Bir beyefendiyi düşününüz: Orta yaşlı, çok iyi bir âileden geliyor, biraz geç evlenmiş, iyi bir âile babası, çiftlikleri var, oğulları, kızları iyi yetişmiş, çocuklarından bazısı evlenmiş, bazısı henüz evlenmemiş, birkaç torunu var. Şehirde yaşıyor, ticâretle uğraşıyor, helâl kazanç peşinde, fâizle iş görmüyor, mallarını satarken, alıcıların durumunu göz önünde tutuyor, müşterilerine iyi davranıyor, insaflı, hakka riâyet eden birisi.
Ticâret hayatında rakipleri var, onlar, çeşitli, türlü; “hak duygusu”ndan mahrûmlar. İçlerinde, fiyat yükselsin de elimdeki malı çok daha yüksek fiyatla satarak daha fazla kâr edeyim, diyerek, üreticiden toptan aldığı sebzeleri meyveleri, kamyonlarla, yol kenarlarına veya denize döken de var, sigara, içki toptancılığı, satıcılığı, hattâ uyuşturucu ticâreti yapan, tefecilik yapan da var.
Günün birinde, bu beyefendi, -Allah korusun- alzaymer hastalığını tutuluyor, evinden çıkmışsa, dönüş için evinin yolunu bile bulamıyor. Evine dönebilmek için, eski rakipleri ona yol gösteriyor. Böylece, ömrünü tamamlıyor.
Zaman geçiyor, dedelerini hiç görmemiş olan torunları, merak edip, dedelerini tanımış olanlardan soruyorlar. O, tanıyan, “eski bildikler” de, o beyefendiyi, tanıdıkları kadar, kimisi de, eski hınçları sebebiyle, –nasıl görmek ve göstermek istiyorlarsa- öyle naklediyorlar. Torunlar, dedelerinin hayatını o eski bildiklerden “onların istediği şekle bürünmüş olarak” öğreniyorlar.
Milletin, bütün ferdlerinin, herkesin, bu beyefendinin uğradığı musîbete uğradığını, hâfızasını kaybettiğini düşünün: geçmişlerini, kim idiklerini, geçmişte nasıl kimseler olduklarını, komşularından, başkalarından öğrenip hatırlamağa çalıştıklarını düşünün…
Tarih, milletin hâfızasıdır (belleğidir), cümlesi, bu gerçeğe dikkat çeker. Eski Türklerin, “tarih” için “bilig” dediklerinden söz edilir. Demek ki, tarih, ‘bilgi’ olarak değerlendirilmiş, ‘bilinmesi gereken’, unutulmaması istenen bir ‘değer’ olarak görülmüş.
‘Bilig’, bir değer olarak bengü taşlara işlenmiş, Türk milletinin çocuklarına, Çin tehlikesi, tâ o zamandan hatırlatılmış. Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Timurlular, Osmanlılar devirlerinde de, -Farsça ve Arapça, Osmanlılar devrinde de Türkçe olarak- tarihler yazılmış. Mustafa Naîmâ’dan (1655-1716) başlayarak resmî görevli vak’anüvisler, olanları, günü gününe yazmışlar, böyle devam etmiş.
Üçüncü Selîm’in 1801 yılında başlattığı avrupalılaşma/çağdaşlaşma yolunun devâmı olarak, Tanzîmât (1839) ve İslâhât (1856) hareketleriyle iyice yerleşen ve ivme kazanan bu gidiş/yörünge/çığır üzerinde, Avrupa’dan, -günümüzde her ülkede tabiî olarak kullanılan, -“dipnotu’nda, bilginin alındığı yer, kaynak gösterilerek yazılan” tarih yazıcılığı- metodu daalındı. Tamam, metodun alınması, İYİ, yapılması gereken bir iş.
Ancak, mesele BURADA başlıyor: Metod alınırken, o metodu ortaya koyanların, Avrupalıların GÖRÜŞLERİ, İDDİALARI da hiçbir süzgece, eleştiriye UĞRAMADAN, OLDUĞU GİBİ alınıyor: Avrupa’lı, kendi, yayılması sonucu genişleyen kuruluşuna “imparatorluk” mu dedi; Osmanlı da yayıldığı, genişlediği zaman “imparatorluk” oldu. Avrupa, (İngiltere dâhil), yüzyıllar boyunca, Feodalite ile yönetildi, eh, Osmanlı da “öyle” yönetilmiş olmalı… Gerçekten çok bilgili Prof. Dr. Bernard Lewis (ciltlerle kitapları var, ama;) Tımarlı Sipâhi’den “feudal cavalry/feodalite süvarileri” diye mi yazıyor, olduğu gibi aktarılır. Oryantalistlerin, kanaatimce en iyi niyetlisi Prof. Dr. Stanford Shaw da, (Semâvî Dîvân/Semâvî menşeli Şerîatı Yeryüzünde tatbike mêmûr) Dîvân-ı Hümâyûn’u: “Imperial Council/İmparatorluk Konseyi” diye anlar, “bizim” tarihçiler de, bunları, HİÇ BİR düzeltme, eleştiri OLMAKSIZIN Türkçeye aktarırlar. Halbuki, yüzyıllarca savaştığımız Avrupalıların torunları olan oryantalistlerin, tarihimize bakış ve değerlendirişinde “kasıt”, bol bol vardır, (Avrupa’lılar ve uzantıları Amerika’lılar, Anadolu’da bulunmamızı halâ hazmedebilmiş değillerdir), üstelik, bir de, “konuya yabancılık” vardır.
Milattan önce 7. yüzyılda Yunanistan‘dan yola çıkan Kral Byzas, Sarayburnu’nda bir Yunan koloni yerleşmesi olarak Byzantion‘i kurdu, zamanla yıkıldı, bitti. Bölgeye Roma İmparatorluğuhâkim olunca Milâdî 324–330 yılları arasında, Roma model alınarak orada bir şehir inşâ edildi. Roma İmparatoru Konstantin, kendi adını verdiği şehri, Konstantinopolis’i, 330 tarihinde Roma İmparatorluğu’nun yeni başkenti yaptı.
Roma İmparatorluğu’nun DİLİ ve KÜLTÜRÜ, Milâdî, altıncı yüzyılda yunanlılaştı. Baştaki, “Rum İmparatoru”dur. Baştakiler, Roma’lı oldukları, bu kuruluş, Roma (RUM)imparatorluğu olduğu için, yönetilen halk da Rum (Romalı) diye anıldı. Onun içindir ki, Fâtih’in 1453 yılında yıktığı bu hükümetin yönetiminde yaşayanların torunlarının torunlarının torunlarına da, günümüzde, doğru olarak, “Rum” denilmektedir. (onlara “Bizanslı” denildiğini işiten var mı?)
Ciddî (!) ilim adamları oryantalistler; 395 yılında ikiye ayrılan, 476 da Batı parçası yıkılıp doğuda devam eden bu Rum İmparatorluğunu inceleyen yazılarını, Byzantion adını verdikleri, tuğla kalınlığında, belli aralıklarla yayınladıkları periyodikte insanlığın hizmetine sunmağa (!) devâm ederler. İncelenen: Roma İmparatorluğu (doğu bölümü)dur (Imperium Orientale), 20 küsûr asır önce kurulup yıkılmış, hiçbir izi kalmamış olan Yunan sitesinin adı NÎÇİN ilmî ARAŞTIRMALARIN TOPLANDIĞI periodik’e verilir? İnatla, israrla buna devâm edilir?
Buraları, Yunan’a âiddir, “Türkler, buralara SONRADAN gelmişlerdir, gitmelidirler!” konusu unutulmasın, hep hatırda tutulsun diye olmasın?
NE dersiniz? Diyeceğiniz bir şey var mı? sâdece, mâsûm (!) bir nostalji mi?
“Sonradan” konusuna gelince: kendilerinde kafa namusu, “Hak duygusu” olmadığı için; Türklerin Anadolu’da bulunuşlarını (1000 yıl) “sonradan” diye gören bu gâvurlar (hakaret kasdı olmaksızın, bir niteliklerini belirtiyorum), Amerika’da ÇOK DAHA AZ bir müddetten beri (500 yıl) (1492) bulunuşlarını HİÇ düşünmezler! Amerika’yı boşaltıp eski sâhiplerine, Kızılderililere vermeyi akıllarının ucundan bile geçirmezler, “objektif olarak” araştırma yaptıkları kanâatindedirler, “bizim” tarihçilerimizin bâzıları da onları çok ciddîye alırlar.
Yunan’dan sonra, Romalılar gelmiştir; Anadolu’daki yer adları Romalıların verdikleri adlar olmalıdır. Arkeoloji öğretimi -sömürgelerdeki gibi- öyle bir yörüngeye oturtulmuştur ki, Türk arkeologlar, Türk Belediyelerinin maddî destekleriyle, kazıp kazıp Anadolu’nun tapusunu Rum’a çıkartmayı mârifet saymaktadırlar. Bu sözümüze “iddia”, “komplo vehmi” diyeceklere hemen hatırlatalım:
1400 yıl boyunca, Sûriye, Lübnân, Filistin, ve Ürdün’ü içine alan bölgenin adı: Bilâduş Şâm idi. (Şam şehrinin adı, Arapça Dimaşktır.) Avrupalılar, 1400 yıl boyunca, o bölgeye, inatla israrla, Syria dediler, o bölge hakkında yazarken Syria diye yazdılar. (Kürtçülük yapanlar, Diyarbakır’dan nîçin israrla “Amed” diye söz ederler, dersiniz?) Birinci Dünya Savaşı’nda, 1917de oralardan çekildik. Şimdi, HİÇ YADIRGAMADAN, biz de, Avrupa’lılar gibi, oralara “Suriye” diyoruz. Nevşehir yakınındaki hava alanına Kapadokya adını vermiş olan çok akıllı yurttaşımız, çok iyi mârifet yapmıştır, âferin. Bu gaflet, devam etmektedir. Aynı şekilde: 1400 yıl boyunca, Müslüman toprağı olmuş Trablusgarb için Avrupa’lı, israrla, inatla Lybie demiş, 1911 de İtalyan gâvuru işgal edince orası, Libya olmuş, biz de Libya diyoruz. (Lübnan’dakineTrablusşam diyorduk). (Balkanlardaki, Osmanlı eseri, izleri bile kalmamış binlerce câmi, medrese, dükkân, han, hamamdan bahsedilmez bile, Tuna’nın kuzeyinde HİÇ BİR eserimiz bırakılmamıştır, oralara, HİÇ BİR ZAMAN HÂKİM OLMAMIMIŞIZ gibi.)
Tarihçi yetiştirilirken, oryantalistlerin yazdıklarını, olduğu gibi aktarmak, FELÂKETTİR. Tarih öğrencisinin, “mâlûmât deposu” değil, önce “duruş sâhibi” olması sağlanmalıdır. Misâl olarak, İngilizlerin, tarihe nasıl baktıkları öğretilebilir.
İngiliz Kralı Sekizinci Henry (1509-1547) eşi Catherine’i boşamak ister, Papa, Katolik dîninde boşanma olamayacağı için izin vermez, Henry de, Katolik dîninden çıkar, Protestan olur, Anglikan Kilisesini kurar. Anne Boleyn ile evlenir. Uğrunda dîn değiştirdiği bu karısı fingirdek çıkar, Sir Francis Weston, Henry Norris ve kardeşinin de dâhil olduğu altı kişi ile zina yapınca, mahkemeye sevk edilir, idama mahkûm olur, Henry, Ann Boleyn çok acı çekmesin diye, Fransa’dan usta bir cellât getirtir. Bu arada, Henry Cenapları, Jane Seymour’la gayrı meşru ilişki yaşar, Ann Boleyn’in idam edilmesinden sonra, onunla ilişkisini resmîleştirir, evlenirler. Anglikan Kilisesinin kurucusu olan bu Kral’ın 6 karısı olmuştur.
Sekizinci Henry’nin entelektüel danışmanı, Utopia yazarı, bir ara, ülkenin mâliyesinin sorumluluğunu da yüklenmiş olan Thomas More, Kralı, İngiltere Kilisesinin başı olarak tanımayı reddeder, yargılanır ve 1535 yılında başı kesilerek idam edilir.
Anglikan Kilisesinin temelinde İngiliz Kralı’nın uçkur payı olduğu, HİÇ söz konusu edilmez, Catherine’nin erkek çocuk doğurmadığı gibi başka sebepler uydurulur, Henry’nin, daha kaç kadın aldığından da HİÇ bahsedilmez, bunlar bir yana, ORTADA MÜTHİŞ BİR OLAY VARDIR:
Yönetimde Kraldan sonra gelen mühim mevkilerde bulunmuş, Erasmus’un yakın arkadaşı, yazar Thomas More, ‘Krala hiyânet’ gibi çok büyük bir suçlamayla idam edilmiştir. Ya Thomas More, büyük hâindir; yahut Henry büyük zalimdir. Siz öyle zannedin; OLAY, kitaplarda ve A Man for All Seasons filminde, gerçekten, ‘çarpıtılmadan’, ‘objektif olarak’; fakat, öyle bir ele alış (yaklaşım/approach)la verilir, öyle bir ‘duruş’la sunulur ki, NE ŞİŞ YANAR, NE KEBAP:
Henry, büyük bir siyâsî liderdir, İngiltere’yi, Papa’nın otoritesinden kurtarmış, Millî Kiliseyi kurmuştur.
Thomas More da, ‘dînine bağlı, inancına göre yaşayıp ölmüş olan’ saygıdeğer bir kişidir.
Başkalarının tarihini yazmağa gelince:
A.J.P. Taylor, iyi bir İngiliz tarihçidir, sözünü sakınmaz; Avrupalıların zaman zaman soykırım yapmış olduklarını, yazar, belirtir. Avusturya’da öğretim üyeliği yapmıştır. The Course of German History adıyla bir Alman tarihi de yazmıştır. Bu kitabına yazdığı Önsöz’de: “Alman tarihinde hiç orta yol, normallik yoktur, hep aşırılıklar vardır; ya kaos vardır veya diktatörlük vardır, Hitler’in ortaya çıkışı, ırmağın denize dökülmesi kadar bir tesadüftür” der. İtirazlar yükselir: “hiçbir milletin tarihi buna dayanamaz, hayatta kalamaz (can not survive) derler. Adam, geri adım atmaz ve: “Belgelere dayanarak öyle yazdım, belgeler öyle gösteriyor” der.
Gerçekten “objektif” olarak yazmıştır, olayları çarpıtmış olması söz konusu değildir; ama, öyle bir “duruş”la, öyle bir bakış açısıyla (belki uslûbu da kullanarak) sunar ki, böyle bir sonuç ortaya çıkar.
*** *** ***
İBRET !
24 Temmuz 2024 günü, akşam haberlerinde, gördüğüm kadarıyla, sâdece CNN ve TRT Arapça kanalı, içlerinde yahûdîlerin de olduğu Amerikalıların, Netanyahu’yu Hitlerin vârisi olarak gösteren posterlerle, Kongre binası dışında Filistin bayraklarıyla, Netanyahu’nun Amerika’ya gelişini PROTESTO ediyordu.
Netanyahu’nun Kongre salonuna girişinde, Amerikan senatörleri tarafından, yerli sömürge yöneticilerinin, sömürgeler bakanını karşılamalarını andırır biçimde, âdetâ yaranmağa çalışan tavırlarla karşılanışı, görülmeğe değerdi. Konuşması sık sık alkışlarla kesilen, alkışların ayakta devam etmesiyle konuşmasını sürdüren Netanyahu, savaşın, mednîlerle barbarlar arasında olduğunu söyleyince DE ALKIŞLANDI. Ne güzel (!) değil mi? Anlaşılan, o senatörlerin seçilmesinde, birtakım lobilerin desteği olmuştu; minnet borçlarını ödüyorlardı.
O protestocular, çift insan bariyerini aşıp o salona girebilselerdi, alkışlayanlara herhalde tükürmezlerdi, belki, aşağılamak için, öyle bir hareket, kültürlerinde yoktur; varsa bile yine tükürmezlerdi: tükrükleri kirlenmesin diye!
Bu manzara, VAR OLDUĞU SANILAN, zihinlerde ÖYLE yerleşmiş olan, Batı’nın temsîl ettiği, şampiyonu olduğu “Uygarlığın” İFLÂSINI İLÂN ETMEKTE DEĞİL MİDİR?
*** *** *** ***
26 Temmuz 2024