Aşık Feymani Ağabey’in Kastamonu tarafına gidiyor, elinde de sazı var.
Bu sözler Aşık Feymani’nin;
“Enginli, yüksekli görünen dağlar,
Şu benim ömrüme nasıl benziyor.”
Bunu okuyunca köydeki, tarlamızın karşısındaki dağlar aklıma geliyor.
Dağlar bir dünya. Başı dumanlı, göğsü çimenli.
Başında kar, ardında efkâr.
Göğe değen yaylalar.
Uçurum uçurum sevdalar.
Yukarıdan aşağıya akan pınarlar, aşağıdan yukarıya doğru uzanan çamlar, çınarlar.
Uçan kuşlar, göçen kuşlar.
Duran taşlar, yoran taşlar.
Seken geyikler, kaçan üveyikler.
Yalnız kurtlar, uluyan çakallar…
Dağlar serhat, dağlar Ferhat.
Velhasıl tam bir ömür.
Yıl 1975 ya da 76 imiş.
Zonguldak, Kastamonu taraflarında bir minibüsle yol alıyorlar. Yolda tamirat varmış, bir servis yolu açmışlar. Bu servis yolu az sonra anayola yeniden bağlanıyormuş. Ama bu bağlanan yeri bilememişler, ayrıldıkları yoldan gitmeye başlamışlar. “Get ha get.” Kaç kasaba, kaç köy geçmişler kendileri de bilmiyor. Sormak da akıllarına gelmemiş. Ha şurdan, ha burdan diye epey bir yol almışlar. Sonra bir dağa tırmanmaya başlamışlar. Gitmişler, gitmişler bir de bakmışlar ki bir dağın tepesine çıkmışlar, yol da bitmiş. Gittikleri meğer bir orman yoluymuş.
Minibüsten inmişler sonra. Söyle biraz düz bir yer varmış, oraya toplanmışlar.
Yolculardan biri “Aşık şu durumumuza bir şey söylesen” demiş.
Sazı eline almış Feymani Ağabey, dalmış gitmiş. “Benim ömrüm niye böyle?” diye sormuş kendi kendine. “Şu dağlara bak enginli, yüksekli. Sıladan uzaktasın, çoluk çocuğa hasretsin. Ömrün de böyle ormanı, bayırı, çiçeği, inişi, yokuşu, uçurumu var. Bu dağlar da benim ömrüm gibi.” Kendi hayatını düşünmüş ve başlamış söylemeye;
“Enginli, yüksekli görünen dağlar,
Şu benim ömrüme nasıl benziyor..
Güz gelip yaprağı dökülen bağlar,
Şu benim ömrüme nasıl benziyor..
Koyun kuzusuna hasretle meler,
Baykuşun sedası bağrımı deler.
“Köhne viraneler, yıkık haneler, ”
Şu benim ömrüme nasıl benziyor..
Feymani ‘yim; felek bahtımı yozlar,
Merhem derim gelir yaramı tuzlar.
Yazın damla damla eriyen buzlar,
Şu benim ömrüme nasıl benziyor.”
Şiirde bir mısra vardı sordum; “Köhne viraneler, yıkık haneler.”
Şöyle dedi aşağı yukarı;
“Bir şiirde vurucu olan kısım sona konur. Burada başta gibi görünüyor ama değil. Virane ev zaten kötü ama viranenin köhnesi daha da kötü. Bu doğru. Yıkık haneler köhne viraneden de kötü. Dağılan yuvaları kastettim “yıkık haneler” derken.
Yuvalar dağılıyor, ana baba ayrılıyor çocuk ortada kalıyor. Analı babalı öksüz, yetim nice çocuklar kalıyor arta yerde. Kime anne diyecek? Kime baba diyecek? Kim sımsıkı kucaklayacak? Düştüğünde kim kaldıracak? Yüreği acıdığında kim sarılacak, kime sarılacak? Ağladığında göz yaşını kim silecek? Köhne virane dediğin yıkılır gider, binadır neticede. Ama yıkık hane? Bir medeniyet yıkılıyor. Yıkık hane çok daha, çok daha , çok daha acıklıdır.”