“Modernite ve Modernizm bizim için, Doğu medeniyeti için hangi anlama geliyor?”
Hepimiz biliyoruz ki Batı ile Modernlik birebir özdeş değildir. Bununla birlikte Modernizm Batı’dan çıktığı için özdeş görünebilmektedir. Tarihsel süreç içerisinde tam tersi vuku bulsaydı ve modern hayat Doğu’dan çıkmış olsaydı bu sefer de Modernlik ile Doğu özdeş görünecekti. Modernitenin niçin Doğu’dan değil de Batı’dan çıktığı artık yeterince bilinen bir konudur.
Modernitenin Batı’dan çıkmış olmasının teolojik, psikolojik, iktisadi, sosyolojik, coğrafi hareketlilik ve bilimsel atılım gibi muhtelif nedenleri vardır. Haçlı seferlerinden Amerika’nın keşfine varıncaya dek muhtelif tecrübeler ve kışkırtmalar bu nedenlerin tetikleyici unsurları arasındadır. İpek Yolu’nun önemini yitirmesi, Amerika altınlarının Avrupa’ya akması, modern anlamda matbaanın icat edilip yaygınlaşması, teknik gelişmeler sayesinde kâğıt maliyetinin ucuzlaması, bu matbaalarda basılan kitapların ve gazetelerin sınıf ayrımı gözetmeksizin herkese ulaşabilmesi, bu sayede bilginin yaygınlaşması, feodal sistemin çökerek merkezî devletlerin ortaya çıkması, başkentlerin güç kazanması, sanat anlayışının değişmesi, kilise otoritesinin zayıflaması, düşünce hürriyeti kavramının gelişip palazlanması, salon hayatının entelektüel çehreye bürünmesi, savaşçı feodallerin saltanatını kıran tüccar zihniyetindeki burjuvanın sermaye biriktirmesi, toprak reformu, büyük şehirlerin kurulmasıyla köyden kente göçün hızlanması, Latince karşısında halk dillerinin canlanarak ulus dilleri hâline gelmesi ve daha pek çok sebep modern hayatı başlatan unsurlardır. Batı düşüncesi buna Yeni Hayat adını vermiştir. Edebiyatta Miguel de Cervantes Saavedra, resim sanatında Hollandalı ressamlarından Rembrandt, teolojide Calvin ve Luther, bilimsel düşüncede Paracelsus’un eski bilimle yeni bilim arasında köprü olma vasfı, sermaye biriktirmede ve sanatın hâmiliğine soyunmada Medici ailesinin çığır açması Yeni Hayat’ın mihenk taşlarıdır.
“Modernize etmek” ifadesi yenilemek (çağa uygun hâle getirmek) anlamını taşıyor. Bu anlamdan baktığımızda yenilenmek ve çağın gerisine düşmemek bir mecburiyettir.
Şark dünyasının geçmişi hakkında Doğan Kuban’ın çarpıcı bir saptaması vardır: “Türk egemenliği 10. Yüzyıl’dan sonra klasik Arap İslamı’nın ve İranlılaşmış İslam’ın sonu ve yeni bir dönemin başlangıcıdır. Bugün Mısır’da, Hind’te, Ortaasya-İran ve Türkiye’deki bölgesel gelişmeler bu Türk ortaçağında filizlenmiştir.” Benzer ifadeyi Jean-Paul Roux da kullanıyor ve Karluklar ile Oğuzların din değiştirmelerinden sonra o dönemdeki Müslüman toplumların Türklerce yeniden şekillendirildiklerini belirtiyor. Demek oluyor ki 10. Yüzyıl’dan sonrası Türk modernleşmesidir. Araplar ile İranlılar Türk modernleşmesine yenik düşmüşlerdir. Çağın gerisinde kaldığınızda denetim sizden çıkıyor ve bütün güç yenileşmeyi başaranların eline geçiyor. Türkler karşısında Arapların ve İranlıların durumu ne idiyse, Batı karşısında Doğu’nun durumu da odur. Yenileşmek anlamında Modernizme karşı çıkmak akıl kârı değildir. Batı’nın bütün insanlığa dayattığı Batı Modernizmine direnmek ise anlaşılır bir tavırdır.
Doğu dünyası kendi aydınlanma ve rönesans hareketini kurumsallaştırıp tamamlayabilseydi Batı’dan önce büyük bir hamle yapabilirdi. İslam coğrafyasının birkaç yüzyıl sürebilen parlaklığı donuklaşarak sönmüştür. Bunun yanı sıra İslamiyet öncesinde de bilhassa Türkistan coğrafyasında birtakım atılımlar belirmiştir. Yeni Hayat’ın Batı’da ortaya çıkmasının nedenlerinden biri olarak ticaretin büyümesini, kurumsallaşmasını, coğrafi keşiflerle bu ticaretin beslenmesini, ticaretin gelişmesiyle beraber refahın yükselmesini gösteriyoruz. İpek Yolu ticareti de benzer bir şekilde İslam öncesi Doğu’da refahın artmasını sağlamıştı. Çin’den Avrupa’ya kadar uzanan İpek Yolu ticareti yalnızca birtakım devletlerin ve tüccarların değil, yoksul halkları da besleyen, sanat anlayışını geliştiren ve farklı kültürler arasındaki bağları sıkılaştıran bir ortam sunuyordu. İpek Yolu sayesinde her halk ve her kültür ortak medeniyete birtakım katkılar sağlıyordu. Doğan Kuban bu hususta şöyle demektedir: “Yedi-su bölgesinde yaşayan Batı Türk Hanları için İpek Yolu ticaretinin sürmesi ve Ortaasya kentlerinin refahı büyük bir gelir kaynağıydı. Göçer-Yerleşik ilişkisi, eskiden düşünüldüğü gibi bir karşıtlıklar dünyası değildi. Göçerlerin bir bölümü yerleşik düzene geçiyorlardı. Yerleşik ve Göçer ekonomileri birbirlerini tamamlıyorlar, etnik ve kültürel bir karışma oluyordu. Ticaretin zenginliği tüccarları da eski toprak aristokrasisi kadar güçlü yapmıştı. Barthold, dikhanlar’la büyük tüccarlar arasında pek fark olmadığını söyler.”
Dikhanlar, İran ve Türkistan coğrafyasındaki büyük toprak sahipleridir. Batı’daki feodaller ise toprağa bağlı, bu toprakların sahibi olan, merkezdeki krallardan epeyce bağımsız, köylüyü güden soylulardır. Ticaretin yükselip burjuvanın ortaya çıkmasıyla birlikte feodallerin etkinliği gitgide zayıflamıştır. Kabaca benzetirsek, İran ve Türkistan coğrafyalarındaki dikhanların gücüne de tüccarlar ortak çıkmıştır diyebiliriz. İpek Yolu ticareti sermayenin gücünü kanıtlıyordu. Yerleşikler ve Göçerler arasındaki serbest kültür alışverişleri de zaten ortak medeniyeti inşa etmekteydi. Bu canlılık İslamiyet’in yayılmasının ilk birkaç yüzyılında da sürmüştür fakat sonrasında Doğu uykuya yatacaktır. Doğu karşısında ezilmekten kurtulmaya çabalayan Batı ise artık yeni bir uyanışa geçmektedir. Bu uyanışın temelleri Ortaçağ’da atılmıştır. Doğan Kuban’ın söylediklerini tarihçi Başak Kuzakçı da destekler mahiyettedir. Miladî dördüncü yüzyıldan itibaren Türk kavimleri Altay bölgesinden çıkarak batıya ve güneye doğru akmaya başlıyorlar. Kavimler Göçü’nün başlangıcı budur. Türkler bu tarihten itibaren bugün Türkistan dediğimiz coğrafyayı Türkleştiriyorlar. Buranın önceki yerli halkı Soğdlar’dır. Tüccar bir kavimdir. Farsçanın doğu lehçesini konuşurlar. İpek Yolu’nun başrolündeki tüccarlar bunlardır. İran’dan Çin’e, Bizans’tan Hindistan’a kervan yollarının hâkimleri oldukları için muhtelif kültürleri tanımışlardır ve birkaç dil öğrenmişlerdir. Türk devletlerinin elçileri genelde bunlardan çıkıyor. Türk yayılması ve hâkimiyeti sayesinde Türkistan coğrafyasında bir istikrar ortamı gelişiyor. Soğd tüccarları bu istikrar ortamından yararlanarak zenginliklerini pekiştiriyorlar. Türk devletlerinin hâkimiyeti altında Soğdların ticaretle uğraşmasını Osmanlı hâkimiyetinde Rumların ve Ermenilerin ticaretle zenginleşmesine benzetebiliriz. Soğd halkı zaman içinde büyük oranda Türkleşmiştir sonucuna da varabiliriz. Çok sonraları Moğollar da yayıldıkları ülkelerde kimliklerini yitirerek Türkleşeceklerdir. Orta Asya’daki bugünkü Tacikler muhtemelen bu Soğd halkının kalıntılarıdır. Başak Kuzakçı bizlere şu bilgiyi vermektedir: “5. ve 6. yüzyıllarda Soğdya (Batı Türkistan’ın güneyi) tartışmasız bir şekilde büyük bir tarımsal gelişme yaşadı ve nüfus belirgin şekilde arttı. Zerefşan bozkırındaki 131 yerleşim merkezinden Zerefşan ve Dargom kanalı arasında sıralanan 115’i bu dönemde ortaya çıktı. Semerkand’ın batısındaki İsfahan bölgesi de şehirleşme ve nüfus bakımından bu dönemde genişledi. Kuşanların ve Akhunların hâkimiyetiyle Soğdya’nın ekonomik ve demografik dinamizmi arttı, şehirler ve kırsal kesim de gelişti. Soğdya, Orta Asya’daki tarımsal zenginliğin ve nüfusun ana merkezi olmuştur.” Başak Kuzakçı bu göreceli refah dönemine “Kidarit Hunlarından Akhunlara İstikrar Çağı” adını vermektedir.
Orta Asya (Türkistan) coğrafyasındaki bu istikrarın ve refahın iki sebebi, İpek Yolu ile Türk hâkimiyetidir. Bu dönemde yerleşik kültür ile göçer kültürü birbirini etkileyerek harmanlanmıştır. Türk, İran, Hint ve Çin kültür unsurlarının buluşma yeri Orta Asya coğrafyasıdır. Türkiye ve Azerbaycan Türklerinin ataları Oğuzların sonradan Azerbaycan’a, Anadolu’ya ve Balkanlara taşıyacakları özgün kültürün kökleri de işte bu istikrar dönemidir. Selçuklu mimarisinin, şehirciliğinin ve sanatının Anadolu’da birdenbire inkişaf etmesi birtakım tesadüflere yorulamaz. Türkler fethedip yerleştikleri her vatanda işlerine yarayacağı kültür unsurlarını kolayca almışlar ve işlemişlerdir. Tanzimat’tan itibaren Batı’ya yönelmemizin sebeplerinden birisi de herhalde bu köklü alışkanlığımızdır.
Tarih boyunca Çin ülkesine göç etmiş olan Türk boyları birkaç kuşak sonrasında Çinlileşerek kimliklerini yitiriyorlardı. Çin ülkesine yerleşen Moğollar da Çinlileşmiştir. Oysaki batıya ve güneye yönelen Türklerin çehreleri az çok değişse bile Türkçeyi hiç bırakmayarak Türk kalabilmişlerdir. O derece Türk kalmışlardır ki Jean-Paul Roux bu hususta konuşurken Türklerin eski inançlarını Altay bölgesinden veya Sibirya’dan fazla olarak Türkiye ve Azerbaycan gibi Müslüman Türk ülkelerinde bulabileceğimizi söylüyor. Fars kültürünün ve Farsçanın baskısına rağmen bugünümüzde hâlâ İran nüfusunun aşağı yukarı yarısı Türkçe konuşmaktadır. Arapçanın baskısına ve Rumca konuşan halkla bin yıl birlikte yaşamış olmamıza karşın Anadolu tartışmasız biçimde Türk yurdudur. Ne var ki kuzeye göçen Türklerin çoğunluğu bin yılda Slavlaşmışlardır. Avrupa Rusyasında (Uralların batısında) Türk nüfusu bir zamanların büyük göçlerine rağmen çok azdır. Türkistan’da kurduğumuz sağlam kültür harcı bizim İran’da ve Anadolu’da kimliğimizi koruyarak ayakta kalmamızı sağlamıştır. Buhara Hanlığı’nın resmî dili yirminci yüzyıl başına kadar Farsça iken Osmanlı Devleti’nin resmî dili kuruluşundan itibaren daima Türkçe olmuştur.
“Modernite ve Modernizm bizim için, Doğu medeniyeti için hangi anlama geliyor?” sorusuna yanıt ararken yukarıda özetlediğimiz tarihsel gerçekliği ve pratik hayatın ihtiyaçlarını veya zorlamalarını göz önünde bulundurmamız gerekiyor. En doğudaki Türk boyları katında Çin ülkesi bir uygarlık mihveri sayılıyordu. Göktürk yazıtlarının bir yüzünün Türkçe bir yüzünün Çince yazılması sebepsiz değildir.
Çin ülkesinin çekim merkezi olmasını bir yana koyarsak, Türkler yüzlerini daima batıya ve güneye çevirmişlerdir. Doğu Göktürk ülkesi katında Batı Türkistan ile güneydeki İran da batıdır. Oğuz-Kazak bozkırları katında Kıpçak yurdu (bugünkü Avrupa Rusyası) da batıdır. Doğu Roma (Bizans) da batıdır. Avrupa ve Balkanlar zaten batıdır. Bu itibarla Türklerin Kızılelma’sı daha ziyade batıyı hedeflemiştir. Meseleye pratik açıdan bakarsak, yerleşik ağırlıklı uygarlık merkezleri her neredeyse Türkler gözlerini oraya çevirmişlerdir.
Türkler aynı zamanda Avrasya coğrafyasındaki medeniyet unsurlarının taşıyıcısı olmuşlardır. Çin uygarlık merkezi sayılıyorken yüzlerini Çin’e, İran uygarlık merkezi sayılıyorken İran’a, Avrupa uygarlık merkezi sayılıyorken gözlerini Avrupa’ya dikmişlerdir. Yeni Hayat zamanlarında biz Türkler artık Çin’e veya Hindistan’a yönelecek değildik. Bu gerçekçi bir tercih olmazdı.
Türkiye Türkleri gecikmeye rağmen bir dereceye kadar erken uyandıkları için Tanzimat sürecine girdiler. Tanzimat’ı ve Meşrutiyet’i eleştirebiliriz, birtakım yanlışlıklar bulabiliriz, yine de hayat şartları bizi değişime zorluyordu. Batı ve Doğu Türkistan geç uyandığı için Rusya’nın ve Çin’in tahakkümü altına düşmüştü. Batı karşısındaki gecikmişliğimize rağmen Osmanlı Türkleri diğer Türk yurtlarına nispetle daha erken hareket etmişlerdir. Türkistan yutulmuştur fakat Türkiye ayakta kalmıştır. Sovyetler Birliği çözülene kadar yeryüzünde Türkiye Cumhuriyeti’nden başka müstakil Türk yurdu bulunmuyordu.
Modernitenin ve Modernizmin biz Türkler katındaki anlamlarından biri varlığımızı koruyabilmek meselesidir. Türkiye’nin çağdaşlaşmasında Kazan ve Kırım Tatar Türkleri aydınlarının katkısı büyüktür. Oysaki benzer katkıyı Batı ve Doğu Türkistan’dan göremedik çünkü Türkistan kendi içine kapanarak donuklaşmıştı. Türkistan aydınları bu kapanmanın faturasının ağırlığını fark ettiklerinde yüzlerini Çarlık Rusyası’na ve Osmanlı Türkiyesi’ne (yani batıya) çevirmişlerdir.
Meseleye buradan bakarsak Modernite ve Modernizm bir zorunluluktur. Osmanlı çağdaşlaşmasına muhafazakâr Osmanlı toplumu, evet, direnmiştir. Her değişime mutlak surette direnç görülür. Bu direncin haklı ve haksız sebepleri bulunur. Türkiye, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e uzanan süreçte İslam coğrafyasının tartışmasız en medeni ülkesidir. Batı ve Doğu Türkistan’da günümüzden yüz yıl önce Gaspıralı’nın açtırdığı modern mektepler ulema tarafından kapatılıyorken Osmanlı Türkiyesi’nde modern mektepler hızla yaygınlaşıyordu. Bu yalın gerçeği inkâr edemeyiz. Batılılaşma (çağa uyum sağlamak anlamındaki Batılılaşma) ihanet veya kötülük hareketi değildir. İran ile Mısır da Türkiye ile birlikte aşağı yukarı aynı tarih diliminde modernleşme yoluna girmişti fakat onlar başaramazken Türkiye bütün kusurlarına rağmen epeyce yol katetmişti. Pek çok yanlışlara düştük, aşırılıklara kaçtık, gereksiz öykünmelere kapıldık, çağdaşlaşmayı kimi zaman yüzeysel algıladık, kurtuluş savaşı vermek durumunda kaldık, ölümlerden döndük ama yıkılmadık. Batı ve Doğu Türkistan ise Rusya ile Çin karşısında yıkılmıştı. Türkiye dışındaki bütün İslam coğrafyası sömürge konumuna sürüklenmişti. Biz en azından yarı sömürge olarak tutunmayı başardık. Modernite ve Modernizm bizim için bu anlamları da barındırıyor. Osmanlı Türkiyesi’ni yarı sömürge konumuna düşüren kapitülasyonlar ve İttihat Terakki iktidarının kapitülasyonlarla mücadelesi hakkında Zafer Toprak’ın çalışmalarına bakılabilir.
Asıl vurgulamamız gereken önemli bir husus ise şudur: Yeni Hayat’ın doğduğu yer Batı muhitidir. Modernitenin ve Modernizmin oyun kurucusu Batı olmuştur. Doğu ise bu yeni oyuna direnmiş, özenmiş, yeni oyunun karşısında yenilmiş ve hatta ezilmiş, soluk alamaz hâle geldiğini fark edince de yeni oyunun kurallarını öğrenmeye çabalayarak Yeni Hayat’a ucundan kıyısından tutunmaya gayret etmiştir. Yeni Hayat’ın oyun kurucusu Doğu olsaydı nasıl bir Modernite ve Modernizm ortaya çıkacaktı? Bunun yanıtı pek veremiyoruz. Belki ancak birtakım varsayımlarda bulunabiliriz. Fakat bu varsayımlarımızı doğrulayacak olan bir laboratuvar ortamına sahip değiliz. Batı çalışkanlığının karşısındaki Şark tembelliği meşhurdur. Batı’nın ahlaksız olduğu söylemini diline pelesenk edinen Doğu’da ahlaksızlık diz boyudur. Batı kendisini bir dereceye kadar –ve elbette kendi şartlarında– ıslah edebilmişken Doğu ise Batı’ya yetişmenin kaygısına düşmüştür. İbn Haldun’dan sonra büyük isim yetiştiremeyen Doğu çökmüştür.
Kendimize şu soruyu da yöneltebiliriz: “Modernite ve Modernizm kaçınılmaz mıydı?” Bilimin ve teknolojinin ilerlemesiyle birlikte –dünyanın neresinde olursa olsun– bir değişim, evet, kaçınılmazdı. İnsanlık hep aynı kalmayacaktı. Yeni Hayat’ın doğum yeri Doğu olsaydı, bu bir yenilik olduğuna göre, insanlık yine değişecekti. Şayet böyle vuku bulsaydı insanlık Doğu’ya özgü bir Moderniteyi ve Modernizmi tartışıyor olacaktı. Batı ise Doğu’nun oyun kuruculuğuna direniyor ve öykünüyor olacaktı. Ne var ki tâlih oyun kuruculuğunu Batı’ya nasip etmiştir.
Her şeye rağmen öyle görünüyor ki Batı’nın kendisi de kendi oyunundan pek memnun değildir. Muhtelif değer aşınmalarından ötürü Batı’nın kendisi de tedirgindir. Fransız muhafazakârlarından Maistre, Katolik kilisesini Avrupa uygarlığının kalbi olarak sayar ve işte bu nedenle de kiliseyi yeniden Avrupa uygarlığının sivil dini hâline getirmeyi önerir. Maistre’ye göre devrim (buna yeni hayat da diyebiliriz) kozmik bir gücün meydana getirdiği sarsıcı bir olaydır. Devrim, insanlık tarafından değil, insanüstü bir güç tarafından biçimlendirilmiştir. İnsanlık gizemli bir güç tarafından yönlendirilmektedir.
Mistik görüşler ve seküler görüşler bir yana, değişim-dönüşüm kaçınılmazdır. Doğu’da ve Batı’da geleneksel hayat tarzı yüzyıllar boyunca sürmüştür. Bu nedenle de geçmiş zaman insanları bu hayat tarzının sonsuza dek süreceği düşüncesine kapılmış olabilirler. Halbuki Sümer çağı öncesinde, mesela Göbeklitepe çağında hayat bambaşkaydı. Bizim bugünden bakarak geleneksel hayat tarzı dediğimiz yaşam biçimi Göbeklitepe çağının insanları katında yepyeni bir hayat tarzıdır. Bir yaşam biçiminin çok uzun sürmesi onun hiçbir zaman değişmeyeceği anlamına gelmiyor ama muayyen bir yaşam biçimi yüzlerce yıl sürdüğünde artık hiç değişmeyecekmiş, insanlığın kaderi buymuş inancı doğabiliyor.
Biz, bugünümüzde yenileşmeye veya dönüşüme Moderniz-Postmoderniz-Metamodernizm türünden adlar veriyoruz. Yüzyıllar sonra nasıl bir hayatımız olacak? Bilim-Kurgu romanlarındaki gibi bambaşka bir hayat tarzına mı sürükleneceğiz? Gidişat bunu gösteriyor. Tek başına internet bile hayatlarımızı çok değiştirdi. Artık sosyal medya aşiretleri var. Jean Baudrillard’ın ifadesiyle simülasyon çağındayız; bu çarpık gidişat bizi daha da yutacakmış gibi görünüyor. İnsanlık bir derlenip toparlanma iradesi gösterip de daha makul bir hayat tarzına sıçrayabilir mi? Bunu zaman gösterecek.
Geleneksel hayat tarzına kapalı toplum diyoruz. Geçmiş zaman insanları acaba içerisinde yaşadıkları o hayat tarzının kapalı toplum olduğunun şuurunda mıydılar? Şimdiki hayat tarzımız ise, bence, açık toplum görünümlü kapalı toplum hayat tarzıdır. Ne yaparsak yapalım kendi gezegenimizde sıkışıp kaldık. Bu sıkışma milyonlarca yıldır sürüp gidiyor. Sıkışma boyutunu göz önünde tutarsak, insanlık hem düz çizgide ilerliyor hem ebedi dönüş çemberinde kendi tâlihini yaşıyor. Modernite ve Modernizm kapsamından bakarsak, Batı düz çizgiye, Doğu ebedi dönüş çemberine daha yakındır.
Doğulu toplumların Moderniteye ve Modernizme direnmelerinin arka planında, kanımca, bu ebedi dönüş anlayışı yatmaktadır. Batı düşüncesi kısırdöngü olarak yorumladığı ebedi dönüş çemberini kırmaya yeltenmiştir. Doğu ise bu yeltenişe Tanrı’nın iradesine meydan okuma suçu yükleyerek dehşete düşmüştür. Oysaki Maistre örneğinde gördüğümüz üzere devrimi Tanrı’nın iradesi sayan Batılı düşünürler de yok değildir. Şayet gerçekten böyle ise Yeni Hayat teolojik boyuttan da kaçınılmazdır.
Türkler ve Batılı olmayan diğer bütün toplumlar Moderniteye ve Modernizme hem cephe almışlardır hem de Moderniteyi ve Modernizmi ele geçirmekte hevesli davranmışlardır. Burada çelişki görebiliriz ama insanlığın hem düz çizgide ilerliyor olması hem de ebedi dönüş çemberinde kendi tâlihini yaşıyor bulunması cephesinden bakarsak çelişki dediğimiz şey çelişki olmaktan çıkacaktır. Bu durum çelişki değil, insanoğlunun tâlihidir. Hayvanlar âlemi tek boyutludur. İnsanlık âlemi çift yönlüdür. Çelişkinin kendisi bizim düzenimizdir.
Avrasya coğrafyasında tarih boyunca hareketli bir hayat yaşayan Türkler, benim düşünceme göre, Moderniteyi ve Modernizmi kökten reddetmiyor, Türklerin yeni Kızılelma’sı, bana kalırsa, Moderniteyi ve Modernizmi ıslah ederek insanlık onuruna yaraşır bir kalıba sokmaktır. Mesiyanik inançlara göre tarih düz bir çizgide Tanrı’nın belirlediği muayyen bir amaca doğru akmaktadır. Hıristiyan teolojisi bu amaca Tanrı’nın Krallığı adını vermiştir. Seküler düşünürsek, insanlık tarihi dümdüz çizgide daima ilerlemeye, yükselmeye, tekâmüle doğru akmaktadır. Mesiyanik inançlara göreyse insanlık tarihi çürüyüşün tamamlanmasına doğru yürümektedir. Çünkü, Kurtarıcı İsa Mesih’in gökten yeryüzüne inebilmesi için insanlığın büsbütün çürümesi, kötülüğün hâkim olması gerekmektedir. Bütün semavi dinlerde ve Müslüman Türklerde mesiyanik inanç vardır. Bununla birlikte Türklerin kurtarıcı beklentisi zayıftır. İslamiyet öncesi Türklerde kıyamet düşüncesi bulunuyor. Altay Türkçesinde buna kalgançı çak denmektedir. Herhalde kargaşa (kaos) gibisinden bir anlam taşımaktadır.
Kıyametin kopmasından sonra yeni bir düzen kurulacaktır. Nitekim büyük tufanın ardı sıra yeni bir düzen kurulmuştur. Ergenekon öncesinde Türkler perişan olmuş, Ergenekon’dan yeni bir düzene çıkmışlardır. Fakat Türklerdeki kıyamet beklentisi o kadar da belirgin değildir. Müslümanlığın etkisiyle belirginleşmiş gibi görünse de Türkler kıyameti diğer milletler derecesinde dert edinmiyorlar. Sanıyorum ki Türklerin diğer milletlere oranla daha rahat görünmelerinin arka planında hâkim millet olmanın getirdiği özgüven yatmaktadır. Kızılelma hedefinin gerçekleşmesi için insanlığın büsbütün çürümesi gerekmiyor. Kurtarıcı İsa Mesih ya da Mehdi beklentisi bir gerginliğe yol açıyor. Türklerde işte bu gerginlik zayıftır. Türkler kutsal hedeflerine ulaşmak yolunda insanlığın büsbütün çürüyüşüne ihtiyaç duymuyorlar. Hedef açıktır ve bunun için karanlığa gerek yoktur. Ancak elbette ki inançlar kör inanca dönüştüğünde fanatikçe beklentiler güçleniyor.
Evirip çevirmeden konuşursak, Modernite ve Modernizm bir realitedir. Hayat gerçekliğidir. Bu gerçekliğe yüz çeviremiyoruz. Mustafa Kemal Atatürk bir Fransız gazeteciye verdiği mülakatta şunları söylemiştir: “Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmesi lazımdır.” Türklük penceresinden baktığımızda, birkaç bin yıl boyunca doğudan batıya hareket etmiş olan Türkler katında medeniyet tek görünecektir. Çünkü bizim coğrafyamız, yani hareket alanımız kısıtlı veya sabit değildir. Çin, Hint, İranlı ve Avrupalı kavimler büsbütün yerleşik hayatlarının içinde sabittirler. Türkler ise hareketli bir kavim olmaları nedeniyle bütün dinleri ve kültürleri tanımışlardır. Budist Uygurlar, Hıristiyan Karamanlılar, Musevi Karaylar bunun kanıtlarıdır. Türkler birkaç bin yıl içinde eski dinlerinin yanı sıra Budizm, Maniahizm, Hıristiyanlık, Müslümanlık gibi kurumsal dinlerle de bağlantı kurmuşlardır. Dolayısıyla da medeniyet ufku Türklerde keskin sınırlara bürünmemiştir. Uçsuz bucaksız Avrasya bozkırlarında mütemadiyen hareket eden Türklere sınır biçmeye yeltenmek biraz zorlama olacaktır. Atatürk’ün medeniyet birdir sözü bunun tezahürüdür.
Atatürk aynı zamanda maddecidir. İzmir konuşmasında şöyle demiştir: “Fakat dünyada elde edilmesi mümkün olmayan amaçlara yürümek insanları çok aldatmıştır. Çok aldatır. İnsanlar parlak olan siyasetlere doğru herhalde yürümek ve oraya yetişmek ister. Çünkü parlak olan şeyler çekicidir. Fakat hayat hayallere dayanmaz. Hayat maddeye dayanır. Herhangi bir millet hayatını muhafaza için hayatiyet sebeplerini elde etmek, düzenlemek için adım attığı zaman seçtiği amaç hayalî olursa herhalde muvaffak olamaz.” Atatürk’ün de açıkça belirttiği üzere Türkler, Moderniteye ve Modernizme bir keyfiyetten ötürü değil, hayatiyetini korumak uğrunda yönelmişlerdir. Bu yönelişte birtakım yanlışlara ve aşırılıklara düşülmüş olması Moderniteyi ve Modernizmi bir hayat gerçekliği olmaktan çıkarmaz.
Nostaljik duygularla geçmişe özlem duyabiliyoruz ama modern hayattan vazgeçmiyoruz. Türkler bugün de atalarının yaptığını yaparak Çin’e yönelseler orada yine modern hayatı bulacaklardır. Kaldı ki modern hayata keskin bir dirençle sırt çevirsek bile modern hayatın yerine ne koyacağız? Yukarıda söylediğimiz gibi, Türklerin hedefi Moderniteyi ve Modernizmi inkâr etmek değil, onu ıslah etmektir. Türkler bu hedeflerinin şuurunda olmasalar bile tarihin kendilerine yüklediği genetik dürtülerle bu hedef doğrultusunda yürümektedirler. Elbette bu zorlu yolculukta tökezlemeler, duraksamalar ve geriye dönüşler görülmektedir. Türkler düz çizgide yürümeye de ebedi dönüş çemberinde tâlihlerini yaşamaya da aşina ve alışkındırlar.
Çin ve Japonya taklitçidir. Hindistan’ın daha birkaç yüzyıl kendisini toparlaması mümkün görünmüyor. Avrupa ve Amerika hâlâ sömürgecidir. Araplar fanatiktir. Geriye Türklerden başka umut ışığı kalmıyor. Bizim Kızılelma’mız hayallerden ziyade realiteye yatkındır. Dolayısıyla kendimizi Modernite ve Modernizm gerçekliğinden söküp atmamız durumunda insanlık bundan hayır görmeyecektir. Keza gerçeklikten çıkmak imkânsızdır. Modernleşme yolundan sapmayı deneyen Afganistan ve İran çuvallamıştır. Oysaki bu iki ülke Türkiye’yle dayanışmaya giderek birer refah ülkesi hâline gelebilirdi. Onların gelişmesiyle Türkiye de çok rahatlayacaktı. Mağrip coğrafyası Akdeniz havzasında yer aldığı için kendisini toparlama imkânlarına sahiptir. Türkistan ayağa kalkarak parlak bir hamle yapabilir. İran modern hayata yeniden katılabilir. Bu durumda Türkiye şahlanır ve Batı karşısında kendi coğrafyamıza özgü Moderniteyi ve Modernizmi kurabiliriz. Yeni medeniyet hamlesi, tekrar söylersek, Moderniteyi ve Modernizmi inkâr etmek değil, onu ıslah etmektir.
“Nasıl bir ıslah hamlesinden söz ediyoruz?”
Meselenin düğüm noktası buradadır. Herhalde bireyciliğin aşırılıkları biraz törpülenmelidir. Kişisel bencilliğin yerini toplumsal çıkarlar almalıdır. Devlet tahakkümü ve toplumsal çıkar karşısında bireyin ezilmesi de önlenmelidir. Tüketim kültürünün teşvik ettiği konfor tutkusu (konformizm) dizginlenmelidir. Vatandaşlar arasındaki dayanışma bilinci canlandırılmalıdır. Erken Cumhuriyet döneminde benimsenmiş olan kooperatifçilik ruhu yeniden ihya edilmelidir. Ahilik prensiplerinin ve ahlakının hangi yönlerinin tekrar canlandırılabileceği araştırılmalıdır. Bundan maksat ortaçağ kurumlarının diriltilmesi değildir, maksat geçmiş zaman tecrübelerinden olabildiğince yararlanmaktır. Türk milletinin yapı taşları olan birtakım gelenekler sımsıkı korunmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti sınır komşularıyla ve çevre ülkelerle iyi geçinmeye çalışmalı, bu ülkelerin medeni seviyesinin yükselmesine yardımcı olmalıdır. Medeni seviyesi düşük komşularla yaşamak zordur. Asırlarca birbirleriyle savaşmış olan Avrupa devletleri bunu başarmıştır. Türkiye bilimin, sanatın ve endüstrinin merkez ülkelerinden biri hâline gelmeli, tasarrufunda bulunan imkânları kullanarak çevre ülkeleri çağdaş medeniyete katılmaya yönlendirmelidir. Bu yönlendirme ister istemez zorlamayı da içerecektir. Devrim ihracı gibi düşünebiliriz. Suriye ve Afganistan gibi çevre ülkelerdeki istikrarsızlıkların Türkiye’yi zora soktuğunu hep birlikte yaşayarak görüyoruz. Şayet ki Modernitenin ve Modernizmin insanlığı tedirgin etmekte olan aşırılıklarına cephe alınacaksa bunun yolu biçimcilik değildir. Ceketi sıyırıp cüppe giymekle, şapkayı çıkartıp sarık bağlamakla sonuç alınamaz. Bunu denemiş bulunan İran tıkanmıştır ve çıkmaza girmiştir. Osmanlı Türk toplumu da geçmiş zamanda Avrupalı gibi giyinerek Batılı olabileceği yanılgısına kapılmıştı.
“Modernite ve Modernizm bizim için hangi anlama geliyor?” sorusunu ortaya atan Prof. Dr. Muzaffer Metintaş hocamız bir diğer sosyal medya paylaşımında şu cümleleri de kurmuştur:
“Türk aydını, muhafazakâr, milliyetçi, liberal ya da solcu olsun Modernizmi kabulleniyor, dolayısıyla Batılı ilerlemeyi benimseyip, benzeyerek başarmayı hedefliyor. Bilmiyor ki Batılı gelişmenin, medeniyetin yaratıcı ve itici kaynağı bir dünya görüşünden doğuyor ve sürdürülüyor. Halbuki dünya görüşü mutlak doğru ve mutlak bir varlık değil. Dünya görüşü oluşturulabilen bir algılama, kavrama, yorumlama ve sunma işi. Ondan kültür, sanat, siyaset, iktisat, bilim metodolojisi doğuyor, felsefe yapılıyor, insanı ve toplumu her yönüyle kavrayacak çözümler üretiliyor. İşte kritik husus bu: Bizde, henüz bize ait bir dünya görüşü yaratabilecek entelektüel birikim ve aydın niteliği yok. Batı’da ve Doğu’da, Güney’de ve diğer medeniyet havzalarında bu kapasiteyi oluşturabilen bir aydınlar birliği ne yazık ki henüz gelişmedi.”
“Postmodernizm bir zorunluluk mudur?”
Postmodernizmi bütün dünyaya Batılı entelektüel zekânın dayattığı kanısındayım. Dünya görüşü mutlak doğru ve mutlak bir varlık değildir diyen Muzaffer Metintaş’ın bu haklı saptaması Maistre’nin “Devrim kozmik bir gücün meydana getirdiği sarsıcı bir olaydır,” şeklindeki düşüncesiyle uyuşmuyor. Bence de Maistre yanılmaktadır. Bilimin ve teknolojinin ilerlemesiyle yeni bir hayatın doğması kaçınılmazdı fakat bu yeni hayatın ille de Batılı Modernizm şeklinde olması Tanrı buyruğu değildi. Yeni Hayat’ın oyun kurucusu Batı olduğu için Batılı Modernizm bütün insanlığa dayatılmıştır. Batılı olmayan toplumlar ise alternatif çıkış yolları bulamadıkları gerekçesiyle Batılı Modernizme ucundan kıyısından veya büsbütün sarılmak mecburiyetinde kalmışlardır. Dün böyleydi, bugün de böyledir. Müslüman toplumlarsa şeriat zannettikleri birtakım ortaçağ kurumlarını Batılı Modernizme alternatif olarak görme yanılgısına düşebilmektedirler. “Bizde, henüz bize ait bir dünya görüşü yaratabilecek entelektüel birikim ve aydın niteliği yok,” diyen Muzaffer Metintaş bu bağlamda sonuna kadar haklıdır. Modernizmi reddedecek olduğumuzda bunun yerine ikame edebileceğimiz sağlam bir zeminden –şimdilik– yoksun bulunmaktayız. Gelecekte alternatif bir dünya görüşü yaratabilecek miyiz? Şimdilik bunun yanıtını veremiyorum fakat alternatif bir dünya görüşünün Doğu-Batı iş birliğiyle yaratılabileceği kanısında bulunduğumu söyleyebilirim. Doğu ile Batı’nın birbirlerini inkâr etmesiyle yeni bir dünya görüşü yaratılamaz fikrindeyim. Ötekileştirme sonuç vermiyor. Her türden ötekileştirme (zıtlaşma) insanlığı yeni bir çıkmaza sürüklüyor.
Ötekileştirme bir zorunluluktur. İnsanın doğasında (yani fıtratında) vardır. Kabil ile Habil birbirini ötekileştirmiştir. Teolojik boyuttan insanlık hikâyesi böyle başlıyor. İnsanlığın varlık alanının koşulları ötekileştirmeyi zorunlu kılmaktadır. Ötekileştirme sadece çatışma değildir, aynı zamanda kimlik edinmedir. Bir insan kendisini bir diğer insanla kıyaslayarak tanımlar ve kimliğinin sınırlarını çizer. Toplumlar için de böyledir. Türk kimdir sorusunun cevabı Türk olmayandadır. Bizden değil iseniz ötekisinizdir. Fakat öteki ile beriki arasında mutlak kopukluk yoktur. Her ikisi de birbirine muhtaçtır. Benim varlık alanım ötekinin varlık alanına bitişiktir. İşte bu nedenle Doğu ile Batı’nın birbirlerini inkâr etmeksizin müşterek bir alternatif yeni hayat kurmaları belki de mümkündür.
Batı düşüncesi tek dünya devleti kurmayı hedeflemiştir. Hem teolojik düşüncede hem seküler düşüncede aynı hedefi görüyoruz. Sosyalist yönü bir nebze ağır basmış gibi görünen Bertrand Russell “İlimden Beklediklerimiz” adlı eserinde ve yeri geldikçe diğer eserlerinde dünya devletinden söz etmektedir. Bu dünya devleti olumlu ve olumsuz yönleriyle mutlaka kurulacaktır. Russell’in öngördüğü kavramlardan biri ilmî hükûmet kavramıdır. Ona göre, istikbalin dünyasında bir idare edenler sınıfı bulunacaktır. İdare edicilik muhtemelen babadan oğula geçmeyecek, dünya toplumunun içinde özel yeteneklere sahip olanlar keşfedilecek ve bunlar özenli bir eğitimden geçirilerek idareci sınıfına katılacaklardır. Bu idare edici sınıf daha fazla bilgi ve güven kazandıkça ferdin hayatına daha fazla müdahalede bulunacak ve müdahaleyi hoş göstermesine yarayacak olan yöntemleri daha fazla öğrenecektir. Russell’in öngörüleri bazı yönlerden George Orwell’ın 1984 adlı kara kurgusunu hatırlatmaktadır.
Şayet teolojik, politik, ırksal ve hatta entelektüel fanatizmi dizginlemek mümkün olmaz ise Doğu ile Batı’nın birbirlerini inkâr etmeksizin müşterek bir alternatif yeni hayat kurmaları da mümkün olamaz. Teolojik tek dünya devleti ile entelektüel tek dünya devleti hepimizi ürküten bir tasarımdır. İyi niyetlerle kurulacak olan bir dünya devletinin firavunlaşmaya evrilmeyeceğinin garantisini hiç kimse veremez. Çağımızda nasıl ki Moderniteye ve Modernizme sağlam bir alternatif bulamıyor isek, tek dünya devletinin de alternatifsiz kalacağını ve firavunlaşma durumunda insanlığın soluk alamaz hâle geleceğini şimdiden hesaba katmamız gerekiyor.
“Moderniteye ve Modernizme dayanak sağlayan, bir anlamda ona meşruiyet katan hususlar nelerdir?”
Birincisi, onun şimdilik alternatifsiz kalmasıdır. Postmodernizm ve Metamodernizm türünden akımlar Modernizmin alternatifleri değildir. Bunlar birbirlerinin türevleridir ve birbirlerine meydan okuyormuş görüntüsü veren sahte alternatiflerdir. Postmodernizmin ve Metamodernizmin oyun kurucusu yine Batı aklıdır. Diğer akıllara –kendince haklı olarak– güvenmeyen Batı kendi muhalefetini kurmaktadır. Bu, sahte muhalefettir. Gerçek muhalefetin doğmasına engel olma çabasıdır.
Moderniteye ve Modernizme dayanak sağlayan, bir anlamda ona meşruiyet katan hususlardan ikincisi, Doğu’nun bağnazlığı ve ataletidir. Doğu bağnazlığından yalnızca Batılı değil, Doğulu da ürkmektedir. Gerçekçi olmak gerekirse, muhtelif toplumlardan sığınmacılar Batılı ülkelere kaçmaktadırlar. Batı’dan kastımız Batı Modernizmini benimsemiş ve kurumsallaştırmış olan ülkelerdir. Japonya, Güney Kore, Avustralya gibi ülkeler coğrafi olarak Batı’da değildirler ama yaşam tarzlarıyla fiili olarak Batılıdırlar. Bu türden ülkeler göz dolduracak şekilde Batılılaşmış ülkelerdir. İslam coğrafyasında en fazla Batılılaşmış ülkeler Türkiye ile Azerbaycan’dır. Fransa’dan baktığımızda Türkiye’yi doğulu görürüz. Pakistan’dan baktığımızda Türkiye’yi batılı görürüz. Doğu’nun bağnazlığı ve ataleti gerçekten de umut kırıcıdır. Hiç kimse mecbur kalmadıkça doğulu ülkelere sığınmak istemiyor. Bu yalın gerçeği inkâr edemiyoruz. Vaziyet böyle olunca da Modernitenin ve Modernizmin alternatifi ufukta görünmüyor. Batılı veya Batılılaşmış ülkeler refah içerisinde uzay çalışmalarına yönelmişken, Doğulu ülkeler kadınların saçıyla başıyla uğraşıyor. Batılı toplumlar felsefe yaparken, Doğulu toplumlar menkıbe anlatıyor. Batı mükemmel değildir fakat Doğu’nun bağnazlığı ve ataleti karşısında yıldız gibi parlamaktadır. Bu yalın gerçeğin en basit göstergesi şudur: Arapça konuşan göçmenler resmî dilleri Arapça olan Mısır ve Cezayir gibi Akdeniz havzasındaki ülkelere değil, Türkiye’ye ve Avrupa’ya veya Kanada’ya sığınmayı yeğliyorlar. Çünkü, dediğimiz gibi, Modernitenin ve Modernizmin alternatifi şimdilik yoktur.
“Türkiye merkez ülkelerden biri midir?”
Türkiye coğrafi konum itibarıyla Avrupa’nın, Asya’nın ve Afrika’nın kavşağında durmaktadır. Türkiye, Hititlerden Osmanlıya kadar, Doğu Roma’dan Selçukluya kadar pek çok uygarlık deneyimine sahne olmuştur. Mesela binlerce yıllık geçmişi bulunan Çin ülkesinde yalnızca Çin uygarlığı sahne alabilmiştir. Yine birkaç bin yıllık mâzisi bulunan Hint ülkesinde yalnızca Hint ve İslam uygarlıkları görülmüştür. İberya ve Balkanlar hâriç, Avrupa coğrafyasında Yunan-Latin-Germen tecrübeleri belirmiştir. Türkistan ve Türkiye coğrafyaları ise uygarlık tecrübeleri bakımından çok daha renklidir. Türkistan’ın parlak bir geçmişin ardı sıra donuklaşarak çağın gerisine düşmesiyle birlikte Türkiye yalnızlığa düşmüş, yegâne umut kapısı hâline gelmiştir. Rusya dâhil, Batı’nın tartışmasız üstünlük kurmasıyla birlikte bütün Türk yurtları ve hatta bütün doğu yurtları gözlerini merkez ülke Türkiye’ye çevirmiştir. Buhara’dan Kazan’a bütün Türk aydınlarının umut ışığı Türkiye olmuştur. Türkiye’yi geçmiş bulunan Japonya bu işleve sahip değildir. Biraz hamaset boyutundan ama daha fazlasıyla realite boyutundan Türkiye merkez ülkedir.
“Sıradan insanlar acaba Moderniteyi ve Modernizmi bir musibet olarak görmekte midirler?”
Aydın duyarlığı bakımından Modernite ve Modernizm kıyasıya tenkit edilmektedir. Peki ama kitleler ve yığınlar nasıl bakıyor? İlk başta şunu açık yüreklilikle itiraf etmeliyizdir ki modern hayat, insanlığa, tarihte benzeri görülmemiş bir refah ve konfor sağlamıştır. İnsanlık bu konfor alanından çıkmaya pek de istekli değildir. Mesela otomobil tutkusundan hiç kimseyi vazgeçirtemeyiz. Bunu mümkün kılabilmek için devlet gücünün imkânlarıyla despotça yaptırımlara başvurmak gerekir. Oysaki otomobil tutkusu çevre kirliliği başta gelmek üzere pek çok sorunlara yol açmaktadır. İnsanoğlu sadece özel konforunu düşündüğü sürece Modernitenin ve Modernizmin çehresini değiştirmek (ıslah etmek) mümkün olamayacaktır. Söz konusu konfor alışkanlığı Batılı toplumlar kadar Doğulu toplumları da kuşatmıştır. Petrolün yerini tutacak bir enerji kaynağı bulunsa bile otomobil tutkusunun yol açtığı sorunlar tükenmeyecektir. Bu tutkuya Moderniteyi ve Modernizmi en fazla eleştiren (ya da muhalefet ediyormuş görünen) muhafazakârlar da sahiptir. Dahası, aydınlar da otomobil tutkunudur. Otomobil tutkusunu belirgin bir örnek mahiyetinde vurguluyorum.
Modernitenin ve Modernizmin karşısında imiş görüntüsü veren muhalif tavırların bir kısmı ise alternatif çözümler üretmek konusunda iticidirler. Bu türden muhalifler birtakım ortaçağ kalıntısı davranış biçimlerini kurtuluş yolu olarak sunmaktadırlar. Onların bu türden ürkütücü dayatmaları nedeniyle (Afganistan örneği) Modernite ve Modernizm bir sığınak durumunu korumaktadır. Irmağın akışını tersine çevirerek, insanlığı ortaçağın yaşam biçimine sürükleyerek çözüm üretilemez. Bu türden bağnazca tutumlar nedeniyle Modernitenin ve Modernizmin eli güçlenmektedir. Modernistler ortaçağa dönüş tehlikesini işaret ederek kitleleri çarçabuk kendi taraflarına çekebilmektedirler. Bu koşullar altında Modernitenin ve Modernizmin ıslah edilmesi mümkün görünmüyor. Batı’dan Doğu’ya göç yoktur ama Doğu’dan kaçanlar daima Batılı ülkelere sığınıyorlar. Şu hâlde Doğu’da büyük sorunlar yaşanmaktadır. Ve tabii ki Batı her yönüyle Modernitenin ve Modernizmin kalesidir.
“Doğu-Batı işbirliğiyle bir alternatif modernlik teşekkül edebilir mi?”
Alternatif modernlik şayet bir işbirliği ile teşekkül etmez ise kutuplaşmanın ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır. Bu kutuplaşma SSCB ile ABD mihverindeki kutuplaşmadan (yani meşhur soğuk savaştan) çok daha sert ve yıkıcı sonuçlar verebilecektir. Eşzamanlı olarak iki farklı Moderniteyi ve Modernizmi pek mümkün görmüyorum. Dünyamız bu zıtlaşmaya imkân vermeyecektir. Peki ya eksen kayması olası mıdır? Demek istediğim, ıslah edilip dönüşüme uğratılması durumunda Modernitenin ve Modernizmin mihveri Batı’dan Doğu’ya kayabilir mi? Bu soruyu yanıtlayabilecek donanıma sahip değilim, uzmanlarına ve fütürologlara danışmak gerekiyor. Yukarıda aşırı bireyciliğin törpülenmesi ihtiyacından söz etmiştim. Dünyamızın her yerinde görülen cemaatler tersine olarak bireyi âdeta köleleştiriyor. Cemaat üyesinin varlık alanı daralıyor. Osmanlı toplum yapısında Mevlevihanelerden sanatkârlar yetişiyordu. Cemaatler ise holdingleşiyor. Sonuçta yine kapitalizmin ekmeğine yağ sürülüyor. Modernitenin ve Modernizmin hiç değişmeden eksen kaymasına uğradığını ve mesela Çin’in merkez ülke hâline geldiğini farz edelim. Yine değişen bir şey olmayacaktır. Sadece patron değişecektir. Şu hâlde Modernite ve Modernizm anlayışının değişmesi gerekiyor. Elbette bu değişim hamlesi de dirençle karşılaşacaktır. Doğu ile Batı karşılıklı ödünler vermeye yanaşmadıkları sürece değişim sağlıklı olmayacaktır. Karşılıklı ödünler verilse bile ıslah edilmiş yeni modernliğin mihverine oturmak konusunda Doğu-Batı rekabeti yaşanacaktır.
Meseleye üstünkörü bakarsak şunu görüyoruz ki Doğu-Batı ayrımı çağımızda biraz muğlâktır. Japonya’dan Arjantin’e bütün dünyada artık yaşam tarzı benzeşmiştir. Herkes aynı mekânlardan, aynı mağazalardan, aynı markalardan alışveriş ediyor. Bütün dünya televizyonlarında benzer programlar servis ediliyor. Bütün önemli şehirlerde Hilton ve Conrad otelleri var. Bütün dünya marketlerinde puding tüketimi özendiriliyor. İnsanlık gerçek anlamda tek uygarlığa yönlendiriliyor. Burada meseleye pratik cepheden bakıyorum. Bir Hollywood filminde genç kızları tavlayan cemaat liderinin hikâyesini izlemiştim. Bir Amerikalı dedektif bu Amerikalı cemaat liderinin maskesini düşürmeye çabalıyordu. Demek ki insanlık çıkmaza girmiştir. Batı modernliği karşısında Doğu’ya özgü bir modernliğin neyi değiştirebileceğini ayrıca sorgulamak gerekiyor. İnsanlığı Batı’nın sapkın cemaatlerinden kurtarıp Doğu’nun sapkın cematlerine teslim etmek bir değişim veya ıslah değildir. Otomobil tutkusunu belirgin bir örnek mahiyetinde vurgulamış olduğum gibi sapkın cemaatler örneğini de belirgin bir gösterge olarak buraya yansıtıyorum. Bize özgü modernlik daha mı iyi olacaktır yoksa daha mı kötü sonuçlar verecektir? Gelen gideni aratacak mıdır yoksa yeni modernlik sayesinde insanlık rahat soluk alacak mıdır? Yeni bir modernliğin oyun kurucuları nasıl bir zihniyete sahip olacaklardır?
Bu çok önemli değerlendirmeler için içtenlikle teşekkür ederiz.