavrı.

 Yine, “o devri” bizzat yaşamış olan, İttihat Terakki üyelerinin çoğunu tanıyan, bu mâcerâcıların eline düşmüş olan devlette yaşamanın güçlüğünü önceden görerek  Mısır’a giden Mehmed Selâhaddin Bey, İttihad ve Terakki’nin Kuruluşu ve Osmanlı Devleti’nin Yıkılışı Hakkında Bildiklerim (İnkılâb, 3. Baskı, 2017) (0 212 524 44 99) adlı kitap yazmış. Kitabın okunması, kişiyi, at gözlüğü ile bakmaktan kurtarabilir. Yazarın görüşlerinin hepsine katılmak da gerekmez; konuya, bir de başka açıdan bakmak, faydalı olur; ‘aydın’a yakışan da budur: aydın, ‘süzgeç sâhibi’ olandır.

*Türkçülük, târih bakımından ele alınacak olursa, Türk’ün büyüklüğünü anlatan, Çinlilere benzemeğe karşı uyaran Költigin’den başlatıp,  Dîvân-ı Lügaatit Türk’ ü yazan Kâşgar’lı Mahmûd’u, her yerde Türkçe konuşulmasını buyuran Karamanoğlu Mehmed Beyi anarak 19. Yüzyıla gelebiliriz, doğrudur, iktidardaki  İttihad Terakki Partisinin; devletin parçalanmasını önlemek için başvurduğu İslâmcılık ve Osmanlıcılık akımları istenilen sonucu vermeyince, Türkçülüğü devlet politikası olarak benimsediğini belirtebiliriz. Hattâ, Osmanlı ordusunda, Birinci Dünya savaşında, subaylar Türklük için, askerler İslâm içim savaştılar da denilmiştir.

*1889 da İttihat Terakki (başlangıçta: Terakki ve İttihat) kurulurken, 4 kurucusundan biri, İbrahim TEMO, Arnavut asıllıdır ve cemiyetin kuruluş hedefi ‘Türkçülük’ değil, ‘istibdâd’tan kurtulmak’, ‘Avrupa’lı gibi yönetilmek’ idi, sonra, ‘hürriyet, adâlet, müsâvât’ prensipleri geldi. Daha sonra, ‘bâzı tecrübelerden sonra, ‘türkçülük’ benimsendi.

*Türkeş’in İttihat Terakki değerlendirmesi unutulmamalıdır.

*İttihat Terakki, milletimizin tarihinde, acıklı bir mâcera safhasıdır. İçlerinde gerçek idealistler var, fırsatçılar var, masonlar var.

*Yahudilerin etkinliğine gelince: Gazze olayları gösterdi ki, Amerika’nın ve Avrupa Birliğindeki ülkelerin başındakiler, o makamlara, kendilerini “OY”larıyla getiren halklarının iradesine göre DAVRANAMIYORLAR. Anlaşılan, “kaset”, sâdece Türkiye’de kullanılan bir rezâlet aracı değil, belki başka “çiğ yemişlikler”, “eli mahkûmluklar” da var, bilmiyoruz.

Manzaraya bakar mısınız: Amerika’da, Avrupa ülkelerinde, halk sokaklara dökülmüş, üniversite öğrencileri de öyle, İsrail aleyhine sürekli gösteri yapıyorlar, halkın OYuna muhtaç yöneticiler ise, israrla, inatla, İsrail’i destekliyor! NÎÇİN acaba?

Çin dışındaki ülkelerin HEPSİNDE mason dernekleri olduğunu, her mason locasının başkanının Yahudi olduğunu, dolayısıyla, bu derneklerin kime hizmet ettiğini unutmayalım. Ülkemizde Yahudi yurttaşlarımızın ve Yahudi olup da Türk adı taşıyan yurttaşlarımızın, zengin, hep iyi yerlerde olduklarını, özellikle medyada etkili olduklarını hatırlayalım. Bir emekli korgeneralin Yahudi dönmesi olduğunu iddia edip meydan okuyan M. Şevket Eygi: iki daire, bir gayrimenkul verecek idi, iddiayı kaybetseydi. Ilgaz Zorlu da (dönme), kendilerinden subay, general olduğunu belirtiyor. Ticaret malları, her gün tükettiğimiz ürünler konusunda da, ne kadar KUŞATILMIŞ olduğumuzu, Yahudi mallarını boykot etme işi gündeme geldiğinde gördük. Her olumsuzluğu birtakım çevrelere bağlamak tembelliği, kolaycılığı, tabiî ki doğru, savunulacak bir iş değildir, ama, birtakım işlerde ne kadar etkili olduklarını görmemek de akıl kârı değildir.

Not: İlk yazımdaki, “Türkler, Avrupa menşeli Nasyonalizm akımını, görüşünü, ülkemiz gerçeğine ve şartlarına uyum sağlamak üzere, 1,000 yıllık kültürümüz İslâmla yoğurarak Milliyetçilik hareketine dönüştürdüler. Türk Milliyetçileri, İslâm’a saygılıdırlar. Kaskatı GERÇEK şudur: İslâm’dan sıyrılmış Türk, suyu çekilmiş, posası kalmış portakal gibidir.”  ifâdemdeki, son, koyu harflerle yazılı cümlemdeki kasdım, Türkiye’de yaşayan, kendilerini laik, seküler olarak tanımlayan, çağdaşlaşmış olduklarını zanneden, halka yabancılaşmış, diplomalı,  kendinin, yanlışlıkla bu ülkede doğmuş, bir talihsizlik eseri olarak Türk ve Müslüman bir âile içinde dünyaya gelmiş olduğu  kanaatinde olanTürklerdir. Bin yılda teşekkül etmiş, yerleşmiş, Bernard Lewis’in, “gayrımüslim Türk, tarife aykırıdır” (The Emergence of Modern Turkey, Oxford University Press, 1968, p. 15) demekten kendini alamadığı gerçek, vâkıa karşısındaki, Türk kimliğinden “mühim bir şeyler kaybetmiş olduklarının farkında olmayan”, okulda öğretildiği hâl üzre devâm eden kardeşlerimizdir. Onların da (onlar “gibi” olmadığım, kendimi Avrupa’lı görmediğim, kendimize, Avrupalı’nın baktığı gibi bakmadığım için, kısacası “ters devşirilmişliğe uğramadığım” için) beni neye benzetecekleri, umurumda değildir. Türkiye dışında yaşayan, Kam dinindeki, Hz. İsâ dînine uyan Gagavuzlar veya Hz. Süleyman inancındaki Karay Türklerini kasd etmiyorum, onlar, kardeşlerimizdir; onlar için en iyi, en güzel duyguları besleriz.

*Arda’nın hareketi üzerine gelen yorumlardan:

Feridun Gökmen adında, yaşlı başlı bir yurttaşımız, şöyle buyurmuş: “Müslümanım demek, ben Araplaştım demek. İslam Arapların kültürüdür.”

İnternette dolaşıp duruyor. Bu sayın yurttaşımızın böyle oluşu da kendi kabahati değildir, ülkemiz, öyle bir safhadan geçmiştir, bunu bilmezden gelmenin, inkâr etmenin manâsı da, gereği de yoktur; ayakta kalmak, gelişmek için sarfedilen çabalar çerçevesinde, hepsi de yöneticilerimizin, üst tabakanın yaptıkları işlerdir, girişimlerdir, milletlerin tarihi, değişikliklerle doludur. İslâmı öğrenmeyince de böyle konuşur, yadırganmamalı. O yıllarda yetişseydik, biz de öyle olacaktık.

Böylesine “Avrupalılaşma/muâsırlaşma/çağdaşlaşma akımı içinde yetiştirilmiş, “standart” bir genç, bir yazarın, çok isâbetli bulduğum ifâdesiyle: kendinin, yanlışlıkla bu ülkede doğmuş, bir talihsizlik eseri olarak Türk ve Müslüman bir âile içinde dünyaya gelmiş olduğu  kanaatindedir.

*Sonuç olarak: Devletimiz; 1920 li, 30 yıllarda ülkemizde Türkçülük akımını uygularken, kimliğini gizleyen Moiz Kohen’in, o yıllarda oldukça etkili olduğu da, yadsınamaz bir gerçektir. O çığır devam etseydi, Türklük adına yetiştirilen nesiller, sayın Feridun Gökmen gibi olurdu. Onun yaşında olanlar, İslâmla ilgili bilgi de edinmemiş, o hava içinde kalmışlarsa, derece derece öyledirler; İslâmla ilgisiz, biraz soğuk, tarafsızdırlar. En canlı misâl olarak, yine, gençliği o yıllara rastlayan, 1916 doğumlu, gerçekten değerli bir tarihçimiz olan Saygıdeğer Prof. Halil İnalcık Beyi görebiliriz. Kendi ifâdesi: milletlerarası bilim toplantısının yapıldığı bir toplulukta, Türk olduğu için, namazda öne geçmesini istemişler, kabul etmemiş, namazı, onlarla birlikte, yanındakine bakarak kılmış. Bu durum, onun değerini azaltmaz, Türk tarihçiliğindeki yerini de aşağı çekmez; onun yetişme çağında (formasyon çağı: 12-18 yaşları/1928-1934) İslâm öğretilmediği gibi, Tanzimattan beri gelen (Tanzimat münevverinin kafasındaki merkez, eksen; ‘var’ zannedilen, halbuki, vicdanlarda pörsümüş, ağırlığı azalmış olan) ‘İslâm’dan kurtulmak’ havası devam etmekteydi.

*Kamalizm (Millî mücâdelenin başında bulunan paşanın, 1935 yılındaki nüfus kâğıdında, adı: Kamal, soyadı: Atatürk, diye yazılıdır) yepyeni, Cumhûriyet devrine özgü bir akım değil, köklerini Üçüncü Selîm’de bulan, Tanzîmât (1839)la ve İslâhat Fermânıyla (1856) resmî devlet politikası olarak devâm eden, Avrupalılaşma/muâsırlaşma/çağdaşlaşma zincirinin son halkasıdır.

Üçüncü Selîm’in, seçtiği 3. şıkkın, pek de iyi sonuç vermediği, 2. şıkkın (müesseselerimizi muhâfaza ederek, ‘kendimiz’ kalarak, Avrupa’nın sâdece tekniğini almak) görüşünün isâbetli olduğu, ‘böyle’ yapan JAPONYA misâlinden anlaşılmaktadır. Nitekim, rahmetli Atsız, yarım asırdan da önce, bu konuya, “İspanya Avrupa’da, Japonya Asya’da” diye dikkat çekmişti.

Kıyâfetimiz, Sultan İkinci Mahmûd zamanında değişmeğe başladı, başa, (her hâlde Batı’da olduğu için (?) Fas’tan alınma fes kondu, kendi başlığımız olan kalpağı almamız, çok sonraları oldu, Millî mücâdelede subaylarımızın başlığı kalpaktır.

*Alfabe değişikliği ile, Latin harflerini almamızın, Türklükle, Türkçülükle yakından uzaktan NE ilgisi vardır? O harfler, Avrupa’da kullanıldığı için alındı; çağdaşlık, Avrupalılaşmak adına. Avrupa’da, başka harfler kullanılıyor olsa idi, o harfler alınmayacak mı idi?  Kendimizi aldatmanın ne gereği var?

Değişiklik, Türklük, Türkçülük adına yapılıyor olsa idi, 1928 yılında, KENDİ harflerimiz olan, Türkçe fonetiğe EN UYGUN olan, ses zengini, 38 harfli GÖKTÜRK tamgalarını alıyor olmaz mı idik? Ne mâni vardı? Nitekim, günümüzde, Türkçü gençler bu, KENDİ harflerimizi şevkle öğreniyorlar.

Ama, ilkokuldan başlayarak, bütün öğrenim hayatı boyunca, zihninde görünmez çağdaşlaşma/batılılaşma ağları özenle, sabırla örülen diplomalılarımızın pek çoğu, bu ağların farkında bile olmadıklarından, özgürce düşündüklerini zannederler. En canlı misâl olarak Türkologlarımızı görebiliriz: Göktürk harflerini BİLİRLER, ÖĞRENMİŞLERDİR, Türkçe fonetiğe, şaşılacak derecede UYGUN olduğunu da görürler, ama, “Latin harfleri, Türkçeye çok uygun harflerdir” derler.

Halbuki:

Göktürk harflerinde, O ve U için, aynı sembol kullanılır. Bu harf, ilk hecede O, kalan hecelerde U sesi verir: Orhon yazılır, Orhun okunur. Hazır, bu vesîle ile hatırlatmış olalım: Milletimizin aslî, orijinal adı Törükdür.

Halk ağzında hâlâ kullanılan ng ve ny sesleri, Latin harflerini kullandığımız için, bir iki nesil sonra kaybolacaktır, çünkü, okulda okuyan, bu sesleri okumaz, ‘okumamış’ olan anasından duymuştur. Alinin, Hasanın, Ahmedin kelimelerinin son hecesinde (ismin -in hâlinde), bu ng sesi vardır ve Göktürk tamgalarında, bu harf vardır.

Yine, bazı yörelerde, ‘babanın’ yerine ‘babayın’ derler, “anayın” derler; ‘baba’, “ana” kelimelerine eklenen o sesin, n ile y arasında bir ses olduğu anlaşılıyor. Göktürk tamgalarında, bu sesi gösteren harf vardır. Göktürk harflerini almadığımız için, halk ağzında yaşamakta olan bu sesler de bir iki nesil sonra unutulacak, dilimizin ses zenginliği azalacaktır.

NÇ   LT    NT seslerinin her biri için de tek harf vardır: sev(i)NÇ, kır(ı)NTı, par(ı)LTı  gibi kelimeler için, Latin harflerinde olduğu gibi, harf fazlalığı yoktur.

Misâller çoğaltılabilir. Açıkça görülür ki, GÖKTÜRK HARFLERİ, Türkçe için EN UYGUN HARFLERDİR. Ama, ilkokuldan başlayarak, kafasında görülmez ağlar örülen Türkologlarımız, “cumhûriyet devrinde NE YAPILMIŞSA, EN DOĞRUDUR” dogması zihinlerinde yerleştiği için, bu konuyu gündeme getirmek değil, düşünemezler bile.

Klasik harflerimizi yermek için de:

Krk harfleriyle yazılan kelime; kürk, kürek, gevrek okunurdu, ZORdu derler:

Yapılan, ALDATMACAdır: Dilde en küçük parça (uydurma ‘birim’ kelimesini kullanmak istemedim; mfiilköküne eklenir: doğ(u)m gibi, ‘bir’ ise fiil değil,  sıfattır) kelime DEĞİL, CÜMLE dir. Kelime, cümle içinde kullanılır, anlamı olur. Şimdi:

“Çocuk acıkmıştı, bir krk alıp yedi”yi, hangi akıllı, (çocuk acıkmıştı, ‘kürek yedi’, çocuk acıkmıştı, ‘kürk yedi’) diye okur, dersiniz?

Türkçe için EN UYGUN GÖRÜLEN Latin harflerine bakalım:

“akıl” yazarsınız, ‘us’ demek olur. “akıllı” anlamına “âkil” yazarsınız,  k  ince okunduğu için, “yiyen, yiyici” demek olur.

İkamet yazarsınız, ikaamet diye okursunuz. İkametgâh kelimesindeki k harfini ince söyleyerek ikâmetgâh diyenlerimiz yok mudur? Zülfikar kelimesini de zülfikâr diye söyleyenlerimiz vardır.

‘Tarikat’ kelimesini ‘Târikat’ diye söyleyen profesör yurttaşımız var, tv lerde heyecanla, etkileyici hareketlerle konuşur.

Şaban yazılır; şâbân diye okunur. Kasım yazarsınız, Kaasım diye okursunuz. Memur yazarsınız, mêmûr diye okursunuz. Arif yazılır; Ârif diye okunur. Sabahat Akkiraz, güzel sesiyle alevî nefesi okurken: “arifler dükkânın açmış, ne ararsan var içinde” diye okur; kabahat onda değil tabiî; Türkçe, yazıldığı gibi okunur, okunduğu gibi yazılır. (Bu, her dil  için olması gereken,  şâheser, ideal bir prensiptir.)

Ha, denilecek ki: yanlış telâffuz edilen kelimeler, Arapçadan geçmiştir, onun için böyle yanlışlıklar oluyor.

Tamam da, târihi, olanları, OLMAMIŞ, VUKÛ BULMAMIŞ SAYAMAZSINIZ, târihi, inkâr edemezsiniz, “yaşanmamış” sayamazsınız, bu milletin 1000 yıllık târihini çöplüğe süpüremezsiniz, hem gücünüz yetmez, olacak şey değil, hem de GÜLÜNÇ OLURSUNUZ.

İngilizceden, Fransızcadan, Almancadan; LATİNCEDEN, eski YUNANCADAN geçmiş kelimeleri atacak olsalar (böyle bir ÇILGINLIĞI ASLA YAPMAZLAR tabiî) ortada pek az bir şey kalır, bu kavimlerin kültürleri, edebiyatları diye bir şey kalmaz.

Bilmem hatırlatmağa gerek var mı: Avrupalılar için Latince, eski Yunanca “NE” ise biz Türkler için de Arapça ve Farsça, “O” olmuştur, kültürümüz böyle meydana gelmiş, böyle teşekkül etmiştir. Batıcılığa devşirilme yolunda oldukça ilerlemiş kimi diplomalılarımızın hoşuna gitmese de, DURUM budur. Böyle diplomalılarımız için; “şehitler ölmez, vatan bölünmez” sözü kadar hoşuna gitmeyen söz olmadığını belirten,  istiklâl marşımızdaki “bu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli”, için: “anladık, ağzımın içine okumasınlar” diyen, hâlen milletvekili olan sayın Serra Kadıgil güzel bir örnektir. Bu milletvekilinin mensup olduğu partinin İstanbul eski il başkanı diğer bir sayın bayan da bir oturuşta domuzun ne kadarını yiyebildiğini öğünerek belirtiyordu.

Dikkat isterim: eleştirmiyorum: herkesin dünya görüşü kendine; durumun fotoğrafını çekip sunuyorum. Herkes, istediğini yer, istediği sesten hoşlanır. İki yüz yirmi üç yıl önce açılan çığırın, sonrakilerin yönetim politikası olarak uyguladıkları görüşün, bizi nereye, ne hâle getirdiğini anlatmağa çalışıyorum. Tekrar edeyim: İkinci görüş isâbetli idi, Üçüncü Selîm, Allah rahmet eylesin, öyle uygun gördü, üçüncü görüşü benimsedi, günümüzde de bu görüşte olanlar vardır, sözgelişi, rahmetli, gerçekten bilgili, Yılmaz Öztuna da Üçüncü görüşü benimser, isâbetli bulur, yazdığı Osmanlı Devleti Tarihi’de okuyabilirsiniz. Görüş meselesi.

Söz konusu olan, “kendimize yabancılaşma” akımıdır. Meselâ:

İstiklâl Marşı’mızın durumu hoş değil midir?

Güftesi’nde: “Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl” bulunan, Millî Mücâdele’nin rûhunu aksettiren marş, öyle bestelenmiş ki, Türk çocuğu bu beste ile okurken, nefesi,

‘Korkma, sönmez bu şafaaaak’    dediğinde bittiği için, durup:

lardaaa yüzen al sancak                                                                                                     

diye başlar, böyle, kelimeyi bölerek okur.

Sebep?

beste’, yerli olmadığı için, Türk söyleyişine uymadığı için.

Ama, bu “beste” ile okumağa hepimiz, yıllardır öyle alışmışız ki, İstiklâl Marşımızı, birisi, değişik bir beste ile, ilâhîye benzeterek okumağa kalkmıştı da, -tabiî olarak- yadırganmıştı.

Benzer şekilde, Gençlik Marşı’nın bestesinin de Karmen operasından uyarlandığı ifâde edilmektedir. (İrfan Özfatura, Türkiye gazetesi, 15 Mart 2017)

Son yıllarda dolaşıma giren “yurdum” türküsünün de başka bir milletin türküsü olduğu, tercüme edilerek Türkçeye aktarıldığı hatıra geliyor.

*Türklük adına yapılmışsa, Latin harfleri değil de, Göktürk harflerinin alınması gerekmez miydi? Batıcılığın, ‘her şeyiyle Batılı olmak’ görüşünün, Türklük adına uygulanmış olduğu, görülmüyor mu?     (Şimdi de, Müslümanlar, ‘vay, 1000 yıllık kültürümüzün kabı, elbisesi olan Kur’ân harflerinin değiştirilmesini savunuyor’ derler mi? onlara da hemen cevap vereyim: savunduğum yok; değişecekse, KENDİ HARFLERİMİZ, dilimize, Türkçe fonetiğe en uygun harfler alınmalıydı, diyorum.)

Bu konuya, başta Türkologlarımız olmak üzere, milliyetçilerin dikkat etmesi, bu konu üzerinde düşünmeleri gerekmez mi?

(Bu konuyla ilgili olarak, Prof. rahmetli Şaban Teoman Duralı’nın dediklerini de alıntılıyorum. Kitaplarımda var, her şeyi burada yazacak olursak, zaman ve mekân problemi ortaya çıkar.)

*Türkçü, milliyetçi kardeşlerimizin -haklı olarak- hoşuna gitmeyen,  (benim de hiç hoşuma gitmiyor, hattâ kızıyorum) Türkçülüğün uygulanmasında (birinin, kimliğini de gizleyerek) etkili olan iki yahûdînin bulunmuş olması; inkâr edilmesi, “yok sayılması” gereken bir konu değildir: “Nasyonalism”, Türk milletinin elinde boy abdesti aldırılmış, hidâyete erdirilmiş  olarak “Milliyetçilik” hâline gelmiştir, milletimize hayâtiyet veren, dinamizm veren, güç ve güven kaynağı, düşmanlarımızın hiç de hoşlanmadığı çok güçlü bir akımdır, dünya görüşüdür.

*Avrupa mâmûlü nation, Arapçaya, -doğru olarak- “kavm” sözüyle çevrilmiştir. Arapçada, “milliyet” kelimesi yoktur, “nationalism” karşılığı olarak “kavmiyyet” vardır.

Türkçeye ise, nation, ‘din/inanç’ demek olan “millet” olarak tercüme edilmiş. Çünkü, 10 asır müddetice ‘kimliğimiz’ öyle teşekkül etmiş: Avrupa’ya gittiklerinde, otelde ‘nasyonalite’leri sorulan münevverlerimizin, kimi, ‘Osmanlı’, kimi de ‘Müslüman’ demişti. “nation”dan türetilen “nationalism” de, “milliyetçilik” olmuştur.

Türkçülüğün bir safhasında yahudilerin bulunmuş olması, hoşa gitmese de, inkârı gerektirecek bir olay değildir.

Avrupa’da, Nationalism’de dine yer yoktur, bizde ise, “milliyetçilik”te din, temel unsurlardan biridir. Solcularla savaşan, şehitler veren Ülkücü gençler “kanımız aksa da zafer İslâmındır” sözünü, lâf olsun, diye söylememişlerdir.

 *** ***

Diyarbakır’lı yaşlı kadının tavrı, hayat felsefesi, olaylara bakışı, değerlendirişi, HEPİMİZE ÖRNEK OLMALIDIR:

Diyarbakır’da, yaşlı bir kadın, askerlerin artığı yemekleri toplamaktadır. Binaya girmekte olan komutan, emir verir: “bu kadıncağızın evini öğrenin de oraya gönderin, gelip zahmet etmesin” der. Kadın der ki: “benim oğlum, gurbette, çalışıp para yolluyor. Bu yemekleri, hasta torunuma götürüyorum; Peygamber Ocağı’nın yemeği şifâ olur diye.”

Bu, vukû bulmuş bir olaydır, bilenler bilir, şâhitleri de çoktur. Bu ülkenin insanı, Türk Ordusu için, Peygamber Ocağı der.

*** *** ***

21 Temmuz 2024

Yazar
Mehmet MAKSUDOĞLU

Mehmet Maksudoğlu, Eskişehir’de Kırım kökenli bir âile içinde doğdu. İnkılâp İlkokulunu, Eskişehir  Lisesini ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini bitirdi. İzmir İmam-Hatîp Lisesi’nde Meslek Dersleri Öğretmeni olara... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen